Dini

Tanrının Öldüğü Gün – Ateistin El Kitabı

tanrinin oldugu gun ateistin el kitabi 5ed42f30baf96Bangladeş’te doğmuş fakat ailesiyle birlikte göç ettiği Londra’da büyümüş olan Alom Shaha zor bir işe soyunmuş. Ailesinden doğal olarak edindiği Müslüman kimliğini ve Allah inancını nasıl sorgulayıp reddettiğini dürüstçe ve içtenlikle anlatmış.

Tek tanrılı dinlerle ve inanmakla ilgili olarak, kafasında çeşitli sorular ve kuşkular bulunan herkes Shaha’nın hikâyesinden çok şey öğrenecektir.

Fizik öğretmeni olan Shaha inananlarla asla alay etmeden, tepeden bakmadan ve onları anlamaya çalışarak, bir ateistin “mutsuz bir rasyonalist” olmadığını ve tanrıtanımaz düşüncenin ardında bulunan insancıllığı, sevgiyi ve kaygıları dile getiriyor. Tanrıya inanmadan da mutlu, değerli ve güzel bir yaşam sürülebileceğini anlatıyor. İnançsızlığa giden yolculuğunu anlatırken hayatını, kalbini ve zihnini okura açıyor.

“Alom Shaha dokunaklı, insanın içini ısıtan ve ince düşünerek yazmış… Bugün pek çok insan umutsuzluğa düşmüş, şüphelerle pençeleşiyor veya İslam’dan ve dinden çıktığı takdirde hayatından olacağı kaygısı taşıyor. Dinden dönmek, günümüz dünyasındaki epey ülkede hâlâ ölümle cezalandırılabilen bir şey. Alom’un kendisini hangi gerekçelerle ve nasıl dinin etkisinden kurtardığının dürüst hikâyesi, bu kişiler için önemli bir referans olacak, güç ve ilham verecektir.”

Maryam Namazie,
İnsan Hakları Savunucusu

***

İçindekiler

Türkçe Baskıya Önsöz     9
Önsöz     11
Giriş: Eve Jambon Götürmek     15
1.  Tanrının Öldüğü Gün     25
2.  İyi Olmak     41
3.  Namia’ya Kaçış     59
4.  Hindistan Cevizi     77
5.  Tanrı Sevgidir     101
6.  Babasının Oğlu     121
7.  Bırakın Işık Girsin     137
8.  Kâfir     157
Sonsöz     173
Notlar     175
Teşekkür     187
Yazar Hakkında     190

Şunu diyorum, ya
Ya yukardan bakan kimse yoksa
Ya öldüğümüzde
Yalnızca ölüyorsak

Şunu diyorum, ya
Ya burada bir tek biz varsak
Ya Tanrı dediğin yalnızca bir düşünceyse
Yalnızca kafana birilerinin soktuğu

ANI DiFRANCO

TÜRKÇE BASKIYA ÖNSÖZ

OTURDUĞUM MAHALLEDE yılın 365 günü, günün 24 saati açık bir Türk bakkalı var. Noel zamanı dükkân ve işyerlerinin tamamına yakını kapalı olduğundan Londra’nın çoğu yerinde ürkütücü bir sessizlik hüküm sürerken, bu dükkân görülmeye değer bir manzara sunar. Dükkân mahalle sakinleri arasında revaçtadır; çalışanlar dost canlısı ve yardımsever insanlardır ve elbette Türk Lokumu başta olmak üzere, enfes ürünler bulunur. Çoğu zaman eve giderken uğrar, akşam yemeğimi pişirmek üzere taze şeyler satın alırım; kişniş, acı biber, zencefil, sarımsak ve sık sık kuzu pirzolası yahut ciğer. Sanırım, dükkânın kasabı eti daha ucuza satan süpermarketten değil onlardan almamın nedeninin “helâl kesim” olduğunu düşünüyordur; çünkü ne de olsa ben de çevrede yaşayan diğer Bangladeşlilere benziyorum. Beni daima neşeli bir “Esselamünaleyküm birader” nidasıyla karşılar ve ben de her zaman “Ve aleykümselam” diye cevaplarım. Ona Müslüman olmadığımı, Ateist olduğumu söylemek için bir fırsat çıkmadığı gibi, bunu özellikle yapma gereği de duymadım. Söylemiş olsam ne düşünürdü acaba? Saygısını kaybeder miydim? İdeal bir dünyada, omzunu silkip, bana “birader” demeye ve iyi dileklerde bulunmaya devam etmesi beklenirdi.

Çocukken, kendimi hâlâ Müslüman kabul ettiğim zamanlarda, aynı okula gittiğim Türk çocuklarının da Müslüman olduklarını öğrenince heyecanlanmıştım çünkü daha önce yalnızca Bangladeşli Müslümanları tanımıştım. Kendimize benzeyen insanları tercih etmemiz insani bir içgüdü gibi görünüyor, bu nedenle İngiltere’de yaşayan Bangladeşli ve Türklerin dost olmasının ilk sebebi ortak dinleri olsa gerektir.

Tıpkı yaşım büyüdükçe İslam’a uymakta güçlük çekmeye başlayan benim gibi, İngiltere ve Türkiye’de yaşayan Türk gençleri arasında da, anne babalarının kendilerine aktardıkları dinsel hikâyeleri inandırıcı bulmayanlar olduğundan eminim. İngiltere’de yaşayan “eski” Müslüman pek çok Bangladeşli’nin yaşadığına tanık olduğum güçlükleri aynen yaşayan Türklerin bulunması gerektiğini biliyorum ve umudum o ki, yazdığım bu kitap, karınca kararınca, bu kişilere inançsız insanlar olarak mutlu ve doyumlu hayatlar kurma yolculuklarında yardım eder.

Bana öyle geliyor ki, hem Bangladeş hem Türkiye’nin din ve demokrasiyle ilişkileri karmaşık; geçmişte din ve devlet işlerini ayırmakla gurur duyan bu iki ülkede laiklik tehdit altında. Türkiye’de, başta sanatçılar ve yazarlar olmak üzere, açıkça İslam’ı eleştiren insanların baskı ve tehdit altında olduğunu duyduğumda üzülüyorum. Ben bu satırları yazarken, Türk besteci ve piyanist Fazıl Say “İslami değerleri aşağılamak” suçuyla yargılanmakla yüz yüze. Say, yargılama sürecinde bu durumun “yalnızca kendi içinde değerlendirildiğinde değil, aynı zamanda Türkiye’nin imajı açısından da üzücü” olduğunu söylemiş.

Bütün bu nedenlerle bir Türk yayıncının ateizmi destekleyen, İslam’ı ve tabii ki her türlü dini, bir yaşam biçimi olarak sorgulamayı teşvik eden kitabımı basmaya karar vermiş olması cesaret verici. Kitabımın günün birinde Bangladeş diline çevrilip çevrilmeyeceğini bilmiyorum ama Türk yayıncılarıma, hikâyemi Türkiye’de yaşayan İnsanlara ulaştırmama olanak sağladıkları için minnettanm. Keşke Türkçe anlayabilseydim çünkü eminim Nuray Önoğlu çeviriyi yaparken çok iyi bir iş çıkardı; İngilizce yazdığım şeyleri doğru bir şekilde Tûrkçeye çevirmek için gösterdiği özen ve dikkati biliyorum.

Benimki İngiltere’de büyüyen Bangladeşli bir çocuğun hikâyesi ama sanıyorum ki, çeşitli yerlerde yaşayan Türk kardeşleriminkilerle benzerdir. Sevgi ve barış dileklerimle.

Alom Shaha
Londra. Temmuz 2012

ÖNSÖZ

HERHANGİ BİR İNSANIN YAPABİLECEĞİ en zor şeylerden biri, hayatın bütün alanlarını kapsayan bir inanç sisteminden kendini kurtarmak ve ardında bıraktığı cemaatinin bu yüzden gösterdiği tepkinin üstesinden gelmektir. Alom Shaha bunu yapmıştır; cesaretle ve zihin açıklığıyla. Bu kitapta nasıl yaptığını anlatıyor. Bu, çok dokunaklı, zaman zaman acı verici bir hikâye ama aynı zamanda iyimser bir hikâye; çünkü insanın kendisini geleneklerden, bâtıl inançlardan ve mevcut duruma uyum sağlamak için uygulanan ağır baskılardan, en olmayacak koşullarda bile nasıl kurtarabileceğini anlatıyor. Alom Shaha’nın hikâyesi bir bireyin bunu nasıl başardığıyla ve böylece mümkün olan en büyük özgürlük olarak zihinsel özgürlüğü nasıl kazandığıyla ilgili.

Elbette kimileri Alom’un belli üstünlüklere sahip olduğunu söyleyecektir; iyi bir okula gitmek için burs kazanmış, üniversite eğitimi görmüş, fizik öğretmeni olmuştur (üstelik çok iyi bir öğretmen, onu genç öğrencileriyle birlikteyken gördüm). Ama unutmayın ki, bütün bunları mümkün kılan Alom’un zekâsı ve bu zekâyı kullanma biçimi olmuştur. Alom öğrenmiş ve düşünmüştür; erken yaşlarından itibaren. Londra’nın Elephant and Castle bölgesinde yaşayan Müslüman toplumunun kendisinden ne düşünmesini beklediği üzerine hayli kafa yormuştur. Ailevi ve toplumsal koşullarıyla Londra’nın o kısmındaki yaşama koşulları, erken yaşlarda aklını bağımsızca kullanmasına karşı güçlü engeller yaratmıştır ama yine de o bu bağımsızlığı kazanmayı başarmıştır. Ve işte sonucu: İnsanlara kendi adlarına düşünebileceklerini ve dinsel inançları sorgulamalarını, böylece kendilerini geleneklerden ve beklentilerden kurtarabileceklerini ve kendisinin bulduğu türden bir zihinsel özgürlük kazanabileceklerini söyleyen bir kitap.

Alom bunun farkında olmasa da, çocukluğu esnasında ikimiz komşuyduk. Ben de yıllarca Elephant and Castle yakınlarındaki Trinity Kilisesi Meydanı’nda, orada bulunan ve Alom’a özgürlüğe giden yolda yardımcı olan ilk okumalarını yaptığı küçük Harper Road kütüphanesinin hemen yakınlarında yaşadım. Ne yazık ki şimdi yerinde yeller esiyor ama ben de o kütüphaneye üyeydim; belki de sık sık aynı anda o kütüphanede bulunmuşuzdur. Seçim zamanlarında İşçi Partisi için çalışırdım, hatta bir defasında onun yaşadığı komşu mahallelerde de çalıştığımı hatırlıyorum. Bir süre kızlarımdan biri Harper Road kütüphanesinin yanındaki ilkokula gitti. Aynı şeyleri düşünen ve sorgulayan, zamanını doldurmuş düşünce sistemlerinin ağırlığı altında ezilmeden yürüyecek doğru ve anlamlı bir yol arayan insanların yollarının sık sık kesişmiş olmasını ve örtüşen hayatlarındaki tesadüfleri düşünüyorum.

Alom’un kitabı bir rehber olacaktır çünkü kendi kişisel yolculuğunun hikâyesini anlatıyor. Alom ateizmde karar kılmasının sebeplerini; düşünce, bilim ve felsefenin kendisine sunduğu gerekçeleri açıklıyor ve bütün bunları, açık ve berrak bir zihinle başkalarına sunuyor. İnsanlar çocukken hayatlarındaki yetişkinlerin kendilerine dayattıkları ve kabul etmeye mecbur kaldıkları inanç sistemlerine dair yaklaşımlarını, sebeplerini makul bir sıra içinde dile getiremeseler bile, o inanç sisteminde bir şeyler onlara yanlış yahut boş geldiği, bir şeyler doğru gelmediği için gözden geçirmek ihtiyacını sık sık duyar. Ve sonra okumaya, tartışmaya, öğrenmeye ve düşünmeye devam ettikçe önsezilerinin temelinde yatan sebepleri anlamaya ve kuşkularını teyit edecek gerekçeleri biriktirmeye başlarlar. Bütün bunlar Alom’un da başına gelmiş. Bu kitabın hayranlık uyandırıcı yanı, Alom’un gelişiminin hikâyesinin yanı sıra, mantığını ve kanıtlarını da sunması ve böylece geriye doğru bakarak Alom‘un ateizme nasıl vardığının entelektüel bir dökümünü okura sunmasıdır.

A.C. Grayling
Londra. 2012

GİRİŞ

EVE JAMBON GÖTÜRMEK *

İLK KEZ JAMBON YEDİĞİM günü hatırlıyorum. Hayatımın çok ciddi ve önemli bir anıydı; cesaret, güç ve kararlılık gerektirmişti. Yani, biraz farklı bir tür cesaret…

Lise bitirme sınavlarını tamamladığım yazdı ve o zamana kadarki hayatımın en güzel üç ayı olmalıydı. İlk iki yılı fizik, kimya, matematik ve daha fazla matematik çalışarak geçirmiştim ve en sonunda bu özel ders karışımının yarattığı olağandışı baskıdan bir süreliğine de olsa kurtulma olanağı buluyordum. O kadar çok matematik çalışmak beynimi bitap düşürmüştü; sürekli matematik rüyaları görüyor, karmaşık matematik teoremlerini kanıtladığım, daha önce hiç kimsenin görmediği sayısal gerçekleri gördüğüm duygusuyla uyanıyordum. Fakat maalesef, gördüğü rüyalarla dünyanın en iyi matematikçilerini hayrete düşüren ve Cambridge Üniversitesi’nde kendisine yer bulan Hintli büro memuru Srinivasa Ramanujan’ın aksine ben rüyalarımı asla hatırlayamıyordum. Matematik derslerim bütün hayatımı ele geçirdiği için öfke ve hayal kırıklığı duyarak uyanıyordum. Bitirme sınavlarımın sonu hayatımdaki bir dönüm noktasını da gösteriyordu; yedi yıldır severek gittiğim okulumdan ayrılacak ve hayatımın geri kalanına başlayacaktım. Ancak bundan önce, evden ayrılıp üniversiteye gittiğim zaman geçinmemi sağlayacak parayı kazanmak için üç ayı şık bir Londra otelinde garsonluk yaparak geçirmem gerekecekti.

Harikulade bir yaz olduğunu; her vardiyadan sonra garson arkadaşlarımla bir yerlere gidip sarhoş olduğumu; yaşça benden biraz büyük bir garson kıza âşık olarak bekâretimi otelin odalarından birinde onunla yitirdiğimi anlatmak isterdim. Bu Judy Blume’un yazmaktan onur duyacağı türden, özlemini çektiğim bütün o dram ve heyecanla dolu bir ergenlik romanı, güzel bir hikâye olabilirdi. Maalesef, 1992 yazı benim için eğlenceli olmak bir yana, acınası bir dönemdi; bir okul arkadaşıma duyduğum karşılıksız aşk yüzünden kalbim kırılmıştı ve erkek kardeşlerimle kız kardeşimi mutsuz evimizde bırakıp üniversiteye gitme düşüncesi beni kahrediyordu. Üstelik okul bitmişti ama eğlence için zaman yoktu; Şimdilik eğitim işlerim sona ermişti ve otelde saati dört sterlinden mümkün olduğu kadar çok çalışmam gerekiyordu, çoğu zaman günde on sekiz saat.

Her ne kadar bekâretimi o otelde yttirmediysem de zengin ve yaşlanmakta olan Amerikalılarla, Japon tur gruplarının isteklerinden uzak olduğum sakin bir anda, benim için neredeyse eşit oranda önemi olan bir şeyi o otelde yapacaktım.

Kahvaltı saatleri tam bir cehennemdi; sabah saat beşte kalkıyor ve altı buçukta işime başlamak üzere yola koyuluyordum. Yaz dönemi olduğundan otel tıklım tıklımdı ve restoran, kapıların açıldığı dakikadan kahvaltı servisinin sona erdiği dört saat sonrasına kadar tıklım tıklımdı. Müşteriler kahvaltılarını açık büfeden kendileri almalarına rağmen aralıksız çalışıyorduk. Çay ve kahve fincanlarını, bitmek bilmeyen tabak çanakları taşıyarak ve masaları temizleyip yeniden örtü sererek bütün bir vardiyayı ayakta geçirmek, alışılmadık bir durum değildi. Ben sabah uyanır uyanmaz kahvaltı edemem ve bu nedenle sabah boyunca idare edebilmek için güne bir fincan çay içerek başlardım. Kahvaltı edecek kadar akıllıca davranan garsonlar bile vardiyanın sonu geldiğinde kurt gibi acıkmış olurlardı.

———

* “Eve ekmek götürmek” deyiminin İngilizce’deki karşılığı “Eve Jambon gatürmek”tir.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Batının İslamla Kavgası

Editor

Şemsi Tebrizi – Makalat

Editor

İslam’ın Zihin Tarihi; Bir Müslüman Aydın’ın İslam Üzerine Düşünceleri

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası