Roman (Yabancı)

Bakirenin Aşığı – Kraliçe Soruyor: Aşk mı, Taht mı? 3. Kitap

bakirenin asigi kralice soruyor ask mi taht mi 3 kitap 5ed40a79ce4d3Boleyn Kızı ve Kraliçenin Soytarısı romanının yazarından, Kraliçe Elizabeth döneminin ilk yıllarını ve o tehlikeli günleri anlatan, nefes kesici bir roman.

İngiltere’nin yeni kraliçesi olmuş Elizabeth’i bekleyen iki büyük tehlike vardı: Fransızlar’ın, İskoçya’yı istila edip İskoçya Kraliçesi Mary’yi tahta geçirme tehdidi ve Elizabeth’in, vatan hainliğinden hüküm giyip zindanda kalmış Robert Dudley’ye olan tutkulu aşkı. Ancak Dudley zaten evliydi ve kendini ona adamış karısı Amy, Robert’tan asla umudunu kesmeyecekti, özellikle de görevine yeni atanmış Protestan bir kraliçe için. Sevgili kocasından ayrılıp onu özgür bırakmamakta kararlıydı ancak kocasının gözdesi olmayı da başaramıyor, kocasını sarayın zevk ve sefasından uzak tutamıyordu. Bu evliliğe karşı olan başkaları da vardı ancak onlar da farklı sebepten karşı çıkıyorlardı Elizabeth’e. Kraliçenin en bilge danışmanı William Cecil, Elizabeth’in siyasi ilişkiler adına faydalı bir adayla evlenmesi gerektiğini biliyordu; amcası Dudley’den nefret ediyordu ve Elizabeth’le evlenmesi için önce ölüsünü çiğnemesi gerek diye yeminler ediyordu. Âşıklar üçgeninin arkasındaysa başka nifaklar yaşanıyordu: Protestanlar, papazlar, suikastçılar, diplomatlar ve para peşindekiler. Elizabeth iflasın eşiğindeki ülkesinin başına geçer geçmez, ülkeyi bir de asla kazanılma ümidi olmayan bir savaşa sürükleyince İngiliz parasının değeri de iyice yok oluyordu.

Ancak bu arada birisi gizli bir eylemin peşine düşecekti ve işte o andan itibaren Elizabeth, Dudley ve yeni yükselen imparatorluk için hiçbir şey planlandığı gibi olmayacaktı.

Tarihi gerçekleri çağımızda devam eden söylentilerle birleştirip karıştıran Philippa Gregory, Tudor günlerini anlatan karanlık ve gerilim dolu bir roman ortaya çıkarıyor ve büyük kraliçe I. Elizabeth’i daha önce hiç kimsenin göstermediği bir şekilde resmediyor.

TUTKULU, KORKU DOLU VE DUYGUSAL İHTİYAÇLARI BİTMEYEN BU KRALİÇEYİ HİÇBİR ŞEY DURDURAMIYOR.

***

Sonbahar 1558

Norfolk’ta tüm çanlar Elizabeth için çalıyordu, peş peşe çalan çanlar adeta Amy’nin beynine işliyor, çıldırmış bir kadının histerik çığlıkları gibi kulaklarında çınlıyordu, tam hafifledi, sustu derken ahenksiz, tiz çınlamalar işkence gibi en baştan başlıyordu. Amy dışarıdan gelen gürültüye daha fazla tahammül edemeyince başını yastığın altına sokup üstüne de yorganı çekti ama ne yapsa kulaklarındaki uğultu kesilmek bilmiyordu. Kargalar yuvalarını terkedip sürü halinde göğe yükseldi, rüzgârda meşum bir şeylerin habercisi gibi zikzaklar çizerek uçmaya başladılar; yarasalar siyah bir duman bulutu gibi, sanki dünyanın tersine döndüğünü gösterircesine, gün hiç doğmayacak, artık sonsuza dek gece yaşanacak dercesine çan kulesinden havalandı.

Amy tüm bu tantananın neden koptuğunu biliyordu, sormasına hiç gerek yoktu. Sonunda zavallı hasta Kraliçe Mary ölmüş, taht tartışmasız varisi Prenses Elizabeth’e kalmıştı. Ne mutlu. İngiltere’deki herkes bu kutlamaya katılmalıydı. Protestan Prenses tahta oturmuş, İngiltere Kraliçesi olmuştu. Ülkedeki tüm çanlar yeni Kraliçe’nin şerefine çalıyor, halk ellerinde bira kupaları, evlerinde duramamış, sokakta sevinçten dans ediyordu ve artık boşalan tüm hapishanelerin kapılarını ardına dek açılıyordu. İngilizler Elizabeth’lerine kavuşmuş, Mary Tudor’un yüreklere korku salan devri kapanmıştı. Herkes bu kutlamanın gönüllü birer parçasıydı.

Amy hariç herkes.

Çanlar Amy’yi uyandırdı ama diğer İngilizler’in aksine, yüreğine mutluluk ve umut tohumları ekmiyordu. Amy, koca İngiltere’de yalnızca Amy, Elizabeth’in tahta yükselişini kutlamıyordu. Hatta çanlar bile onun ruh haline uygun gelmiyordu. Sesleri Amy için kıskançlığın ritmiydi, öfkenin haykırışıydı, terkedilmiş bir kadının hıçkınkla dolu çığlıklarıydı.

“Tanrı onu bir yıldırımla öldürse,” diye beddua etti, Elizabeth’in tahta geçtiğini muştulayan çan seslerini duymamak için kafasını yastığa gömerken. “Gençliğine, tazeliğine ve güzelliğine rağmen Tanrı onu bir yıldırımla öldürsün. Havasını batırsın, incecik saçlarını döksün, dişlerini çürütsün ve bir başına, yapayalnız öldürsün. Bir başına ve yapayalnız, benim gibi.”

*

Amy, kayıp kocasından uzun zamandır haber alamamıştı: Artık ümidi de kesmişti zaten. Günler birbirini takip ediyor, haftalar hızla geçip gidiyordu. Robert, Kraliçe Mary’nin ölüm haberini alır almaz son sürat Londra’dan Hatfield Sarayı’na geçmiş olmalıydı. Tam da planladığı gibi, prensesin önünde herkesten önce diz çöküp onu tebrik edccck ve ona kraliçe olduğunu söyleyecek ilk kişi olacaktı.

Amy, Elizabeth’in tahta çıkınca yapacağı konuşmayı, takınacağı duruşu çoktan hazırladığını ve Robert’ı nasıl ödüllendireceğini bile kararlaştırdığını düşünüyordu. Belki kocası da, Prenses’in yükselişini kutlarken çoktan kendi yükselişini kutlamaya başlamıştı bile. Amy, uşakları hasta olduğu için ve Stanfield Hall’da, ailesinin çiftliğinde işler yetişmiyor diye inekleri, sağmak üzere nehir kenarından almaya kendi gidiyordu. Fakat yaşlı bir meşe ağacından dökülen ve kar fırtınası gibi döne döne uçuşarak düşen kahverengi yapraklara bakmak için durdu; kurumuş yapraklar bile kocası gibi rüzgârla güncybalıya, Hatfield’a, yani Elizabeth’e doğru uçuşuyordu.

Aslında Amy’nin, kocasına kıymet ve paye verecek bir kraliçe tahta geçtiği için mutlu olması gerekirdi. Kocası yeniden güç ve paraya kavuşunca kendi ailesinin koşullan da iyileşeceği için sevinmeliydi. Bir kez daha Leydi Dudley olduğuna sevinmeliydi: Arazilerine ve kaybettiği her şeye yeniden kavuşacaktı, sarayda bir yeri olacaktı, hatta belki de kontesliğe yükselirdi.

Ne var ki, Amy hiç mi hiç mutlu değildi. Koşullar her ne olursa olsun sevgili kocasını Kraliçc’nin gözbebeği olarak görmektense yanı başında bir vatan haini olarak görmeyi tercih ederdi. Kıskanç bir kadın gibi davrandığının, hatta davranmakla kalmayıp düpedüz kıskançlık yaptığının farkındaydı, üstelik kıskançlığın Tanrı katında büyük bir günah olduğunu bile bile.

Başını öne eğdi ve ineklerin seyrek otlarda otlandığı, beceriksiz toynakları arasına toprak kaçırarak sağa sola hareket ettiği çimlere doğru yalpalaya yalpalaya yürüdü.

Biz nasıl bu hale düştük? diye fısıldadı bakışlarını Norfolk’un üstüne çöreklenen fırtına bulutlarına doğru kaldırarak. Ben onu delicesine severken ve o da beni severken? İkimizin de gözü dünyada başkasını görmezken? Beni nasıl burada bir başıma bırakıp Kraliçe’nin eteğinin altına sığınır? Bu aşk masalı nasıl olur da müreffeh ve muzaffer bir ortamda başlayıp böyle can yakan bir huzursuzluk ve yalnızlıkla son bulur?

Bir Yıl Önce: Yaz 1557

Rüyasında yine boş odanın tahta yer döşemeleriyle üstüne isimleri kazılı olan şöminenin kefeki taşlarını görmüştü. Yüksek pencerenin önüne çektikleri yemek masasına çıkan beş delikanlı çenelerini pencere pervazına dayamış, babalarının iskelede ağır adımlarla yürüyüp basamakları tırmanışını seyrediyordu.

Daha yeni restore edilen Roma Katolik Kilisesi’nin rahiplerinden biri de babalarına eşlik ediyordu. Babası yaptıklarından pişman olduğu ve prensiplerini ezip geçtiği için af dilemiş, köleler gibi yalvarmıştı. Affedilme ihtimali karşısında sadakat yeminlerini bir yana bırakıp sonra da kendisini izleyen küçük kalabalığa dönerek özrünün kabul edildiğini görmek için yapmacık bir edayla tek tek hepsinin gözlerinin içine baktı, son da olsa, böylesi teatral bir anda bağışlandığının söylenmesini bekledi.

Umut etmek için birden çok nedeni vardı. Yeni hükümdar bir Tudor’du ve Tudorlar dış görünüşün gücünü iyi bilirdi. Dindar bir kadındı ve tövbeye gelmiş bir adamı geri çevireceğe benzemiyordu. Üstelik her şey bir yana o bir kadındı: Yumuşak kalpli ama kalınkafalı bir kadındı. Böyle yüce bir adamın infaz hükmünü verecek cesareti yoktu, olsa bile yürürlüğe ginnesine gönlü el vermezdi.

-Ayağa kalk, baba – Robert usulca babasına seslendi. -Önünde sonunda affedileceksin, bunun için kendini bu kadar küçük düşürdüğüne değmez.

Robert’ın arkasındaki kapı açıldı, içeri gardiyanlardan biri girdi ve beş genci de cam kenarında parlak güneşli günde dışarı bakarken görünce ister istemez bir kahkaha attı. “Sakın aşağı atlamaya kalkmayın,” dedi. “Sakın celladı soymaya yeltenmeyin. Onu kurtarabileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, nasıl olsa sıra size ve sevimli dul annenize de gelecek! “

“Affımız kabul edilip serbest bırakıldıktan sonra sana bu sözlerini bir bir hatırlatacağım!” Robert dikkatini yeniden aşağı çevirdi. Gardiyan pencerenin menteşelerini kontrol edip beş delikanlının açamayacağına kanaat getirince kıkırdaya kıkırdaya kapıyı üstlerine kilitleyip aşağı indi İskelede, rahip elindeki Latince İncil’den, hüküm giyen adam için dualar okuyordu. Robert, rahibin cüppesinin rüzgârda nasıl da bir donanma yelkeni gibi dalgalandığını farkedip şaşırdı. Derken o esnada rahip duasını hızlı hızlı bitirdi, babasına öpmesi için bir haç uzattı ve geri çekildi.

Robert birdenbire üşüdüğünü fark etti, pencerenin camı buz gibiydi. Pencereye dayadığı alnı ve avuçiçleri dondu, adeta vücut sıcaklığı düşüyor, aşağıdaki manzara karşısında kanı çekiliyordu. Kurulan idam tahtasına çıkan babası taş bloğun önünde itaatkârca diz çöktü. Cellat öne çıkıp yaşlı adamın gözlerini bağladı, onunla konuştu. Mahkum da ona cevap vermek için eğik başını çevirdi. Sonra dehşet verici bir biçimde bu hareket dikkatini dağıtır gibi otdu. Mahkum ellerini taş bloktan kaldırdı ve bloğu yeniden bulamadı. Gözleri bağlı olduğu için elleriyle havayı yokladı, kollarını öne uzattı. Cellat baltasını almak için arkasını dönmüştü ve tekrar önüne dönünce mahkûmun düşmek üzere olduğunu görüp telaşlandı.

Kapüşonlu infazcı panikle, yönünü bulmaya çalışan mahkuma seslendi ve mahkûm da gözündeki bandı çekiştirdi, hazır olmadığını, taş bloğu bulamadığını haykırdı ve baltanın beklemesini istedi.

“Kıpırdama!” Robert pencerenin kalın camını yumruklayarak bağırıp çağırıyordu. “Kıpırdama, baba! Tanrı aşkına, kıpırdama!”

“Henüz değil!” diye seslendi, yeşilliklerde duran gölge arkasındaki cellada. “Bloğu bulamıyorum! Hazır değilim! Hazır değilim! Daha değil! Daha değil!”

Samanların arasında emekliyordu, bir eli önüne uzanmış, bloğu bulmaya çalışıyordu, diğer eli de kafasındaki sıkı bandajı çözmeye uğraşıyordu. “Bana dokunma! Kraliçe beni affedecektir! Daha hazır değilim!” diye bağırdı; cellat baltasını kaldırıp çıplak boynuna indirirken bile avaz avazdı. Yukarı doğru oluk gibi kan ftşkırdt ve darbenin etkisiyle mahkûm bir tarafa devrildi.

“Baba!” diye bağırdı Robert da. “Babam benim!”

Her nabız atışıyla yaradan kan fışkırıyordu ama mahkûm hâlâ samanların arasında can çekişen bir domuz gibi çırpmıyordu, hâlâ tutmayan ayaklarıyla doğrulmaya çabalıyor, kör bir kuvvetle uyuşan elleriyle bloğu aranıyordu. Cellat kendi beceriksizliğine lanet okuyarak baltayı bir daha kaldırdı havaya.

“Baba!” diye bağırdı acıyla, balta inerken. “Baba!”

“Robert? Lordum?” Bir el nazikçe omzunu silkiyordu. Gözlerini açınca karşısında kahverengi saçlarını uyumadan önce örmüş, yatak odasının mum ışığında capcanlı bakışıyla Amy’yi buldu.

“Oh, şükürler olsun! Korkunç bir kâbustu! Ne biçim bir rüyaydı öyle! Tanrım beni korusun bu rüyalardan. Tanrım, beni bu kâbusu görmekten sakın!”

“Aynı rüyayı mı gördün?” diye sordu Amy. “Babanın ölümünün rüyası mı gene?”

Amy’nin ağzından babasının öldüğü gerçeğini duymaya bile tahammülü yoktu. “Sadece rüyaydı!” Aklından geçenlerin anlaşılmasından korkarcasma kestirip attı. “Sadece kötü bir rüyaydı.”

“Ama aynı rüyaydı, değil mi?” Amy ısrar ediyordu.

Robert omuz silkti. “Aynı rüyayı görmemde bu kadar şaşıracak ne var, anlamış değilim. Bira var mı?”

Amy yorganı üstünden atıp yataktan kalkarak sabahlığını omzuna geçirdi ama vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. “Bence bu bir alamet!” dedi dümdüz bir sesle. Kupaya doldurduğu birayı Robert’a uzatırken, “Isıtmamı ister misin?” diye sordu.

“Hayır, soğuk içeceğim.”

Robert yatakta doğrulup kupayı kafasına dikerken sırtının ter içinde kaldığını fark etti ve kendi dehşetinden utanarak bir kez daha tüyleri ürperdi.

“Bu bir uyarı, Robert!”

Robert Dudley yüzüne umursamaz bir gülümseme oturtmaya çalışsa da, babasının hunharca öldürülüşü, o kara güne dair omuzlarında taşıdığı ağır yük artık ona çok fazla geliyordu. “Hayır, yapma,” dedi.

“Yarın gitmemelisin.”

Robert, yüzündeki suçlayıcı ifadeyi gizlemek istercesine bir yudum daha almak için başını kupaya gömdü.

“Böyle korkunç bir rüya ancak sana gönderilen bir işaret olarak yorumlanabilir. Kral Philiple yola çıkmamalısın.”

“Ah, yapma Amy, onunla ilk yolculuğa gidişim değil ki. Birlikte yüzlerce sefere çıktık ve onunla gitmek zorunda olduğumu sen de gayet iyi biliyorsun.”

“Bu sefer olmaz! Babanın rüyana girdiği bir gecenin sabahında olmaz. Robert… Neden bunun bir işaret olduğunu kabullenmeyerek kendini kandırmaya çalışıyorsun? Baban oğlunu İngiltere tahtına geçirmeye çalışırken bir vatan haini diye öldürüldü. Onurunu bir kez daha ayaklar altına mı alacaksın?”

Robert gülümsemek için kendini zorladı. “Üstünde durulacak bir onurum olduğunu hiç sanmıyorum. Atım ve erkek kardeşimden başka hiçbir şeyim yok. Kendi taburumu harekete geçirecek güçten bile yoksunum.”

“Baban seni bizzat mezarından uyarıyor.”

Robert yorgunca kafasını salladı. “Amy, tüm bunlar bana yeterince acı veriyor zaten. Ne olur sen de ikide bir babamın adını anarak yaramı deşme! Neler olup bittiğini bilmiyorsun bile. Babam aile şerefimizi kurtarmamı isterdi. Babam bana asla karışmazdı, ne yapmak istediysem hiçbir zaman karşı çıkmadı. Sevgilim, sen de kocan için bir iyilik yapmak istiyorsan, hevesimi kırmak yerine bana destek olmaya çalış. İnan bana, babam yaşasaydı o da öyle yapardı.”

“Sen de karın için bir iyilik yapmak istiyorsan, onu yalnız bırakıp gitme,” diye karşı çıktı Amy. “Sen Hollanda’ya gidince ne yapacağımı düşündün mü hiç? Bana ne olacağını?”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Olimpos Kahramanları – Neptün’ün Oğlu

Editor

Harika Piç

Editor

Hayalperestler

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası