Roman (Yerli)

Şehzade

Kız yeşil kaftanı ve zümrüt gözleriyle karşısına dikildiğinde savaş meydanlarında ateşten ve kandan bunalmış savaşçıların huzur bulacağı serin ormanlara benziyordu. Herkesin bunaldığında kaçıp saklanmak, yorulduğunda yeşilinin içine girip dinlenmek isteyeceği deniz kenarındaki kuytu korular gibi. Saltanatın tehditleri, cenklerin yorgunluğu, babasının karasızlıkları ve gelecek korkuları aklından silinip gitmişti.

“Yaklaş!” dedi yavaşça; “korkma benden!” Sesi gür ama etkileyici yumuşaklıktaydı.

Saraydaki herkesin sürekli adını andığı, bütün hizmetkârların bir şeyleri beğendirmek için koşuştuğu, görenlerin önünde eğilip eteğini öptüğü neredeyse bütün Amasya halkının o memnun yaşasın diye hep bir ağızdan nefes alıp verdiği şehzade, doğu sultanlarının bilge bakışlarıyla karşısındaydı işte.

Korkulacak birine hiç benzemiyordu. Belki silahları üzerinde olmadığından!

İnsanı kucaklayan engin denizlerin büyülü huzuru vardı gözlerinde. Güneş yanığı tenin gölgelediği yosun rengi bakışlara yerleşmiş derinlik öyle hemen dünyaya gelir gelmez edinilecek cinsten olmadığını belli ediyordu.

Esmer tenli genç adam odanın ortasında ayakta duruyordu. Henüz otuz yoktu. Boynu, omuzları taştan oyulmuş heykellerinki gibi kusursuz. Uzun boyluydu ama dans ettiği gece tahtta oturan adam kadar iri yarı değil. Başındaki sarığı çıkarmıştı. Kısa kesilmiş siyah saçlarıyla daha yakışıklıydı şimdi. Mumların gölgeli ışığında tam anlaşılmasa da havaya kalkan ince uzun parmakları, “Biraz daha yaklaş!” diye çağırıyordu kızı.

Kalbi göğüs kafesinden fırlayacakmış gibi yaklaştı Sonya… Taşın üzerindeki küçük adımlarından çıkan tıkırtıyla şehzadenin yere sürünen yeşil kaftanının hışırtısı sessizlikte kocaman birer ses olup yankılandı.

Dans ettiği gecedekinden çok farklı olarak ürkekti! Bakışları yerden kalkmıyordu. Ya harem ağaları tarafından iyice azarlanmıştı ya da gerçekten korkuyordu. Ama şu haliyle bile,paslı dünyanın yüreğe süzülmüş kirini yıkayıp akıtan kızların güzelliği vardı onda.

Buhurdanlıklardan tüten ıtriyatın kokusu odaya misk nefesler armağan ederken, şehzade yere diz çökmüş bekleyen kızı kaldırmak için yavaşça elini uzattı. Sonya elini verirken gözlerini kaldırınca dans gecesindeki bakışların bir yere gitmediği, sadece bir süre gerilerde gizlendiği hemen çıktı ortaya.

Belinden tutup kendine doğru çektiğinde saçları avucuna doldu. Yasemin kokusu geliyordu lülelerin arasından. Her şeyin başlangıcı olmuştu bu bakışlar ve öyle anlaşılıyordu ki hiç de çekingen biri değildi aslında bu kız. Ne kadar uysal görünmeye çalışırsa çalışsın, kışkırtıcıydı!

Her şeyiyle aşka hazır…

Etrafını çeviren surlar içinde yüzyıllarca ihtişamla bekle yerek, kendisini fethedecek savaşçıyı bütün kuvvetleriyle ayağına çağıran müstahkem kaleler gibi duruyordu gözlerinin önünde ve şehzade hiçbir kaleyi fethederken içinde hapsolmayı bu kadar çok istememişti.

Sonya’nın şehzadeyle uyuyakaldığı gecenin sabahında Habinar, odasının kapısını açar açmaz görünmez bir elin kendisini uyarmak için bıraktığı sarı taflan buketiyle karşılaştı. Taflan ihanet demekti. Aşk işaretlerini ve şifreli saray dilini

ezbere bilen kadın kimseler görmesin diye ihaneti elleri titreyerek sessizce içeri aldı…

Koşarak dairesinin derinliklerindeki en kuytu odaya gitti. “Anne oğul beni kandırmaktan vazgeçin artık!” diye bağırdı boş duvarlara…

Yenilir yutulur cinsten olmayan büyük laflarından söylesene yine Habinar! diye azarladı kendini. Gizli işlerin için yedekte beklettiğin altınlarından birkaç kese saçsana ortalığa, bu berbat vaziyetten kurtulmak için. Şehzadenin yüzü gelmişti gözlerinin önüne. Annesinin kışkırtmalarıyla olduğunu tahmin edip umursamadığı… Son zamanlarda sessiz, gözleri dalgın, bakışları uzak bir erkek!

Katlanabilirsen katlan! Ateşli aşk gecelerimize ne oldu?

Elindeki yelpazeyi karşı duvara fırlattı. Yelpazedeki altın tırnaklardan kurtulan küçücük pırlantalar etrafa saçıldı.

Sen bir aşk bezirgânısın Habinar. Sadece yüksek kâr

arzusuyla hareket eden bir aşk taciri. Sakin ol önce. En korkunç durumlarda bile çıkış yolu hep vardır. Dizginsiz gurur felaket getirmez mi? Soğukkanlı kal!

Sen kârını hesapla tacir!

Kahvaltıdan sonra bütün sakinlerinin toplandığı haremin büyük salonunda mitralyöz bakışlarla etrafı taradı. Çatık kaşlarının altında güherçile saçan, intikamdan uslanmaz yakıcı gözleri odanın içinde kan kaybına yol açmasa da esas kanayan

kendi ağır yaralı yüreğiydi. İhanet yarası kolay kabuk bağlamaz, dedi kendi kendine. Çaresiz bekleyeceksin… Son çiğdem mevsiminde son çiğ tanesi düşünceye kadar soğuyacak yürek… Başka çaresi yok…

Katırların nalları çamurluydu. Hayvanlardan birinin ayağı sekse hiçbirini sağ bırakmayacak uçurum bekliyordu hepsini. Her yıl gelip geçtikleri bu geçitte nefesini tutmaya alışmışlardan biri, “Şeyhimizin himmetiyle bu sefer de sağ salim varırız

inşallah Erdebil’e” dedi. Geriden gelen tüccar onlar kadar iyimser değildi. Kimsenin duyamayacağı kısık sesiyle hemen yapıştırdı. “Abdallık değil aptallık bu!”

Sanki dünyanın çatısında yol alıyorlardı. Biraz sonra gökyüzüne açılacak bir kapıdan zamanın ve mekânın tamamen değişeceği başka bir âleme geçecekmiş gibi. Katırların sırtında bağlı ağırlıklar olmasa çoktan aşağılarda kalan ve artık görünmez olan Anadolu’nun doğu şehirlerine doğru geri geri uçurabilirdi rüzgâr onları. Her şey küçücük kalmıştı göğe yaklaştıkça, önemsiz ve değersiz. Hatta bütün hırslarla ihtiraslar bile uçurum başlı zirveye tırmanan minicik bedenlere hapsolmuş gökyüzüne doğru yükseliyorlardı. Dünyayı kirletmekten vazgeçmiş tası tarağı toplamış çekiliyorlardı artık. Bulutlar, acemi bir nakkaşın bilmem kaçıncı denemesinde cinnetle karmakarışık ettiği renklere boyanmış, bıkkın tonlarda geçip gidiyordu batıya doğru.

Güneş çekildiğinden beri soğuk, kendini hissettirmek için abanıyordu yolcuların üzerine.Yokuş yukarı tırmanıyor olsalar da Acem ülkesinin bıçakgibi kesen ayazının kollarına her adımda biraz daha düştüklerini kürek kemikleri arasında hissediyordu hepsi. Yine de memnundular hallerinden. Şeyhlerine götürdükleri adaklar ve nezirlerle yolda çekilen her türlü sıkıntının kendilerini cennete biraz daha yaklaştırdığını düşündükçe, utanmasalar daha fazla ıstırap ve zorluk isteyeceklerdi Allah’tan. En arkadan temkinli adımlarla tırmanan adam mallarını zayi etmeden Tebriz’e götürmekten başka bir şey düşünmüyordu.

Saf kalpli kötülük bilmez Türkmenler’in sömürülmesini engellemek için dağlar, kocaman bir canavarın omurları gibi uzanmışlardı İran sınırında. Uyanık tüccar, zavallı insanların yüklerine baktıkça konuşup konuşmamakta tereddütlü yutkunuyordu. “Fena halde kandırılıyorsunuz,” demek geliyordu içinden. “Erdebil’de oturanların dervişlik postu umurunda değil, bütün dertleri bu dünyada daha fazla güç ve zenginlik.”Nasılsa anlamayacaklardı. Bulundukları şartlarda anlasalar da anlamak istemezlerdi. Hayallerinde yarattıkları İslam’ın dördüncü halifesi Hz. Ali, soylu kahramana inanmak her şeyden güzel gelir, dünyanın bütün sıkıntılarını bununla unuturlardı.Cennetin ebedi hayatı garanti edilecekse şu geçit vermez dağlara meydan okurken uçurum başlarında çekilen ehemmiyetsiz sıkıntıların lafı bile olmazdı.

Tüccar gökyüzüne sivrilmiş mızraklar gibi duran doruklara baktıkça muzipçe gülümsedi. Aklına gelen şey, Türkmenler’in kayalardan uçsalar şeyhlerinin yolunda cennete uçtuklarına sevinecek olmalarıydı. Kâh yağan kâh duran yağmur, arada bir atıştıran damlalar yüzünden iyice kayganlaşmıştı kayalar. Yukarılara çıktıkça katırların ayağına düzlükte bulaşan çamurlar da sıyrılmış, nalın metalsi kayganlığıyla buluşan çişentili kayalarda, uğursuzluğun ayak sesleri çınlar olmuştu. Biraz sonra bastıracak ani bir sis ya da göz gözü görmez bir sağanak her şeyin sonu olabilirdi. Anadolu’dan yükleyip buraya kadar getirdiği soflar, kadifeler, muhayyerler, kutnular dağlardan aşağı saçılırdı top top. Ancak birkaç beygire yükleyebilecek kadar bulduğu ve sınır dışına çıkarabilmek için, “Osmanlı ihtiyaç fazlası” olarak mühürlettiği balmumu kaplanmış çadır bezlerinin böyle bir durumda başına neler gelebileceğini düşünmek bile istemiyordu.

Hiç değilse kendisinin iyi bir sebebi vardı. Ne de olsa ticaret için çıkmıştı şeytan merhameti gibi daracık dağ geçidine. Geçimi bu yoldandı. Ama keyif için bunca sıkıntıya katlanan şu önden giden şaşırmış Türkmenleri hiç mi hiç anlamıyordu. Hüseyin, dinlenmek için duraksayıp başını yukarılara doğru kaldırdığında bulutların içinde yürüdüğünü zannetti.Tırmanmaya başladıklarından beri gördükleri iki kartal yavrusu fazla yükselmeden turlayıp boşluğa tutunmuş görünen kovuktaki yuvalarına süzüldüler. Güzeldi dağlar, güzel olduğu kadar da tehlikeli. Cazibeli kadınlar gibi umulmadık bir anda yırtıverirdi adamın yüzünü.

Rüzgârın şiddetini artırdığına dikkat etti. Acemi neşeleriyle, birazdan çaresizliğin kucağına düşecekleri şimdiden belli olan tedbirsiz Türkmenlere yol göstermek geldi içinden.Acımıştı zavallılara. Gece bastırmadan nerede olmaları gerektiğini hesaplamadıkları her hallerinden belliydi. Ne güzel şeydi avunmak! Erdebilli halifeler tarafından bol bol avuntu pazarlanmış gariplerin hiçbir şeyi umursamadan cennetle avunurken donabileceklerinden haberleri bile yoktu.Hüseyin kervanbaşına seslendi.

“Hiç daha önce bu mevsimde geçtiniz mi buralardan?” Sesi başka bir adamın ağzından çıkmış gibi yankılanarak geri geldi. Kervandaki dergâh yoluna ilk kez çıkmış köylüler korkuyla birbirlerine bakınıp, “Bismillâh” dediler. Onların iyiliğini isteyen Erdebil’deki şeyhlerinin ufukların ötesinden seslenip yol gösterdiğini zannettiler herhalde. Açıkgöz tüccar, katılıyordu gülmekten…Kervanbaşı cevapladı. “Hayır beyim. Biz hep yazın giderdik Erdebil’e. Bu sene Şeyhimiz Sultan Ali’nin şehit edilmesinden sonra yeni şeyhimizi görmek istediğimizden kaldık bu mevsime.”

“İlerdeki düzlükte sırtını dağa vermiş bir mağara var. Hayvanlarla beraber geceyi orada geçirmemiz iyi olur. Yoksa sabah oluncaya kadar hiçbir yerde ne ısınabiliriz ne de rüzgârın önünde tutunabiliriz.”

Fakir köylülerin eline ayağına kapanmak için gittikleri Erdebil’in yeni şeyhi, henüz yedi yaşında bir çocuktu ve tanınmamak için atlarıyla elbiselerini sürekli değiştiren sadık müritleri tarafından Gilan yolunda dörtnala düşmanlarından kaçırılıyordu. Ölmemeliydi bu çocuk… İsmail ölmemeliydi…

Topkapı

Mart 1511

Molla atından inmiş, sağ salim gidip dönmesi için mahiyetine verilen sipahilerle beraber çamurlu ara sokaklardan yürüyerek Topkapı’ya doğru ilerliyordu. Yağmurda ıslanmış bulamaç toprakta çakşırını kollamaya çalışırken üzerine sıçrayan inatçı çamurdan çok, düşüncelerine bulaşan fesat çekiyordu onu batağa aslında. Teşrifatçının uzun uzun merasimlerini uğuldayan kulakları duymadı bile. Huzura çıktığında padişah meraklı gözlerle karşıladı, yeni havadislerle dönen adamı. Çok şükür sağ dönmüştü. “Hoş geldin Sarıgürz! Hayırlı haberlerle döndün inşallah!” Molla gözlerini yerden kaldırmadan yutkundu, lafı gevelemeden konuşmaya başladı. “Maalesef sultanım!” dedi. “Şehzadeniz bizi pek hiddetli karşıladı önce, lakin ziyaretimizin kavga ve azar için değil kendisinin de fikrini alarak bir orta yol bulunması için olduğunu anlayınca kızgınlığı geçti. O vakitten sonra hayli izzet ve ikram gördük. Fakat fikri sabittir ki, kendisi devletin ahvalini şifahen görüşmek üzere muhakkak elinizi öpmeye gelmek diler. Başkaca bir niyeti olmadığına ben de kaniyim.”

Gözünü tahta dikmiş bir kere almadan rahat etmez!

Eninde sonunda saltanat ona müyesser! Sen ne yaparsan yap! Bu meseleden postu deldirmeden sıyrılmak en iyisi!

Molla aklından geçenlere mukayyet olmaya çalışıp dilini sıkı tutmaya özen göstererek padişahı etekleyip geri geri odadan çıktı. Konuşma boyunca Kuzgun’la yaptığı görüşmeyi hep sansürleyerek anlatmış şehzadenin niyetini yumuşak göstermek için sulandıra sulandıra padişahın zihnini iyice çamura bulamaktan çekinmemişti. Belki meseleyi tam olarak ortaya koyup yaşlı padişahı düşünceler içinde çaresizliğe itip sinirlerini bozmak istememişti, belki ağzından çıkacak bir söz yüzünden şehzadenin öfkesinin yarın öbür gün –daha fazla güç elde ettiğinde– bir yıldırım gibi üzerine düşmesinden korkmuştu. Belki de bazı vaatleri dikkate alarak şimdiden Kuzgun’un safına geçmişti. Mollayı etkilemek için neler yaptığını neler söylediğini kimse bilemezdi Kuzgun’un.

O ne Kuzgun’du o!

Padişah, şehzadesinden itibar ve iltifat görmüş elçisi Molla Nurettin Sarıgürz’ün getirdiği cevabı divanın görüşüne sunduğu gün bir kıyamettir koptu. Günlerdir sinirleri yay gibi gerilmiş olan vezirler divan toplantılarındaki kuralı kaideyi unutup, hep bir ağızdan konuştular saatlerce. Sonunda bunun hayra alamet olmadığını söyleyip, biran önce tedbir alınması gerektiğinde karar kıldılar. Neresinden bakılırsa bakılsın, şehzadenin niyeti niyete benzemiyordu. Yirmi yıldan fazladır babasının elini öpmemiş bir oğlun hasret kokan sözleri kimseyi ikna edememişti. Kuzgun’u uzak yakın tanıyan

herkes, gerçek niyetinin bu olmadığı konusunda yaşlı padişahı uyarmak için seferber olmuştu.

Aslına bakılırsa, işin içinde kendi canları da vardı. Orada bulunanların tamamı yağlı kemendin kendi boğazına dolandığı sahneyi en az bir kere gözünün önünden geçirdi, divantoplantısı bitinceye kadar. Neticede Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa’nın bin beş yüz kişilik bir kuvvetle şehzadeye uzaktan da olsa, bir görünüvermesine karar verildi! Umulur ki Kuzgun korksun!

Kuzgun değil kendi gibi becerikli bir yırtıcıyı, kargaları bile güldürecek bu kararı duyduğunda işler ters giderse tekrar Kefe’ye kaçabilmek niyetiyle Burgaz Körfezi yakınlarına demirlemek üzere yelkenleri sağlam üç gemi ve sırtına biner binmez dörtnala gemilere doğru sürebilmesi için fırtına gibi bir at seçme hazırlığındaydı. Ama bir de işler umduğu gibi iyi giderse…

İşte o zaman önce Edirne’yi alacak, sonra İstanbul’a yürüyüşe geçecekti. Her gece kendini Topkapı’da tahta otururken gördüğü rüyaların gerçek olacağı günlerdi arkasından gelecek olanlar.Yine de aklından geçenlerin tek bir kelimesini bile belli etmeyecek ketumlukla divanın kararından habersiz(!) baba hasretiyle yanan bir evlat gibi(!) karşıladı Hasan Paşa’yı.

Paşa şehzadeye, Allah ömür verip de babası yaşadığı müddetçe başka kimsenin tahta geçemeyeceğini padişahın ve divanın bu kararının veliaht şehzade için de geçerli olduğunu, artık telaşa kapılmadan içinin rahat olması gerektiğini söylemek ve Rumeli’deki sancak talebinin kabul edilebileceğini müjdelemek üzere kendisiyle görüşmeye memur edildiğini anlattı.

Kuzgun kendisinden asla beklenmeyecek büyük bir soğukkanlılıkla dünyanın en sakin en rahat adamıymış gibi dinledi paşayı. Hatta kendisine verilecek olan sancak için sevinmiş gibi bile yaptı. İstediklerine kavuşmuş mutlu bir şehzadeydi artık o. Babası tarafından sevildiğini ve kollandığını bilmekten pek memnun kalmıştı. Zaten iyi bir evlat olarak daha fazlasını talep etmek –Allah uzun ömürler versin– sevgili pederinin ömr-ü devletlerinde aklının ucundan bile geçmemişti ve geçmezdi de.

İşte şu divan vezirlerinin her zamanki işgüzarlığı! Gereksiz yere büyütmüşlerdi meseleyi bu kadar. Vüzera takımının yaygarası yüzünden boş yere üzülmüştü devletli pederleri de!

Hasan Paşa bu serinkanlı itidalli sohbetten ikna olmuş, güzelce uğurlandı görüşmeden. Görevini yerine getirmiş olmanın–daha önemlisi kelleyi Kuzgun’a kaptırmamış olmanın–verdiği rahatlıkla kuvvetleriyle beraber Edirne’ye çekildi.

Askerleriyle gelmiş ikinci nasihatçıdan da savaşmadan kurtulmayı başaran şehzade, paşanın arkasından zaman kazanmış olmanın verdiği rahatlıkla baktı. Sonra hiçbir şey olmamış gibi dönüp hazırlıklarına devam etti kaldığı yerden.

…………

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ölü Bir Kentin Morg Alfabesi

Editor

İskender

Editor

Tol

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası