Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji

Olağan Psikopatlar (Ermişler, Casuslar ve Seri Katillerden Hayat Dersleri)

olagan psikopatlar ermisler casuslar ve seri katillerden hayat dersleri 5ee744b7f0aa9Psikopat. Bu kelimeyi duyar duymaz katiller, sapıklar, intihar bombacıları üşüşüyor zihnimize.

Ama filmlerdeki emsallerinin aksine, gerçek hayatta her psikopat şiddet yanlısı veya suça meyilli değil. Yeni araştırmalar her on CEO’dan birinin psikopat olduğunu söylüyor. Gülerek “Bilmem mi!” diyorsanız ekleyelim; cerrahlar, avukatlar, gazeteciler ve politikacılar arasında da psikopatlık hayli olağan. Psikopatların dünyasına yapacağınız bu afallatıcı yolculukta, Oxford Üniversitesi’nden Prof. Kevin Dutton, psikopatik eğilimlerin insanın doğasında olduğunu ortaya koyarken, toplumun da daha önce hiç olmadığı kadar psikopatlaştığını savunuyor. Zira korkusuzluk, kendine güven, cazibe, acımasızlık ve odaklılık gibi psikopatlarda öne çıkan özellikler 21. yüzyılda başarı kelimesinin üzerine terzinin diktiği ceket gibi oturuyor.

Kevin Dutton, yüksek güvenlikli hastanelerin psikopati koğuşları, Budist tapınakları kapaktaki “ermiş” kelimesi maalesef nedensiz kullanılmadı ve komando eğitim kampları gibi yalnız özel izinle girilebilen sıra dışı yerlerde sayesinde bizzat yaptığı gözlemleri, beyin taraması gibi gelişmiş yöntemler ve benzeri bilimsel araştırmalarla harmanlayarak, başarılı bir cerrahla seri katil arasındaki çizginin aslında nasıl da ipince olduğunu gözlerimizin önüne seriyor.

Her sayfası kışkırtıcı önermelerle dolu Olağan Psikopatlar, bizi o hep hor gördüğümüz, ama yeri geldiğinde faydalanmaktan da çekinmediğimiz karanlık yanımız ile tanıştırıyor.

“Tedirgin edici ama fazlasıyla da eğlenceli. 2012’nin atlanmaması gereken 20 kitabından biri.”
-Slate-

Zihin, neresi olmak isterse orasıdır; kendi içinde cehennemi cennete, cenneti de cehenneme dönüştürebilir.

-JOHN MILTON, KAYIP CENNET (1667),

1. Kitap, dize 254-5

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

xi

YAZARIN NOTU xxi

BİR

AKREP YÜKSELİYOR 3

İKİ

GERÇEK PSİKOPAT AYAĞA KALKABİLİR Mİ LÜTFEN?

35

ÜÇ

CARPE NOCTEM – GECEYİ KUCAKLA 73

DÖRT

PSİKOPATLARIN BİLGELİĞİ 101

BEŞ

BENİ PSİKOPAT YAPAR MISIN? 135

ALTI

YEDİ ÖLÜMCÜL ANAHTAR 169

YEDİ

SÜPER-UYANIKLIK

197

NOTLAR

236

TEŞEKKÜR

263

DİZİN

266

ÖNSÖZ

Benim peder bir psikopattı. Bugün geçmişe bakıp böyle bir şey söylemek biraz garip geliyor, ama öyleydi gerçekten. Hiç şüphem yok. Çekici, korkusuz ve acımasız – ama asla şiddete başvurmazdı. Vicdan konusunda Jeffrey Dahmer’ın buz kutusuyla1yarışırdı. Kimseyi öldürmedi, kimseyi vurmadı. Ama birkaç kez voliyi vurduğu oldu.

Her şeyi genlerin belirlemiyor olması ne güzel, değil mi?

Ayrıca istediği şeyi elde etme konusunda özel bir yeteneği vardı babamın. Çoğunlukla öylesine söylenmiş gibi görünen bir sözle becerirdi bunu. Ya da ne istediğini belli eden tek bir yüz ifadesiyle. Bazen insanlar onu Only Fools and Horses dizisindeki Del Boy karakterine benzetirlerdi. Ki benziyordu da gerçekten. Hareketleri bile benzerdi – üstelik o da bir pazarcıydı.

Only Fools and Horses bizim evde çekilmiş gibiydi.

Bir keresinde babamın Londra’nın doğu yakasındaki Petticoat sokak pazarında, bir araba dolusu günlüğü satmasına yardım ettiğimi hatırlıyorum. On yaşındaydım ve bir okul günüydü. Söz konusu defterler özel üretimdi fakat sadece 11 aydan oluşuyorlardı.

“Bunları satamazsın,” diye itiraz ettim. “Ocak ayı yok!”

“Biliyorum,” dedi. “Senin doğum gününü bu yüzden unuttum.”

“Hanımlar, beyler! On bir aylık günlüklere sahip olmak için eşsiz bir fırsat… İki alana bir bedava kampanyamıza katılın ve önümüzdeki yıl fazladan bir ay, bedava kapınıza gelsin.”

Tüm parti malı orada erittik.

Babamın modern yaşam için ideal kişiliğe sahip olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir kez olsun paniklediğini görmedim. Bir kez olsun soğukkanlılığını yitirdiğine rastlamadım. Öfkeden kanın beynine sıçradığı bir an olmadı hiç. Üstelik buna yol açabilecek onca olaya rağmen.

“Korkunun, yırtıcı hayvanlardan korunmak için insanların geliştirdiği bir savunma mekanizması olduğu söylenir,” demişti bana bir keresinde. “Ama ortalıkta pek kılıç dişli kaplan göremiyoruz, öyle değil mi evlat?”

Haklıydı. Kesinlikle ben de hiç görmemiştim. Olsa olsa birkaç yılan görmüşlüğüm vardı. Fakat asıl yırtıcıların kim olduğunu herkes biliyordu.

Babamın bu sözünü, o alışık olduğumuz beylik laflarından biri diye geçiştirmiştim. Millete kaktırdığı dandik mallardan pek bir farkı yoktu. Ama yıllar sonra dönüp baktığımda, yaşlı kurdun bu sözünde aslında derin bir biyolojik gerçek olduğunu görüyorum. Öyle ki, günümüz evrimsel psikologlarının savunduğu şeyin tam da üstüne basmıştı. Görünüşe göre, biz insanlar, gerçekten de korkuyu, yırtıcı hayvanlardan korunmak için bir hayatta kalma mekanizması olarak geliştirmişiz. Örneğin -beynin duygu düzenleme müdürlüğü diyebileceğimiz- amigdalasında hasar meydana gelen maymunlar, yerdeki kobraları ellerine almak gibi pek de akıllıca sayılmayacak hareketler yapabiliyorlar.

Fakat aradan milyonlarca yıl geçti ve her köşede bir vahşi hayvanın kol gezdiği dönemler geride kaldı. Bu yüzden aynı korku mekanizması günümüz koşulları için aşırı tepkisel olabiliyor. Ayağını sürekli fren pedalının üstünde tutan gergin bir şoför gibi gerçekte olmayan tehlikelere tepki gösterip bizi mantıksız kararlar vermeye sevk edebiliyor.

“Buzul çağında hisse senedi diye bir şey yoktu,” diyor Carnegie Mellon Üniversitesi’nden ekonomi ve psikoloji profesörü olan George Loewenstein. “İnsanoğlu hastalık derecesinde ihtiyatlı. Duygularımızı yönlendiren mekanizmaların çoğu modern hayata uyum sağlayamamış.”

Ben babamın ifadesini yeğliyorum.

Modern insanın riskten kaçınma eğiliminin hastalık derecesinde olduğu gerçeği, bunun eskiden de böyle olduğu anlamına gelmiyor elbette. Hatta günümüzde klinik vaka derecesinde ihtiyatlı olanların -örneğin kaygı (anksiyete) bozukluğu olanların- iyi bir özelliği aşırıya kaçırmış olduklarını söyleyebiliriz. Evrimsel biyologların iddiasına göre, atalarımızın yaşadığı çağlarda tehlikelere karşı aşırı ihtiyatlı olan bireyler, yırtıcılara karşı olan mücadelemizde kilit bir role sahiptiler. Bu açıdan bakıldığında, kaygılı olmanın bir zamanlar çok önemli bir uyumsal avantaj olduğu anlaşılıyor. Çalılıkların arasındaki hışırtılara ne kadar duyarlı olursanız, kendinizin, ailenizin ve yakınınızdaki diğer grup üyelerinin hayatta kalma şansınız o kadar artıyordu. Bugün dahi, kaygılı insanlar tehlikeyi hissetme konusunda diğerlerinden daha başarılılar. Örneğin bilgisayar ekranındaki mutlu veya ifadesiz yüzlerin arasına yerleştirilmiş sinirli bir yüzü diğerlerimizden çok daha hızlı fark edebiliyorlar. Gece vakti yabancısı olduğunuz bir muhitte yalnız başınıza dolaşmaya çıkarsanız, size destek olması anlamında hiç de fena bir vasıf sayılmaz. Kaygılı olmanın bazen büyük faydaları olabilir.

Zihinsel bozuklukların, verdikleri sıkıntıların yanında ara sıra beklenmedik yararlar da sağlayabiliyor olmaları yeni bir fikir değil elbet. 2400 yıl önce filozof Aristotales’in dediği gibi, “İçinde bir parça delilik barındırmayan deha yoktur.” Yağmur Adamve Akıl Oyunları gibi filmler sağ olsun, otizm ve şizofreni söz konusu olunca “deha” ve “delilik” kavramlarının bir arada olmasını yadırgamıyoruz artık. Nörolog ve akıl hastalıkları uzmanı Oliver Sacks, Karısını Şapka Sanan Adam adlı kitabında “ikizler” ile ilgili ünlü bir anekdota yer verir. O zamanlar 26 yaşında olan ileri derecede otistik kardeşler John ve Michael, bir enstitüde kalmaktadırlar. Bir kutu kibrit yere saçıldığında, ikisinin ağzından da aynı söz çıkar: “111”. Sacks kibritleri toplar ve saymaya başlar…

Benzer şekilde, artık klişe haline gelen, dâhi ama acılar içindeki sanatçı tiplemesi de boşuna değildir. Ressam Vincent van Gogh, dansçı Vaslav Nijinsky ve (sonradan bahsedeceğimiz) “oyun kuramı”nın babası John Nash – üçü de psikoz hastasıydılar. Tesadüf mü dersiniz? Budapeşte Sem-melweis Üniversitesi’nden araştırmacı Scabolcs Keri öyle düşünmüyor. Keri, hem şizofreniyle hem de yaratıcılıkla ilişki-lendirilebilecek bir genetik polimorfizm keşfetmişe benziyor. “Neuregulin 1” adı verilen bir gendeki tek-harflik belirli bir DNA farklılığı, daha önceden hem psikozla hem de zayıf hafıza ve eleştiriye aşırı hassaslıkla ilişkilendirilmişti. Keri, bu farklılığın iki kopyasını birden taşıyan bireylerin, tek kopya taşıyan veya hiç taşımayan bireylere oranla yaratıcılık testlerinde çok daha yüksek puanlar aldıklarını bulguladı. Ayrıca tek kopya taşıyanlar da hiç taşımayanlara oranla genel olarak daha yaratıcı oluyorlardı.

Bunalımın bile avantajları var. Son araştırmalara bakacak olursak, umudunu yitirmek insanların daha sağlıklı düşünmelerini sağlıyor; ayrıca dikkatlerini yoğunlaştırmalarına yardım ediyor ve sorun çözme becerilerini geliştiriyor. New South Wales Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Joe Forgas çok yaratıcı bir deney yaptı: Sydney’deki küçük bir kırtasiyecide, kasanın yanındaki tezgâha oyuncak askerler, plastik hayvanlar ve minyatür arabalar gibi ıvır zıvır şeyler yerleştirdi. Dükkândan çıkan müşterilerin, tezgâhtaki ürünlerden hatırlayabildikleri kadarını saymalarını isteyerek hafızalarını test etti. Fakat işin içinde bir bityeniği vardı: havanın kapalı ve yağmurlu olduğu günlerde Forgas dükkânda

Verdi’nin “Requiem”ini çaldı; güneşli günlerdeyse Gilbert ve Sullivan’ın neşeli parçalarını.

Sonuçlar bundan daha açık olamazdı. İç karartıcı ortamda bulunan insanlar, ürünleri diğerlerinden neredeyse dört kat daha iyi hatırlamıştı. Yağmur onları mutsuzlaştırmış, bu mutsuzlukları onların daha dikkatli olmalarını sağlamıştı.

Kıssadan hisse: İyisi mi, güzel havalarda para üstünü saymazlık etmeyin.

Ruhsal bozukluklar bulvarında dolaşırken, bardağın dolu tarafı veya teselli ödülü olarak değerlendirebileceğimiz, şöyle veya böyle bir fayda sağlayan bir yön illa ki çıkıyor. Saplantılı (obsesif kompulsif) kişilik bozukluğunuz mu var? Gazı asla açık unutmazsınız. Paranoyak mısınız? Alta küçücük yazılmış yazıları okumadığınız için hüsrana uğrama riskiniz ortadan kalkar. Korku ve keder -kaygı ve bunalım- evrensel olarak tüm kültürlerde görülen beş temel duygudan2 ikisini oluşturur ve hepimiz hayatımızın hiç olmazsa belli bir döneminde bu duyguları mutlaka hissetmişizdir. Ancak bir grup var ki bu genellemeye bir istisna teşkil ediyor. Onlar en zor ve sıkıntılı koşullarda bile bu iki duyguyu hissetmiyorlar. Psikopatlar. Bir psikopat gazı açık bıraktığını bilse bile endişelenmez.

Peki, bunda bardağın dolu tarafı nerede?

Bu soruyu bir psikopata soracak olursanız, büyük olasılıkla size asıl deli olan sizmişsiniz gibi bakacaktır. Çünkü psikopat için boş taraf yoktur, sadece dolu taraf vardır. Başkası olsa, bir yılda 11 değil, 12 ay olduğu acı gerçeğini kabul edip, o günlükleri kimse almaz diye düşünürdü. Ama babam öyle düşünmemişti. Hatta tam tersine; ona göre bu, satışı kolaylaştıran bir fırsattı.

Babam tek örnek değil şüphesiz. Araştırmalarım sırasında yaşamın her alanından sayısız psikopatla tanıştım. Ayrıca kayıtlara geçmesi açısından, hepsinin bizim aileden olmadığını da belirteyim. Kapalı kapılar ardında Hannibal Lec-ter’larla ve Ted Bundy’lerle tanıştım: merhamet ve vicdan duyguları olmayan, aklınıza gelebilecek her türlü psikopatın evine çatkapı gelip sofrasına oturabilecek, bu işin liste başı isimleriyle. Gelgelelim, topluma zarar vermek şöyle dursun, hizmet eden, onu koruyan ve zenginleştiren psikopatlarla da tanıştım: cerrahlar, askerler, casuslar, işadamları, hatta -söylemeye dilim varmıyor- avukatlarla.

“Burnun havada olmasın. Ne kadar iyi olursan ol. Geldiğini göremesinler,” diye öğüt veriyordu Şeytanın Avukatı filminde başarılı bir hukuk şirketinin baş avukatı rolündeki Al Pacino. “İşin sırrı burada dostum – kendini küçük göster. Cahil ol. Sakat ol. Düşük zekâlı ol. Cüzamlı ol. Ucube ol. Bak bana – daha ilk günden küçümsendim.” Pacino, şeytan rolündeydi. Ve taşı tam gediğine koyuyordu. Psikopatların ortak bir özelliği varsa, o da paravanlarının arkasında acımasız bir yırtıcının buz gibi soğuk kalbi çarpıyor olmasına rağmen, kendilerine sıradan insan havası verme konusundaki dört dörtlük becerileridir.

Olağanüstü başarılı genç bir avukatın bana Thames Nehri’ne bakan teras katının balkonunda söylediği üzere: “İçimin derinliklerinde bir seri katil saklanıyor. Fakat ben onu kokainle, Formula 1’le, hayat kadınlarıyla ve lamba altında çapraz sorgularla hoşnut tutuyorum.”

Çaktırmadan balkonun kenarından uzaklaşıyorum.

Genç avukatla yaptığımız bu havadar sohbet -ki sonradan beni sürat teknesine bindirerek nehirden otelime bıraktı-, psikopatlarla ilgili geliştirdiğim bir kurama ışık tutar nitelikte: yanılsamaları etkileyici bulduğumuz için ister istemez psikopatlardan da etkileniyoruz. Dıştan bakıldığında normal gibi gözüken, ama yakından incelenince altından bambaşka gerçekler çıkan şeyler ilgimizi çekiyor. Karıncamsı yengeç-örümcek (amyciaea lineatipes), avladığı karıncaları taklit eden bir eklembacaklıdır. Kurbanı, sandığı kadar iyi bir karınca sarrafı olmadığının ayrımına vardığında, artık iş işten geçmiş olur. Görüştüğüm kişilerin çoğu, bunun nasıl bir duygu olduğunu gayet iyi biliyordu. Ve inanın bana, onlar şanslı olanlardı.

Alttaki resme bakın. Kaç tane futbol topu görüyorsunuz? Altı mı? Bir daha bakın. Hâlâ altı mı? xx. sayfanın altında cevabı bulabilirsiniz.

Psikopatlar da böyledir işte. Dıştan bakınca gayet candandırlar; cazibeleri, karizmaları ve dikiş izleri belli olmayan psikolojik kamuflajlarıyla dikkatimizi dağıtarak “gerçek renklerini” -gözlerimizin önünde duran anormalliği- fark etmemizi engellerler. Baş döndürücü, hipnotik kişilikleri bizi amansızca içlerine çeker.

Gene de şeytanın ve Londralı havalı çırağının ima ettiği üzere, psikopatlık faydalı da olabilir. En azından dozu kaçırılmadığı sürece. Psikopatlık, tıpkı kaygı, bunalım ve diğer psikolojik bozukluklar gibi, bazen uyumsal bir avantaja dönüşebilir. İleride göreceğimiz gibi, psikopatların -başta kişisel cazibe ve kimliğini gizleme dehası olmak üzere- çok çeşitli becerileri vardır. Bunlar, nasıl kullanılacakları ve dizginlenecekleri öğrenildikten sonra, sırf iş hayatında değil, günlük hayatta da ciddi yarar sağlayabilirler. Psikopatlık güneş ışığı gibidir. Gereğinden fazla altında kalırsanız grotesk ve kanserojen bir sonla karşılaşabilirsiniz. Kontrollü olup ideal seviyeyi aşmadığınızda ise esenliğinize ve yaşam kalitenize önemli artılar sağlayabilir.

İlerleyen bölümlerde bu özellikleri ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Ve bunları kendi psikolojik beceri repertuvarımıza katmanın yaşamlarımızı nasıl çarpıcı biçimde değiştirebileceğini göreceğiz. Elbette psikopatların yaptıklarını yüceltmek gibi bir niyetim kesinlikle yok – en azından topluma zararlı olan psikopatların yaptıklarını. Bu, bir zihin tümörünü, kişiliğin kanserinin habis entrikalarını yüceltmek gibi bir şey olurdu. Öte yandan, düşük dozdaki psikopatlığın bronzlaşmış bir kişilik gibi olduğuna ve sürpriz yararlar gösterebileceğine işaret eden kanıtlar var.

Bunların birkaçına doğrudan tanıklık etmiş bulunuyorum. Yıllar birbirini kovalayıp da işlerden el etek çekince, tanrılar babama pek iyi davranmadılar. (Gerçi babam da bu konuda pek seçici sayılmazdı: Buda heykelciklerinden Bakire Meryemlere, hilallerden İsa’nın kutsanmış kalbine tüm dini sembollerin, üç tekerli kamyonetinin arkasında bulunmuşluğu vardı.) Parkinsona yakalandı. Ve ürkütücü derecede kısa bir süre içinde, bavulunu on saniyede gözü kapalı toplayabilen bir adamdan (bu yeteneğinin ne çok işe yaradığını anlatamam), her iki koluna birer kişi girmeden ayağa kalkamayan bir adama dönüştü (“Eskiden olsa zabıtalar girerdi koluma,” derdi.)

Fakat hiç kuşkusuz, en iyi numarasını vefatından sonraya saklamıştı. En azından ben, bundan vefatından sonra haberdar oldum. Cenazesinden kısa bir süre sonra bir akşamüstü, eşyalarını gözden geçirirken bir çekmecede bazı karalamalar buldum. Yazılar, ömrünün son birkaç ayında kendisine bakan çeşitli hastabakıcılar tarafından kaleme alınmıştı (insanların tavsiyelerine kulak asmamış, hastalığı süresince evde kalmayı başarmıştı). Bunlar bir tür “bakım günlüğü”ydü.

İlk dikkatimi çeken, günlüğün ne kadar muntazaman ve özenle yazılmış olduğuydu. Bir kadına ait olduğu su götürmeyen elyazısı, sıradanlığıyla mütevazı, mavi ya da siyah bir tükenmez kaleme bürünmüş, tek bir nokta ya da virgül şaşmadan, inci gibi dizilmişti. Fakat okudukça babamın dünyadaki son birkaç ayının ne kadar tekdüze geçtiğini ayrımsamaya başladım. Bu son perde, hayatın pazar tezgâhındaki bu son duruş, aralıksız bir yavanlık ve kasvetle doluydu. Arada bir ziyaretine gittiğimde bana belli etmemişti tabii. Parkinson kollarını ve bacaklarını yiyip bitirmiş olabilirdi, ama ruhu ile başa çıkamazdı.

Yine de durumun gerçekliği aşikârdı:

“Bay Dutton 7.30’da yataktan çıkarıldı.”

“Bay Dutton tıraş edildi.”

“Bay Dutton’a bir salatalık sandviçi yapıldı.”

“Bay Dutton’a bir bardak çay verildi,” diye uzayıp gidiyordu. Sonu gelmeksizin.

Bir süre sonra sıkıldım ve sayfaları hızla çevirmeye başladım. O sırada gözüme bir şey takıldı. Bir sayfanın ortasına titrek, örümcek ağı gibi bir yazıyla, iri, büyük harfler kullanılarak şu cümle karalanmıştı: “BAY DUTTON KORİDORDA PARENDE ATTI.” Bir kaç sayfa sonrasında: “BAY DUTTON BALKONDA STRİPTİZ GÖSTERİSİ YAPTI.” İçimden bir ses bunları uydurduğunu söylüyordu. Ama sonuçta babam gibi bir adamdan bahsediyoruz. Can çıkmadan huy çıkmazmış.

Artık oyunun kuralları da değişmişti. Bu deli saçması cümlelerin altında daha yüksek, daha büyük bir gerçek saklıydı: ruhu alevler içinde yanarken, devreleri ve sinapsları umuda yer bırakmayacak şekilde merhametsizce yenik düşmüş bir adamın öyküsü. Ama çiplerin hepsi yanmış ve oyunun sonu gelmiş olsa da, içindeki zapt olunamaz riayetsizliğin son köpürmesiyle savaşarak yenilen bir adam.

Parende ve striptiz gösterisi, tıraş olmaya ve salatalığa on basar.

Uydurma olması kimin umurunda?

Tamam, haklısınız, altı tane top var. Şimdi de adamın ellerine bir bakın. Bir gariplik görüyor musunuz?

Video’lu Tanıtım

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Albert Einstein – Fiziğin Evrimi

Editor

Yitik Cennet

Editor

Akilah Azra Kohen – Fi

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası