Roman (Yabancı)

Babam ve Sevgilim

babam ve sevgilim 5ed4358b54b43

“Tüm yarınlarımı tek bir dün için değiştirirdim.”

Lorenzo sevmeyi bilmiyor, yani sevgisini göstermeyi asla bilemedi. Artık 37 yaşında ve geçmişinde kalan iki önemli insan var; onları geri kazanmak ve hayatını yeniden inşa etmek zorunda.

Bir tarafta çocukken hayran olduğu, şefkat ve dikkatine daima ihtiyaç duyduğu, ancak şimdi bir yabancı gibi uzak olduğu babası. Diğer tarafta, onu terk eden, isminin Lorenzo’nun yanında asla konuşulmadığı “o kadın”.

İki telefon görüşmesi, iki beklenmedik haber: Babası hasta ve “o kadın” evleniyor… Bu olaylar, geçmişini unutmadan başarıya ulaşmış Lorenzo’yu hatıralar, yürüdüğü yol ve kalbinin derinliklerinde sakladığı en unutulmaz duyguları arasında bir yolculuğa çıkarıyor.

Hayatımızda Lorenzo’nun hayatıyla ne çok ortak nokta olduğunu duygulanarak ve hatta gözyaşlarıyla keşfedeceğimiz bir hikâye. Küçük ama önemli dersleri yalın bir şekilde anlatan bir roman: sevgililerin bir arada yaşamasının zorlukları, sevginin yanında gelen şüpheler, anne-babayla ilişkilerin yıllarla birlikte değişmesi ve hiç umut kalmadığı zaman bile hep bir umut ışığı görme ihtimali…

***

Hiç doğmamış bir babanın oğluyum. Bunu, onun hayatını gözlemleyerek anladım. Kendimi bildim bileli gözlerinde hiçbir zaman mutluluk görmedim: Belki biraz memnuniyet ama asla neşe olmadı o gözlerde.

Bu durum benim de kendi hayatımdan zevk almamı daima engelledi. Bir baba hayatını gerçekten yaşamamışsa, evlat kendi hayatını nasıl yaşayabilir? Kimileri bunu becerebilir ama ne olursa olsun yorucu bir iştir. Suçluluk duygularının üretildiği, ağır tempoda çalışan bir atölye gibidir.

Babam altmış yedi yaşında, kır saçlı, zayıf bir adam. Ama bu görünüşüne rağmen, her zaman güçlü biri ve çalışkan bir işçi olmayı başarmıştır. Ancak artık yorgun, bezgin ve yaşlı. Hayattan düş kırıklığına uğramış biri, öyle ki bundan bahsederken bile, yeniden o düş kırıklıklarını yaşar gibi. Onu bu durumda görmek bende ona karşı güçlü bir koruma duygusu uyandırır. İçimi sızlatır, üzülürüm, onun için bir şeyler yapmak, bir şekilde yardımcı olmak isterim. Ve yeterince onunla olamadığım için, gerekeni yapamadığım için kendimi kötü hissederim.

Sık sık, özellikle de son yıllarda, gizlice onu izliyorum. Dikkatle ona bakıyorum ve bazen içimde devamlı taşıdığım ve beni ona sıkıca bağlayan kördüğüm nedeniyle, bazen de geçerli hiçbir neden olmadan duygulanıyorum.

Onunla zor bir ilişkimiz oldu, aramızdaki bu ilişki ancak nefret etme cesareti olabilenlerin bilebileceği bir çeşit sevgi idi; gerçek, kazanılmış, emek verilmiş, aranmış ve uğrunda mücadele edilmiş bir sevgi.

Onu sevmeyi öğrenmek için tüm dünyayı dolaşmak zorunda kaldım. Ve sonunda anladım ki ondan uzaklaştıkça, aslında ona daha çok yaklaşıyordum. Ne de olsa dünya yuvarlak değil midir?

Birbirimizle hiç konuşmadığımız uzun bir dönem oldu. Ailenizden biriyle konuşamamak dizlerinin bağının çözülmesi ve aniden bir saniyeliğine bile olsa, oturma ihtiyacı hissetmeye benzer. Hayır, başın döndüğü için değil, karnına kramplar girdiği için. Babam daima benim karın ağrım olmuştur. Ve bu yüzden tüm kızgınlığımı, nefretimi ve acımı ancak onun yüzüne kustuktan sonra onu gerçekten sevmeye başladım, çünkü bu duyguların çoğu onun adını taşıyordu.

Küçükken onunla oynamak istiyordum, ancak işi her zaman onu bundan alıkoyuyordu. Onun sadece iki halini hatırlıyorum, ilki işe gitmek için hazırlanması diğeri de perişan bir halde işten dönüşü. Her iki durumda da benim beklemem gerekiyordu: ben onun için daima ikinci plandaydım.

Babam benden hep kaçmıştır, bugün bile hâlâ öyle. Önceleri işi beni ondan uzaklaştırıyordu, şimdi ise yavaş yavaş aramıza zaman giriyor, kendimle kıyaslayamayacağım, yarışamayacağım bir rakip. Bu yüzden çocukluğumda hissettiğim o acizlik duygusunu şimdi yeniden yaşıyorum.

Özellikle son yıllarda, onu her gördüğümde daha da yaşlandığını fark ediyorum ve ağır ağır, günbegün, ellerimin arasından kayıp gittiğini hissediyorum. Ve geriye onun parmak uçlarına sıkı sıkı sarılmaktan başka bir şey kalmıyor.

Otuz yedi yaşımda, bu hiç doğmamış adama bakarken, Marlon Brando’nun bir cümlesi aklıma geliyor: “Yaşamayı bilmiyorsan yaşıyor sayılmazsın.” Hâlâ bugün bile kendi kendime onun için ne yapabilirim diye soruyorum. Şu an onu böylesi kırılgan, savunmasız ve yaşlı görsem de, artık ondan daha güçlü görünüyor olsam da, gerçekte biliyorum ki bu doğru değil. O her zaman benden daha güçlü. Her zaman da güçlüydü. Çünkü kendimi kötü hissetmem için onun tek kelimesi yeterli. Hayır, hatta o bile değil, söylenmemiş bir söz, bir sessizlik, bir anlık duraksama, başka yere çevrilen bir bakış bile yeterli. Saatlerce ağlayabilir, çırpınabilirim ve hatta sövüp sayabilirim, onun bir dudak büküşü benim kendimi yerlere atmama yeter.

Babam, gençlik yıllarımda her ne kadar karın ağrım olduysa çocukluğumda da boyun tutulmam olmuştu. Çünkü onun bir bakışını görmek, bir sözünü ya da basit bir cevabını duymak için başımı hep yüzüne doğru kaldırırdım. Ama onun tepkisi her zaman baştan savma olurdu: hafifçe başımı okşamak, yanağıma bir çimdik atmak gibi, onun için yaptığım resimlerse çarçabuk dolabın çekmecesine atılıverirlerdi. Daha fazlasını yapamazdı çünkü sadece benim acılarımdan, ihtiyaçlarımdan, isteklerimden değil kendininkilerden de habersizdi. Duygularını anlatmaya, onları göz önünde bulundurmaya hiçbir zaman alışamamıştı. İşte bu yüzden hiç yaşamadı diyorum, oyundan çekildi.

Kim bilir belki ben de bu yüzden bir ahmak gibi, onu istekleri, hayalleri, korkuları olan bir insan olarak hiçbir zaman göremedim. Hatta bir insan olabileceğini bile düşünmeden büyüdüm: sadece benim babamdı. Ancak büyüdükçe ve bir an için bile olsa onun oğlu olduğumu unuttukça gerçekten nasıl biri olduğunu anladım ve onu tanıdım. Küçükken iki erkek gibi karşılıklı oturup onunla konuşmayı isterdim, böylece sorunlarımıza bir çözüm bulabilir, beraberce izleyeceğimiz bir rota tutturabilirdik. Oysa onun hakkında çok şey öğrendiğim şu anda geç kalmışım duygusuna sahibim, sanki çok az zamanımız kalmış gibi.

Şimdi, onu izlerken, kendisinin dahi tahmin etmediği birçok şeyini bildiğimden adım gibi eminim. İçinde saklayıp bir türlü dışarıya atamadığı her şeyi görmeyi ve anlamayı öğrendim artık.

Bu adama yıllardır beni sevmesi için yanlış şekilde yaklaştım. Ondan hep onda olmayanı istedim. Görmüyordum, anlamıyordum ve şu an bundan biraz da utanç duyuyorum. Bana verdiği sevgi onun fedakârlıklarında, özverisinde, bitmek tükenmek bilmeyen çalışma saatlerinde ve tüm sorumlulukları yüklenme seçiminde gizliydi. Aslında dikkatli bakıldığında bu bir seçim de değildi, belki de ondan öncekilerin yaşadığı gibi bir hayattı. Babam evlenmek, çocuklar dünyaya getirmek ve ailesi için ömür boyu çalışmak gibi bellibaşlı ve açık kuralları olan bir kuşağın çocuğuydu. Bunun üstünde sorgulanması gereken değişik nedenler yoktu, sadece önceden belirlenmiş kurallar vardı. Sanki gerçekten istemeden evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş gibiydi.

Hayat tarafından çok özel bir savaşa çağrılmış bir adamın oğluyum ve bu bir ülkeyi kurtarmak için değil, kendi ailesini kurtarmak için yapılmış bir savaş. Kazanmak için değil, geliri dengelemek, ayakta kalmak ve ilerlemek için yapılmış bir savaş.

Babamı seviyorum. Onu tüm benliğimle seviyorum. Küçükken bile kaç yaşında olduğumu bilmeyen bu adamı seviyorum.

Hâlâ bugün bile bana sarılmayı, hâlâ bugün bile bana “seni seviyorum” demeyi beceremeyen bu adamı seviyorum.

Bu açıdan onunla aynıyız. Ondan öğrendim: ben de bunları yapmayı beceremiyorum.

1

Her zaman kırık olan panjur

Fakir bir ailede doğdum. Benim için fakir olmanın ne anlama geldiğini kısaca anlatmak gerekirse, kolları olmayan bir bedenle mükellef bir şölen sofrasında oturmak gibidir diyebilirim.

Benim bildiğim fakirlik sık sık televizyonlarda görülen, o hiçbir şeyleri olmayan ve açlıktan ölen insanların içinde bulunduğu fakirlik gibi değildi. Ben bir şeylere sahip olan, yiyecek yemeği, akşam başını sokacak bir evi, bir televizyonu ve hatta bir arabası olan insanların fakirliğini biliyorum. Her şeyi olan, ancak yokmuş gibi davrananların fakirliği benim bildiğim. Sahip olunan her şeyin süresinin olduğu bir fakirlik. Böyle bir fakirlikte şanslı olduğun kadar şanssız da sayılırsın; çünkü senden daha iyileri ve daha kötüleri vardır. Ama yine de bir utançtır, bir suç, sürekli bir iğdiş edilme. Ve sonra endişe, her şeyin süreksiz olacağı kuşkusu: bastırılmış bir kızgınlık, her zaman başın önde gezmek. Üstüne giysi alamayacak kadar fakir değilsindir ancak giydiğin elbiseler genelde seni çıplak gösterir ve tüm sırrını ortaya döker. Küçük bir yama kim olduğunu anlatmaya yeterli olur. Beynini dolduran sürekli bir düşüncedir ve başka hiçbir şeye yer bırakmaz, özellikle de güzel olan hiçbir şeye, çünkü güzellik geçerli ve yararı olan bir şey değildir. Sana ait olmayan bir lükstür ancak.

Çoğu zaman diğer insanlara, tamamen sıradan bir hayat yaşayan biri gibi görünürsün, oysa aslında adı “mahrumiyet” olan farklı bir kanuna bağlısındır. Ve yavaş yavaş yalan söylemeyi de öğrenirsin. Bu tür fakirlik kimi zaman küçük, kimi zaman büyük yalanlarla dolu tam bir sahtekârlıktır. Telefonu gelip söktüklerinde evin telefonu bozuk demeyi öğrenirsin; dışarı yemeğe çıkamazsın çünkü maalesef araban bozuktur; oysa ya arabanın sigortasını ödememişsindir ya da benzin alacak paran yoktur.

Yalan söyleme sanatında daha doğrusu işini yürütme konusunda usta olursun: bu bir çeşit koruma, onarma, yapıştırma, çivileme sanatıdır. Bu tür fakirlik kırık bir panjur gibidir, kilidinin altına bir parça kâğıt sıkıştırıp daima yukarda tutarsın ve panjur kaza ile çözülürse bir giyotin hızıyla aşağı iner. Banyodaki eksik bir seramik, lavabonun altında tüm boruları ortaya çıkaran bir delik, çekmecenin kenarında kırılmış bir formika parçasıdır. Açtığın zaman elinde kalan bir çekmece, kapamak için yukarı doğru kaldırmak zorunda kaldığın bir dolap kapısıdır. Dışarı doğru sarkan elektrik prizidir, çünkü fişi çekerken duvardan dışarı firlar ve tekrar tekrar prizi yerine takmaya uğraşırsın. Ek yerlerinden kalkan duvar kâğıdıdır. Boya ile karışınca mayalanmış hamur gibi kabaran mutfaktaki rutubet izidir ve o küçük bulutlar öylesine davetkârdır ki bir merdiven alıp onları keşfetmek için tavana çıkmak isteğini kesinlikle kontrol altına alman gerekir. Sandalyeler ayrılmış ve onlara oturmak tehlikeli bir hal almıştır. Tüm eşyaların tutkalla, yapıştırıcı bantlarla sağlamlaştırıldıkları bir fakirliktir bu, öyle ki etrafa parçalar halinde dağılmış bu gerçeği onarmak için kocaman bir tamir kutusuna ihtiyaç vardır. Daha güzel anların gelmesini beklerken her şey eğreti, her şey geçici ve kolayca kırılgandır. Ama aslına bakılırsa kırılıp dökülmüş bu eşyalar bir ömür boyunca kalırlar. Hiçbir şey geçici bir şey kadar kalıcı değildir.

Babamdan ilk kez, “İflas ettim,” sözünü duyduğumda, neden bahsettiği konusunda en ufak bir bilgim yoktu. Çok küçüktüm. Bunu söylediği zaman bara bazı insanlar gelip eşyalarımızı götürmüşlerdi. O gün başka bir kelime daha öğrendim: haciz. Ve o günden sonra, tanımadığım insanların bara ya da eve gelip bir şeyler götürdüğünü gördüğüm zaman artık hiçbir şey sormaz oldum. Çünkü bilmesem de anlıyordum. Ve ben, küçük çocuk, öğreniyordum. Örneğin, sebebini bilmiyordum ama babamın arabasının dedemin, yani annemin babasının üstüne alınmasının nedeninin yine bu yabancıların suçu olduğunu anlıyordum. “Başkasının üstüne kayıtlı” sözünün anlamı hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Hiçbir şey bilmiyordum ama anlıyordum.

Babamın sorunları halletmek için deliler gibi çalışmasını izleyerek büyüdüm.

Kendine ait bir barı vardı ve her zaman, hatta hasta bile olsa sürekli çalışırdı. Barın kapalı olduğu Pazar günleri bile gününün büyük bir kısmını yine barı düzenleyerek, temizleyerek, tamir yaparak geçirirdi.

Hiçbir zaman anne ve babamla birlikte tatile gitmedim. Yazları, dağda bir ev kiralayan anneannem ile dedeme emanet edilirdim.

Pazar günleri annem beni görmek için tek başına dedemlere gelir ve babamın selamlarını getirirdi. Herhangi bir turistik yerde üçümüzün birlikte çekilmiş tek bir resmimiz bile yoktur. Birlikte tatil yapmamız olası değildi, çünkü paramız yoktu.

Para… Babamın herkesten borç istediğini defalarca gördüm, akrabalardan, arkadaşlarından ya da komşulardan. Onun küçük düştüğünü ve gururunun kırıldığını gördüm. Küçükken kim bilir kaç kez onunla birlikte arkadaşlarının, tanımadığım insanların evine gittik. Kim bilir kaç kez bana mutfakta beklememi söyleyip onun da arkadaşı ile “bir şey konuşmak” için diğer odaya geçtiklerini gördüm. Evin tanımadığım hanımı bir şey isteyip istemediğimi sorduğu zaman ben her zaman hiçbir şey istemediğimi söylerdim. Çok konuşmazdım, sıkılgan biriydim ve herkes bana dev gibi görünürdü. Kim bilir belki de babamın içten içe hissettiği şey de buydu.

Babam herkesten, çocuk olmama rağmen benden bile para istedi. Bir gün odama geldi, o gün çok ateşim vardı. Çok hastaydım ama kendimi mutlu hissediyordum çünkü annem bana artık büyümeye başladığım için ateşlendiğimi söylemişti: Yataktan kalkar kalkmaz daha uzamış olacağıma inanıyordum.

“İyileştiğim zaman büyümüş mü olacağım, baba? Senin gibi kocaman mı olacağım?”

“Elbette, hatta benden bile daha büyük olacaksın.”

Odamdan çıkmadan önce kıpkırmızı bir suaygırı olan kumbaramı aldı. Bana içindeki paraları bankaya yatıracağını söyledi ve beni bankadan paramı geri alacağımız zaman çok daha fazla param olacağına ikna etti.

Zamanla kumbaramın başına gelen şeyin aslında ne olduğunu anladım ve kendimi aldatılmış, dolandırılmış hissettim. Böylece erkenden büyüklerin dolambaçlı sözlerine güvenmemeyi öğrendim, bu yüzden içimde güçlüymüşüm gibi maskelenmek zorunda kalmış bir kırılganlıkla büyüdüm. Güvende ve korunmuş olduğumu hissettirecek güçlü bir kişilik olmadı yanımda. Çoğu insan büyüdükçe, dev sandıkları babalarının aslında o kadar da güçlü olmadığını anlarlar. Ben bunu daha çocukluğumda keşfettim. Ben de herkes gibi babamın yenilmez olduğunu düşünmek isterdim ama bu düşünce benim için çok çabuk yok olup gitti.

Babam çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu. Onun yemek masasında haberleri izlerken uyuyakaldığını hatırlıyorum. Başı yavaş yavaş önüne doğru düşer ve en sonunda boynuna bir kamçı darbesi almış gibi birden uyanırdı. Nerede olduğunun farkına varmak ve annemle onu görüp görmediğimizi anlamak için etrafına bakınırdı. Tüm bu keşif gezisini de, aynı inekler gibi, ağzını bir şeyler çiğniyormuş gibi hareket ettirerek yapardı. Ben onu dikkatle izlerdim ve başının yavaş yavaş öne düşmesini görür, o en son darbenin gelmesini bekler, gülerdim. Onu izlediğimi ve her şeyi gördüğümü fark ettiği zaman bana gülümser ve göz kırpardı. Mutlu olurdum. Annemden gizli bana her göz kırpmasında kendimi ona çok yakın hissederdim. Bu hareketi, bana sadece iki erkek arasında kalması gereken bir şeymiş gibi gelirdi. O zaman ben de ona göz kırpmaya çalışır, ama beceremediğim için, gözlerimin her ikisini de kırpıştırırdım ya da birini parmağımla kapatır diğerini kapatıp açardım. Bunu her yaptığımda aramızda daha yakın bir arkadaşlığın başladığını zannederdim. Sonunda benimle oynamaya karar verdiğini ve her zaman benimle olacağını düşünmeye başlardım. Öyle mutlu olurdum ki o anlarda, oturduğum sandalyenin kırık bacakları bir öne bir arkaya doğru sallanmaya başlardı, sanki o duygu denizinde yüzer gibiydim. Ama hayır, suç ortaklığımız oraya kadardı. Yemekten sonra ya ufak tefek işlerini bitirmek için masadan kalkar ya da işine dönerdi. Çok küçüktüm ve anlamıyordum, sadece beni sevmediğini, benimle beraber olmak istemediğini düşünüyordum.

Onun dikkatini çekmek ve sevgisini kazanmak için harcadığım tüm çabalar boşa gidiyordu. Bunu annemle başarabiliyordum ama onunla hayır. Komik bir şeyler söylediğim zaman annem gülüyordu, bana sarılarak iltifatlar ediyordu ve ben o an sonsuz bir gücüm olduğuna inanıyordum. Onu güldürebiliyor, mutlu edebi-

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yaşamın Ucuna Yolculuk

Editor

Psikopat

Editor

Sonsuz

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası