Doğum yurdum Diyarbakır, adı, Amida’dan Amid’e, Diyarı Bekr’ d e n Diyarbekir’e sonunda bugünkü adına dönüşen çok eski bir yerleşim yeridir. Kapkara kayalar üstüne oturmuş, her burcu sanat şaheseri sayılabilecek kalın surlarla çevrili kadim bir kent. Hiçbir kavmin, geniş kapılarının önünden geçmeye cesaret edemediği bir kale…
Eski dengbej anlatılarının soluk alıp verdiği sırlar ülkesi; benim “yazıp da okuyamadığım şiir”, “kültür anamın sütü bol memesi”, ruhumda erimi uzun bir hatıra… Gözümü dünyaya orada açtım. Tam olanı biteni ayırt ediyordum ki, kendimi Diyarbakır’ın, 1937’lerde bugünün köylerinden de küçük kasabaları olan Kulp’ta, Silvan’da, Çermik’te buldum. Kasaba, çayırlarda koyun, keçi otarmaktı, bağlarda bahçelerde doğayı sese boğmaktı…
Benden büyük olanlar ağaçlarda sincap taşlardı. Çocukluğun duyarlık körlüğü yaşlarındaydık; az sonra ölüp gideceklerini hiç akla getirmeden, tespih tanesi kadar böceklerin arkalarına çalı iğnesi batırıp, onların düzeni bozulmuş vızıltılarla uçuşlarına gülmekten bayılıyorduk. Arkadaşlarımız arasında biri vardı ki, kedi yavrularını bir köşede kıstırıp kesermiş.
Bu olayı duyduğumda mideme ağrılar saplanmış, onu uzaktan görünce yolumu değiştirmiştim. Bakarken gözleri yana kayan bir arkadaşımız vardı. Sapanını yönelttiği kuşu anında dalından indirirdi. Granit sertliğindeki taşları gövdesine yiyen kuş, daha havadayken çığırtılı seslerle can verirdi. Sincapların ölüm fermanını hazırlayan da oydu.
Onca daim yaprağın arasında sincabı görüp, göz açıp kapayıncaya kadar taşı fırlatması beni şaşkına çevirirdi. Şınltılı suların aktığı derelerde dolaşırken rastladığım kuşlara, sincaplara mermi gibi taşlar fırlatmayı becermiyor değildim, ama hiçbir zaman yere bir kuş düşürememiştim. Sincapların yere düşerkenki acı ciyaklamaları gece rüyalarıma girerdi. Yine de, içimden, “niye ben onun gibi sincap vuramıyorum” diye üzülürdüm.
Çok istesem de hayatımda ne tek kuş, ne ağaçlarda oradan oraya atlayan bir sincap vurdum. Oysa sapanla kuş vurup dallardan yere sincap düşürmede kerametin, arkadaşımın yana kayan gözlerinde olduğunu düşünür, ben de bakışlarımı sağa sola kaydırarak kuşlara nişan alırdım. Olaylar gözümün önüne geliyor da, bu başarısızlığı, rastlantıların bahşettiği bir mutluluk sayıyorum.
O arkadaşımızın öncülüğünde kuşlara, sincaplara dünyayı dar etmeye çıktığımız bir gün, üç beş erik yemek için dalları çekip yere indirdiğimizi gören bir yaşlı, “Nedir bu vahşet, onca yer gördüm, sizin gibisini görmedim. Ananız babanız size hiç mi medeniyet öğretmedi!” diye çıkışmıştı. Akşama doğru eve dönüp, o güne değin hiç duymadığım “medeniyet” sözcüğünün ne demek olduğunu babama sormuştum.
Babam, “Medeni, şehir demektir, yakında biz de şehre göçüyoruz. Medeniyet ise, şehirli olmak, yani görgülü, terbiyeli olmak, kimseye zarar vermemek, onun bunun malında gözü olmamak demektir,” diye yanıtlamıştı sorumu.
Babamdan bunu duyuşumdan iki hafta sonra şehir dedikleri yere gelmiştik. Alabildiğine uzayan tarlaların, yeşilliklerin yerini, o günün ölçülerine göre, Diyarbakır’da sokaklar, sokakların kenarına dizilen evler, evlere sık sık girip çıkanlar, camekânları süslü dükkânlar almıştı. Kapının önüne çıkar çıkmaz orada da arkadaşlar bulmuştum.
Onlar ne kuş avlıyorlardı, ne dalların arasından sincap düşürüyorlardı. Değneklerle çember çeviriyorlar, çevresine ip sarıp yere fırlattıkları konik bir tahta parçasını (topaç) hızla çeviriyorlardı. Onları yapmıyorlarsa, birini ebe seçiyorlar, öbürleri görünmeyecek yerlere saklanıyor, ebenin onları bulmasını bekliyorlardı.
Arayış-buluş anında da coşkudan ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Çocuk, kendi yaptıklarını beceremeyenler karşısında kahraman kesilir. Şaşkın bakışlarım yeni arkadaşlarımı şımartıyor, kimileri, becerilerini hiç yapılamazmış gibi gösterme havasına giriyordu.
İlk günlerde sözcükleri farklı söyleyişimle alay ettiler. Kısa sürede onlar gibi söylemeye başlayınca beni aralarından biri saydılar, oyunlarına katmaya başladılar. Kısa sürede kırlık yerlerin avlama vahşetinden kurtulmuş, yaşlı adamın deyimiyle, kırıp dökmekten uzak bir ortama girmiştim.
Kimi günler kapımızın önündeki eşiğe oturup şaşkınlıkla onları izliyordum. Kentte ne yere çakılırken havada can veren kuşların sesini duyuyordum, ne sincap yavrularının ölüm çığırtılarını. İçten içe, “Ne güzel yermiş şehir, burada hayvanlar öldürülmüyor, yemyeşil yapraklar dallarından koparılıp atılmıyor,” diyordum.