Roman (Yabancı)

Daire 16

daire-16-adam-nevill-pegasusEDGAR ALLAN POE GELENEĞİYLE STEPHEN KİNG’İN TARZINI BİRLEŞTİREN YENİ BİR YETENEK!

Londra’nın zengin bir muhitinde bulunan Barrington House’da boş bir daire vardır. Daire 16’ya elli yıldır kimse adım atmamıştır ve bunun bir sebebi vardır. Bazı şeylerin gizli kalması gerekmektedir. Fakat daha sonra Amerikalı genç bir kadın olan Apryl, büyük teyzesi Lillian’dan kendisine kalan mirası teslim almak için Londra’ya gelir. Apryl çok geçmeden Barrington House’un geçmişini araştırmaya başlar. Araştırmaları onu en sonunda daire 16’ya yönlendirir. Kapı aralandıktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır…

“Aynalarınızın üzerini örtün, gece lambalarınızı yakın ve tüyler ürpertici bir yolculuğa hazır olun.”
hagel.rat.blogspot

“Daire 16’nın karanlık atmosferini her an üzerinizde hissedeceksiniz.”
Rue Morgue

“Nevill’in bir dönem gece bekçisi olarak çalıştığı düşünülürse ana karakter Seth’in bu kadar gerçekçi olması şaşırtıcı değil.”
fantasybookreview.co.uk

“Stephen King’in O romanını aratmayacak kadar başarılı.
Kesinlikle okumalısınız.”
Fantasy Book Review

“İlginç karakterler, ürpertici olaylar, dehşet anları ve sürpriz bir son…
Daire 16’yı mutlaka okumalısınız.”
horrornews.net

“Bu kitabı okuduktan sonra evinizdeki ışıkları söndürmek istemeyeceksiniz.”
thefringemagazine.com

“Nevill’in tarzına hayran kalacaksınız. Kâbuslarla dolu, karanlık bir dünyanın içinde kaybolmaya hazırlanın.”
Speculative Book Review

“Ürpertici, zekice yazılmış, sürükleyici ve gerilim yüklü… Bir korku romanından başka ne bekleyebilirsiniz ki? Daire 16, ilk sayfadan itibaren sizi etkisi altına alacak.”
lecbookreviews.com

“Romanın başarısı, Neville’in gerilim ve korkunun dozunu çok iyi ayarlamasında ve anlatısını ustalıkla kurgulamasında yatıyor. Daire 16, giderek artan bir korku ve karanlık hissinin sizi içine aldığı, tüyler ürpertici bir kitap. Kesinlikle okumalısınız.”
sfrevu.com

***

GİRİŞ

Seth gürültüyü duyduğunda durdu ve sanki daire on altının, altın gibi parlayan cilalı meşeden yapılma kapısının ardını görebilecekmiş gibi baktı. Tam dokuzuncu katın merdivenlerinden inip sahanlığı geçiyordu ki gürültüler kulağına gelmeye başladı. Tıpkı son üç gecedir üst üste saat ikideki apartman nöbetinde olduğu gibi.

İrkilerek uyuşukluğunu üzerinden attı ve hemen kapıdan bir adım geri çekildi. İnce uzun bedeninin karşı duvara düşen gölgesi, bir desteğe tutunmak istermiş gibi kollarını açtı. Gördüğü şey karşısında irkildi. “Ha siktir.”

Barrington House’un bu bölümüne hiç ısınamamıştı, ama bunun nedenini kendisi de bilmiyordu. Belki çok karanlık olduğu içindi. Belki de ışıklar doğru yerlere konmamıştı. Baş kapıcı ışıklarda hiçbir sorun olmadığım söylüyordu, ama birisi merdivenlerden yukarı çıkarken önüne çeşitli şekillerde gölgeler düşüyordu. Merdivenin köşesinden henüz kendilerini göstermeyenlere ait sivri ve oynaşan uzuvların habercisi olan gölgeler, kimi zaman Seth’i yaklaşan kararlı adımların ve sürtünen kumaşın sesini duyduğuna bile ikna edebilirdi. Ama sonra kimse ortaya çıkmaz, köşeyi döndüğünde orada kendisini bekleyen kimse olmazdı.

Ama daire on altıdan gelen gürültü, binadaki her türlü gölgeden çok daha tedirgin ediciydi. Bunun nedeni, Londra’nın bu müstesna bölgesinde, sabahın erken saatlerinde bu sesi bastırabilecek başka bir şeyin bulunmamasıydı. Barrington House’un dışında, Knightsbridge Yolu’nun arkasındaki kalabalık mahallelerde genelde çıt çıkmazdı. Arada bir, ön taraftan geçen bir araba Lowndes Meydanı’nı dolaşır giderdi. İçeride ise gece bekçisi, kara yüzlerini inatçı camlara dayamış sinekler gibi vızıldayan elektrik lambalarının farkına varırdı. Ama mahalle sakinleri saat birden beşe kadar uyurdu. Evlerden de beklenmedik bir ses gelmezdi.

Ve daire on altı boştu. Baş kapıcı ona bu dairenin beş altı yıldır boş olduğunu söylemişti. Fakat üst üste dört gecedir Seth’in dikkati ister istemez oraya yöneliyordu. Kapıya içeriden vuruluyormuş gibi gelen ses yüzünden oluyordu bu. Önceden eski bir binada olmasını normal karşıladığı bu sese önem vermemişti. Bina yüz yıldır ayaktaydı. Belki bir boru filan gevşemişti. Ama bu gece durmadan devam ediyordu. Her zamankinden daha gürültülüydü. Sanki… kararlıydı. Bir derece daha artmıştı. Sanki onu beklemiş, vücut ısılarının düştüğü ve çoğu insanın öldüğü bu saate, onun her zamanki gibi merdivenlerden geçtiği zamana denk gelmişti. Gece bekçisinin para karşılığında bir saat boyunca dokuz katın merdivenleri ve sahanlığında devriye gezdiği bir saatti. Ama ses daha önce bu kadar yükselmemişti.

Mermer zemin üzerinde takırdayan mobilyanın sesleri duyuldu, sanki dairenin giriş salonunda bir sandalye ya da küçük bir masa bir kenara atılmıştı. Belki devrilmiş, hatta kırılmıştı. Barrington House gibi saygın bir mekânda duyulacak türden sesler değildi bunlar.

Endişeli bir halde, sanki açılmasını beklermiş gibi, kapıya bakmaya devam etti. Gözlerini pirinçten yapılma on altı rakamına dikmişti. Pirinç levha öyle parlatılmıştı ki beyaz altın gibi duruyordu. Gözlerini kırpmaya bile cesaret edemedi. Kim bilir, belki o anda açılır ve gürültünün kaynağını kendisine gösterirdi? Tahammül edemeyeceği bir görüntüyle karşılaşması mümkündü. Gerektiğinde bacaklarında kendisini sekiz kat aşağı taşıyacak gücün olup olmadığını merak etti. Belki de bir şey kendisini takip ederken.

Bu düşünceyi kafasından attı. Ani korkusu, yerini hafif bir utanca bıraktı. Çocuk değildi, otuz bir yaşında bir adamdı. Bir seksen iki boyundaydı ve maaşlı bir güvenlik görevlisiydi. Bu görevi kabul ettiğinde ortalıkta dolaşıp etrafına güven verici görünmekten fazla bir şey yapacağını hiç düşünmemişti. Ama bu şeyin araştırılması gerekiyordu.

Deli gibi çarpan kalbinin sesini duymamaya gayret eden Seth, kapıya doğru eğildi ve kulağı kapıdaki zarf kapağına birkaç santimetre mesafede olacak şekilde durup dinledi. Sessizlik.

Parmakları posta kutusuna doğru yaklaştı. Eğer diz çöker ve pirinç zarf kapağını içe doğru iterse sahanlıktan gelecek ışık kapının diğer tarafındaki koridorun bir bölümünü aydınlatabilirdi.

Ama ya karşısında birini bulursa ne olacaktı?

Eli durdu, sonra geri çekildi.

On altıya kimsenin girmesine izin verilmezdi, altı ay önce işe yeni başlığında bu kural baş kapıcı tarafından kendisine sıkı sıkı tembih edilmişti. Knightsbridge’deki kapıcılı apartmanlar için bu tür yasaklar tuhaf sayılmazdı. Sıradan birisi piyangodan ikramiye kazandığında bile Barrington House’da kolay kolay oturamazdı. Üç yatak odalı daireler en az bir milyon sterline satılırdı ve yıllık aidatları on bir bin sterlin civarında olurdu. Pek çok apartman sakini dairelerini antikalarla döşemişti; kimileri ise savaş suçluları gibi mahremiyetlerini muhafaza eder, evraklarını çöpe atmadan önce parçalarlardı. Aynı giriş yasağı binadaki beş daire için daha geçerliydi. Fakat devriyeleri sırasında Seth herhangi birinden en ufak bir sesin geldiğini duymamıştı.

Belki de birinin o dairede kalmasına müsaade edilmişti ve gündüz kapıcılarından biri de dalgınlıkla bu durumu deftere kaydetmeyi unutmuştu. Bu pek mümkün değildi, çünkü iki gündüz kapıcısı da -Piotr ve Jorge- kendilerine gece vakti olan bu garip durumlardan bahsettiği zaman şüpheyle kaşlarını çatmışlardı. Bu durumda geriye sadece bir makul açıklama kalıyordu: biri dışarıdan gizlice girmiş olmalıydı.

Eğer öyleyse bu yabancının binanın dışından merdiven dayayarak çıkması gerekirdi. Seth, son on dakika içerisinde binanın dışında devriye gezmiş ve merdivene benzer bir şey görmemişti. Baş kapıcı Stephen’ı gidip uyandırabilir ve ondan kapıyı açmasını isteyebilirdi. Ama onu gecenin bu saatinde rahatsız etme fikri pek hoşuna gitmedi. Barrington House’da geçici olarak kalan veya orada yaşayan kırk tane milyonerin kapris ve talepleriyle ilgilenmesinin yanında baş kapıcının yatalak bir karısı vardı. Kapıcılık görevlerinden arta kalan zamanının büyük bölümünde onunla ilgilendiğinden günün sonunda bitkin düşerdi.

Bir dizinin üstüne çöken Seth zarf kapağını itip karanlığa baktı. Yüzüne çarpan soğuk rüzgârı tanıdık bir koku takip etti: kâfur ahşabın kokusu ona çocukken saklandığı büyük annesinin dolabını hatırlatmıştı. Viktorya döneminde inşa edilen üniversite kütüphaneleri ve müzelerde de benzer bir kokuya rastlamak mümkündü. Fakat onun haricinde dairenin yakın zamanda kullanıldığına dair bir işaret yoktu.

Başının ve omuzlarının üzerinden geçen loş ışık, dairenin giriş salonunun küçük bir bölümünü aydınlattı. Duvara dayalı telefon sehpasının karanlık siluetini, sağda belli belirsiz görünen kapı eşiğini ve siyah beyaz mermerden birkaç metrekarelik zemini seçebiliyordu. Geri kalan yerler ise gölgeli veya zifiri karanlıktı.

Daha iyi görebilmek için kuruyan gözlerini ovuşturdu ve daha çok şey görmeye gayret etti. Bir şey göremedi. Fakat duyduklarıyla tüyleri diken diken oldu.

Gözlerini kısmış karanlığa bakarken koridorun diğer ucunda ağır bir şeyin çekildiğini duyabiliyordu. Sanki oldukça ağır bir şey çarşafa sarılmış veya bir kilimin üzerine konmuş halde çekilerek kapının hemen önündeki ışığın aydınlattığı küçük bölgeden uzaklaştırılıyordu. Sesler dairenin derinliklerine doğru uzaklaşmaya devam edip azaldı ve sonra tümden kesildi.

Seth bir an seslenerek bu karanlığa meydan okumayı aklından geçirdi ama ağzını açacak cesareti kendinde bulamadı. Karanlığın diğer ucundan birinin kendisini izlediği hissine kapıldı. Bu ani farkındalık ve savunmasızlık hissiyle kapağı kapatıp ayağa kalkmak ve uzaklaşmak istedi.

Tereddütteydi. Doğru dürüst düşünemiyordu. Yorgundu. Zayıf, beceriksiz, şaşkın, hatta paranoyak olmasına neden olacak kadar yorgundu. Hep gece çalışmaktan. Otuz bir yaşındaydı ama çalıştığı vardiyalar yüzünden kendisini seksen bir yaşında hissediyordu. Gece çalışanlarda sık görülen uyku yoksunluğu belirtilerini gösteriyordu. Ama hayatı boyunca hiç halüsinasyon görmemişti. Henüz gaipten sesler duyacak kadar yorgun olduğunu da sanmıyordu. Daire on altıda birisi vardı.

“Tanrım.”

Bir kapı açıldı. İçeride. O göremediği karanlık kısımda. Koridorun ortasında bir yerlerde olmalıydı, önce küçük bir sesle aralanmış, sonra gürültülü bir gıcırdamayla ardına kadar açılarak duvara çarpmıştı.

Kımıldamadı, gözlerini dahi kırpmadı. Sadece bakakaldı ve karanlıktan çıkıp gelecek şeyi bekledi.

Ama bekleyiş ve sessizlikten başka bir şey yoktu.

Ama korkunun verdiği duyarlılığa ve uyanıklığa sahip biri için tam bir sessizlik değildi bu. Seth bir şeyler duymaya başladı. Belli belirsizdi ama yaklaşıyordu, sanki yüzüne doğru geliyordu.

Dairenin karanlık iç kısmından yükseliyordu ses. Büyük deniz kabuklularının içinde duyduğundan çok da farklı olmayan bir sesti. Uzaklarda esen bir rüzgârı andırıyordu. Koridorun diğer ucuyla arasında olan mesafe zihninde giderek büyüdü. Ta orada. Hiçbir şey göremediği yerde.

Çökerek karanlığa doğru baktığı yerde esinti arttı. Beraberinde bir şey daha taşıyordu. Uzaklardan gelen, zayıf ama yine de açıkça duyulabilen bir ses. Sanki kilometrelerce ötede daireler çiziyormuş gibi gelen bir ses. Hayır, birden fazlaydı. Ama çığlıklar öyle uzaktı ki tek kelime bile anlaşılmıyordu. Yüzünü kapıdan daha da geri çekti, zihni bu duruma bir açıklama getirebilmek için çırpınıyordu. Acaba bir yerlerde bir pencere mi açık kalmıştı? Bir radyonun mırıltısı mıydı bu, yoksa sesi kısık bir televizyondan mı geliyordu? Mümkün değildi. Daire boştu.

Rüzgâr yaklaştıkça sesler daha da arttı. Havanın hareketi içerisinde üstünlüğü ele geçiriyor gibiydiler. Ne oldukları belli olmasa da belirgin bir tonları vardı. Seth’in yüreğini endişeyle, hatta korkuyla dolduruyorlardı.

Bunlar dehşete düşenlerin feryatlarıydı. Biri çığlık atıyordu. Bir kadın mı? Hayır, mümkün değil. Yaklaştıkça bir hayvan sesini andırmaya başladı ve Seth’in aklına bir zamanlar hayvanat bahçesinde gördüğü, siyah diş etlerini ve uzun sarı dişlerini örten kırmızı dudaklarıyla uluyan babunlar geldi.

Çığlık esip geçti ve yerini iniltiler almaya başladı, her biri diğerinden daha çaresiz ama soğuk rüzgârda öne çıkabilmek için birbiriyle yarışan iniltiler. Panik içindeki histerik bir ses hızla yaklaştı, diğer tüm sesleri sanki büyük bir dalgayla silip süpürüyormuş gibi gölgede bırakarak devam etti. Artık bu yeni sesin söyledikleri neredeyse duyulabiliyordu.

Bıraktığı zarf kapağı hızla kapandı ve her yer yeniden ani ve derin bir sessizliğe gömüldü.

Ayağa kalktı, geri çekilip kendini toparlamaya çalıştı. Kalbi deli gibi çarparken kazağının koluyla alnında biriken teri sildi ve ağzının toz yutmuş gibi kupkuru olduğunu fark etti.

Bir an önce bu binadan çıkıp gitmek istiyordu. Eve gitmek ve yatmak. Bu garip duygudan ve uykusuzluğuna eşlik eden tahayyüllerden kurtulmak. Hepsinin hayal gücünün eseri olduğuna şüphe yoktu.

Halıyla kaplı merdivenleri ikişer ikişer inerek batı kanadından zemin kattaki girişe geldi. Hızla masanın yanından geçip binanın ön kapısından dışarı çıktı. Kaldırımda durdu ve başını kaldırıp baktı, gözleri sekizinci kata varana kadar beyaz taşlı balkonları saydı.

Pencerelerin tümü kapalıydı, ne açık ne de aralık olan vardı, tümünün beyaz çerçeveleri sıkı sıkıya kapatılmıştı ve daire on altının içindeki kalın perdelerin de kapalı olduğu görülüyordu. Londra’ya ve tüm dünyaya gece gündüz kapalıydılar.

Ama saçlarının altındaki alnı gerildi, çünkü hâlâ üzerinden ve hatta kafasının içinden gelen belli belirsiz ve uzak rüzgârı, o tarif edilemez seslerin haykırışlarını duyabiliyordu. Sanki onları da beraberinde aşağı getirmişti.

BİR

Apryl, havaalanından doğruca mirasına gitti. Gideceği yeri bulması da çok kolaydı. Heathrow’dan Piccadilly Hattı¹ ile Knightsbridge adlı istasyona gidecekti. Aceleci kalabalığın arasından sırt çantasıyla beton merdivenleri çabucak çıkıp kendini kaldırıma attı. O kadar uzun süre metroda kalmıştı ki ışık gözleri kamaştırdı. Ama eğer harita doğruysa burası Knightsbridge Yolu’ydu. Kalabalığın arasına daldı.

Arkadan itildi ve sert bir dirsek darbesiyle yana savruldu, bu garip şehre uyum sağlamanın kolay olmadığını hemen anlamıştı. Kendini küçük ve oraya ait değilmiş gibi hissetti. Bu onu hem utandırıyor hem de öfkelendiriyordu.

Dar kaldırım boyunca devam etti ve bir dükkânın kapı eşiğine sığındı. Diz eklemleri kaskatıydı; vücudu, deri ceketi ve pamuklu gömleğinin altında terlemişti. Birkaç saniye soluklanıp önünde dört bir yana akan insan trafiğini izledi. Arka planda ise sisin içinde kaybolan bir manzara resmi gibi duran Hyde Park bulunuyordu.

Çevresindeki bir binaya, yüze veya mağaza vitrinine dikkatini vermesi zordu, çünkü Londra her durağan yapının etrafında sürekli hareket halindeydi. Binlerce insan caddelerde aşağı yukarı yürüyor; kırmızı bir otobüs, beyaz bir minibüs, bir kamyon veya araba bir an hızını kezse derhal karşı tarafa fırlıyorlardı. Aynı anda her şeye bakmak, her şeyi öğrenmek ve onların arasında kendi yerini bilmek istedi ama bir an bile durmayan işlek caddenin karşı konulmaz enerjisi düşünme yetisini uyuşturarak gözlerini kısmasına neden olmuştu. Sanki beyni çoktan pes etmişti ve uyumayı düşünmeye başlamıştı.

Sekiz saat önce New York’tan yola çıktığından beri en az yüz kez bakmış olduğu el kitabındaki haritada Barrington House’a giden en kestirme yolu bulmaya çalıştı. Tek yapması gereken Sloane Caddesi’nden yürüyüp sola, Lowndes Meydanı’na dönmekti. Taksiyle bile metroyla geldiğinden daha uygun bir yere gelemezdi. Büyük teyzesinin binası meydanda bir yerdeydi. Sonrası ise doğru kapıyı bulana kadar kapı numaralarını takip etmeye kalıyordu. Güzel ve içini rahatlatan bir işaretti bu; yol işaretlerini okuyup hangi sokaktan gideceğini bulmaya çalışmak gerçekten de çok can sıkıcı olabilirdi.

Ama en kısa sürede dinlenmesi gerekiyordu. Londra’yı ziyaret etme ve büyük teyzesi Lillian’ın kendisine miras bıraktığı şeyin ne olduğunu görecek olma düşüncesiyle birlikte annesi de bir haftadır uykularını bölüyordu, uçakta da hiç uyuyamamıştı. Ama böyle bir yerde insan nasıl dinlenebilirdi ki?

İstasyondan Lowndes Meydanı’na yaptığı kısa yürüyüş büyük teyzesi Lillian’ın fakir olmadığı yönündeki tahminlerini doğruladı. Haritada buranın Buckingham Sarayı’na, elçiliklerin bulunduğu Belgravia’ya ve adını buraya gelmeden önce duyduğu bir mağaza olan Harrods’a yakın olduğunu görmesi, büyük teyzesinin son altmış yılını bir gecekondu muhitinde geçirmediğini fark etmesini sağlamıştı. Ama bu bilgi bile onu Knightsbridge’i ilk gördüğü an için hazırlamaya yeterli değildi: uzun pencereli ve siyah korkuluklu yüksek, beyaz binalar; kaldırım kenarlarını işgal eden sayısız lüks araba, kendi sırt çantasının bok çuvalı gibi görünmesine neden olan pahalı çantalarıyla ve yüksek topuklu ayakkabılarıyla ortalıkta dolaşan sahte aksanlı, zayıf ve sarışın İngiliz kızları. Deri ceketi, sıvanmış kolları, Converse ayakkabıları ve Bettie Page tarzı siyah saçlarıyla kendisini başını öne eğmeye mecbur
—–
(1) Londra metrosunun bir hattı. (yay. n.)

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Lev Nikolayeviç Tolstoy – İnsan Ne İle Yaşar

Editor

Bekle Beni

Editor

Ardında Bıraktığın Kadın

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası