Roman (Yerli)

Üç Kız Kardeş – İclal Aydın

Üç Kız Kardeş

BİRİNCİ BÖLÜM
MAVİ YILLAR

Gençlik.,.

Zamanın ağır ve uzun uykusuyla buruşan ipek bir çarşaf. Bu yüzden, aynaya baktığımda şimdi gördüğüm, vaktiyle pürüzsüz bir suretin kırık, buruk, yorgun yansıması sadece. Gençlik hikâyemiz değil kırık olan, bizdeki anısı.

-Z İl “Yaktı işte oğlum, biliyorsun ya. Anlattım kaç kere.”
“Olsun, sen bir daha anlat.”

“İşte, bir sabah uyandık ki, bütün paramızı yakmış.”

“Ya anne, öyle değil. Nasıl yakmış? Zarftan başla anlatmaya.”

“Mesut zarf biriktirirdi. Zarfı her zamankilerden büyük görünce, zarfı almış, parayı da yakmış.”

“Ama anne… Güzel anlat. Evinizi, dedemi anlat. Mesut’a kızmadığını anlat. Ne olur anne, hadi… Paraların nasıl yandığını, İstanbul’a nasıl geldiğinizi, bana nasıl kavuştuğunu anlat…”

“Peki… Bir zamanlar, bir ülkenin en güzel denizine bakan bir evde üç kız kardeş yaşarmış. İsimleri Türkân, Dönüş ve Derya imiş. Babaları

Sadık Bey ve anneleri Nesrin Hanım’la birlikte geceleri kucak kucağa oturur, gelecekte onları bekleyen şahane yılların hayallerini kurarlarmış.”

“Masal gibi anlatma anne… Gerçek gibi anlat…”

“Anne, gerçek gibi anlat,” dediğinde, “Gerçek nedir?” diye soruyorum kendime. Sorumun kısmi yanıtı oğlumun vurguladığı o gibi kelimesinde saklı aslında. Yani diyor ki, korkuyu, acıyı, üzüntüyü atlama, saklama anlatırken. Onları geçiştirme. Yeniden yaşa, yaşayarak anlat, bana da yaşat. O kötü şeyler yokmuş gibi yapma. Bana masal anlatma, hayatını anlat, diyor…

O hayatı bir masalın içinden geçirmezsen anlatmaya değecek bir etkisi olmaz ki, diyemiyorum elbette.

Zihnim öyle dağınık ki bugünlerde… O dağınıklık içinde yönümü kaybetmiş gibiyim. Hatırladıklarımın ne kadarı gerçekti, ne kadarını kendim tamamladım ve tamamladığım o bütüne ben ne kadar inandım, şu anda bilemiyorum.

Kendim için de en başından başlamalıyım belki. Hikâyemizi hiç bilmeyen birilerine anlatıyormuş gibi anlatmalıyım.

Bu defter…

Yıllardır bir çekmecede duran turkuaz deri kapaklı, çizgili, kalın defter.

Ayvalık’tan İstanbul’a taşınmamızdan birkaç yıl sonra almıştım aslında. Yine böyle masalda mı, gerçekte mi olduğumu bilmediğim bir anda uzanmıştı elim kapağına. Kalbim onca zaman sonra Serdarla karşılaşmanın şaşkınlığıyla gümbürdüyordu o gün. Karşılaşma deyince… Yolda burun buruna geldiğimizi zannedebilir bunu duyan ama hayır, öyle olmadı. Serdar, halamın bahçe kapısından içeri ağır adımlarla girdi ve “Merhaba,” dedi, sanki en son dün

görüşmüşüz gibi. Ona yanıt vermek yerine, dönüp kahvaltı masasında oturan halama, babama ve kardeşlerime bakmıştım.

îşte o merhabadan sonra gerçek hayatla ve şimdiki zamanla tüm bağımın koptuğu birkaç gün geçirmiştim. Dalgındım. Sancılıydım. Geçmişteydim. Yazarsam belki bir şeyleri toparlarım diye düşünmüştüm. O ağır hatıra bulutunun içinde yönümü bulmaya çalışırken bu defteri aldım ama hiç yazamadım.

Sonra onlarca yıl bir fotoğrafmış gibi duran hayatım, geçmişin acısını çıkartırcasına hareketlendi ve hiç akmadığını düşündüğüm zaman, yetişemediğim bir şekilde hızlandı. Olmaz dediklerim oldu. Geçmez dediklerim geçti gitti. Gidenler döndü, kalanların bazıları öldü. Sonra tam her şey yoluna girdi, mutlu sona az kaldı derken beklenmedik bir fırtına çıktı. Ama biz alışkındık fırtınalara. Kaç kez bu gemiyi sağ salim yanaştırdık karaya.

Oğlum, annesinin yaşadıklarından habersiz, her gece uykuya dalmadan, daha önce defalarca dinlediği hikâyeleri tekrar tekrar anlatmamı istiyor son zamanlarda, içimi mi okuyor nedir, düşündükçe beni mutlu eden taş döşeli dar sokaklarımızı, o sokaklarda birbirine dayalı yaşamaya çalışan harap Rum evlerini, ışıklı denizi, büyüdüğümüz mahalleyi, çam ağaçlarını, hiç görmediği anneannesini, mutfağımızda pişen yemekleri, arka bahçemizdeki odunluğu, ön bahçedeki odacığı, turuncu arabamızı, Mesut’u anlattırıyor…

Ve ben içinden koşarak, durarak, itişerek, çok kavga ederek ama birbirimizi hep çok severek geçtiğimiz yılların en eski kısımlarından, en güzel günleri seçiyorum ona.

Oğlumun, çocukluğumu dinlemek için ısrar edişleri çok zaman önce unuttuklarımı da hatırlatıyor bana. Paylaşacak yeni anılar ararken, hafızamın bir kenarında kalmış şahane neşeli günler çıkıyor ortaya.

Üzerimizde annemin diktiği kırmızı beyaz çizgili mayolarımız, Egç plajında bütün aile bir arada, rahmetli Köfte Nurettin’in servis yaptığı karpuz ve kızarmış patatesleri yememiz mesela. Sadece birer tane içmemize izin verilen Çamlıca gazozunun, gazı burnumuzdan çıkarken gözümüzden yaş getirmesine kıkır kıkır gülmemiz. Okula başladığımız o ilk gün ayağımızda pırıl pırıl parlayan siyah rugan ayakkabılara deliler gibi sevinmemiz. Sonra anneme bir yılbaşı ikramiyesi ile alınan o çok kıymetli yeşil, yılan derisi ayakkabıyı gizli gizli giyip topuğunu kırdığımızda kardeşim Derya ile birbirimize sarılıp felaketimize ağlayışımız… Şimdi o ağlayışımızı düşünmek bile içimi ısıtıyor.

Çocukluğumuz Ayvalık’ta geçti.

Akşam şehrimize öyle güzel inerdi ki, “Gökte yangın çıktı yine!” diye ellerimizi çırpardık ufka bakarken. O alev alev, pembe-eflatun- turuncu gökyüzü, yerini yıldızlarla bezeli kızıl-Iacivert, derin bir kubbeye bırakırdı. Evlerin ışıkları teker teker yanarken, denize açılan balıkçı teknelerinin pata/btt’larına önce akşam ezanı, sonra annemin bizi yemeğe çağıran sesi karışırdı.

Yaz sonları, serin ama güneşli sonbaharlar demekti. Erken inen akşamlar, okuldan döndüğümüzde evimize sıcacık bir huzurla dolardı. O evin unutulmaz kokusu şu an bile burnumda. Limon, sabun ve hayatım boyunca başka hiçbir yerde duymadığım, duymayacağımı bildiğim bir toprak kokusunun harmanıydı.

Üç kardeştik ve ne güzel hayallerimiz vardı. Ne sevinçli oyunlar, ne güzel kitaplar ve ne benzersiz şarkılarla kaplıydı hayatımız.

Ah! Hüzünlü ama tadı bir rüzgâr gibi doluyor ciğerlerime o günlerin hatırası.

Kendi kendime gülümsediğim bu anları yakalayan oğlum, küçük elleriyle yüzümü kendi yüzüne çevirip “İşte o güldüğün şeyi anlat şimdi!” diyor ve başka bir eski günün içinde kayboluyoruz. Sefa Çamlık Mahallesindeki evimizden çıkıyor, Sakarya İlkokulunun sıralarına oturuyoruz birlikte.

Ama o en çok, İstanbul’a taşınmaya karar verdiğimiz vakit satılan evimizin bedeli olan paraların yandığı sabahı dinlemeyi seviyor. Bir tomar paranın sobada alev alev yanmasını hayal etmek hoşuna gidiyor olmalı. “Gerçek gibi” dediği, onu ne kadar uzak tutmaya çalışsam da ateş ve dehşet dolu çizgi filmlerden gördükleri. Fakat parayla doğru dürüst bir ilişkisi olmayan ufaklığımın gözlerindeki heyecan beni yeniden anlatmaya teşvik ediyor. Elbette ona gerçeği olduğu gibi anlatamıyorum. Zaten babamın tapuda teslim aldığı paralarla eve geldiği o akşamı anlatmaya geçemeden uykuya dalıyor.

O derin soluldar alırken» yastıktaki masum yüzüne bakıyorum ve… İçimde bir yer var… Orada bir sızı, ince bir ağrı beliriyor. İşte gerçek bu!…

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Hayaletin Çırağı

Editor

Murat Uyurkulak – Tol

Editor

Beyaz Selvi

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası