Neoliberalizmin Ötesinde Bir Kadın Hareketi İçin Tartışmalar
Yaşanan küresel kriz 21. yüzyıla damga vurmakta. Tüm siyasal ve toplumsal hareketler önemli değişimler geçirerek varlıklarını sürdürebiliyorlar. Feminizm de 21. Yüzyılın gerçekleri etrafında dinamik bir yenilenme tartışması yaşıyor. Kadın mücadeleleri Hindistan ve Mısır başta olmak üzere birçok ülkede önemli bir yer işgal etmeye başladı.
Kitap, bu tartışmalara bir giriş yapma amacını taşıyor. Bir yandan, günümüzün önemli feminist düşünür ve aktivistlerinin geçmiş 30 yıldaki feminist harekete dair değerlendirme ve eleştirilerini içerirken, neoliberalizmin ötesine yönelik feminist arayışlara da ışık tutuyor. Yeni dönem kadın hareketinin özellikle cinsiyetçilik, güvencesizlik ve gericilik karşısında tutum alarak yükseleceği vurgusu öne çıkıyor. Diğer yandan ise Türkiye’nin yanısıra, dünyanın çeşitli ülkelerindeki kadın hareketi pratiklerini değerlendiriyor. Bu pratiklerin özellikle kitabın ana vurgusu doğrultusunda deneyimler üzerinden geliştikleri görülüyor.
Aynur Özuğurlu’nun derlediği kitapta Nancy Fraser, Hester Eisenstein, Sue Ferguson, Veronica Schild gibi uluslararası planda tanınmış feminist aktivist ve yazarların yanısıra, ülkemizden de Sedef Arat Koç, Handan Koç, Çiğdem Çıdamlı gibi isimler yer alıyor.
İÇİNDEKİLER
Teşekkür
Giriş: 21. Yüzyıl Feminizmine Doğru Aynur Özuğurlu
1 Neoliberal Evrede Feminist Politikaları Yeniden Düşünmek: Kuramsal Sorgulamalar ve Somut Deneyimler
- Feminizm ve Neoliberal Küreselleşme Arasında Gizli ve Tehlikeli Bir İlişki mi Mevcut? Hester Eisenstein
- Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Cilvesi Nancy Fraser
- Görünmezlik ve Aşırı Görünürlülük Paradoksu: Neoliberal Kanada’nın Kamu Politikaları ve Siyasal Söylemlerinde Kültürelleşme ve ‘Toplumsal Cinsiyet’ Sedef Arat-Koç
- Kadınları Araçsallaştıran Toplumsal Cinsiyet Mitleri: Hindistan Cephesinden Bir Bakış Srilatha Batliwala, Deepa Dhanraj
- ‘Tüketici-Yurttaşlar’ın Güçlendirilmesi mi Yoksa Yoksul Kadın Kitlesinin Yönetilmesi mi? Şili’de Sosyal Politika Alanında ‘Kendi Kendini Geliştirme’ Mantığının Kurumsallaşması Veronica Schild
- Arap Kadın Hareketinin STK’laşması Islah Jad
- Feminizmin Yeni Yüzyılı İçin Geriye Bir Bakış Handan Koç
- Kadın Hareketini Yenilemenin ve Feminizmi Emek Hareketi İçinde Ana-Akımlaştırmanın Günümüzdeki Dinamikleri Çiğdem Çıdamlı
2 Ezilmişliğin Ekonomi-Politiğini Yeniden Düşünmek
- Sosyalist Feminist Geleneğin Güçlü Yanlarını Geliştirmek Sue Ferguson
- Neoliberalizm ve Feminist Politikada Sınıfsal Tutum Arayışları Aynur Özuğurlu
Giriş:
21. Yüzyıl Feminizmine Doğru
Aynur Özuğurlu
21. yüzyılın ilk 10 yılı küresel sermayenin arka arkaya girdiği krizlere ve giderek artan sıklıkta çeşitli isyan dalgalarına sahne oldu. Öyle ki, kapitalizmin ‘tarihin sonu’ olduğu iddiası artık sermaye için bile, kendisi gibi iflas etmiş bir tezden ibaret hale geldi. 2008 finans krizinin ardından Mart 2009’da “Kapitalizmin Geleceği” başlıklı bir dizi başlatan Financial Times, bu gerçeği “geçmiş 30 yılın dünyası yıkıldı” diyerek itiraf etmişti (akt. McAlley 2011: 14). İtiraf, şüphesiz, o 30 yıla hâkim olmuş ve saltanat sürdürmüş olan serbest piyasa ideolojisinin yeniden diriltilemeyecek ölçüde tarumar olduğunu dile getiriyordu. Bu yüzden, gerçekten de bir ‘gelecek’ probleminin eşiğinde duruyoruz. 2008 krizini ‘neoliberal genişlemenin sonu’ olarak yorumlayan McAlley’e göre (2011), bu durum tarihin geçmişte değil bugünde kurulduğunu görebilmek anlamına geliyor. İçinde bulunduğumuz anı oluşumuna tanıklık ettiğimiz bir tarih olarak kavrayabilmek ise, henüz şekillenmemiş bir geleceğin kimi belirtilerini bugünde görebilmekten ve muhtemel potansiyellerin varlığını kestirebilmekten geçiyor. Gelecek elbette mücadeleye açık. Ancak kesin olan, şiddeti ve derinliği giderek artan bir sınıf savaşının ortasında olduğumuz. Küresel sermaye kendi krizlerini ücretleri daha da aşağı çekerek, sendikasızlaştırarak, çalışma yaşamını güvencesizleştirerek, sosyal harcamalarda daha büyük kesintilere giderek, evsizleştirerek ve ortak zenginliklerimizi özel mülkü haline getirerek ‘yönetiyor’. Buna karşılık emekçiler, her şeye rağmen sendikalaşarak, fabrika işgal ederek, grevler yaparak, sokaklara ve meydanlara çıkarak, mahallelerde barikatlar kurarak, derelerini ve ormanlarını savunarak yanıt veriyor. Kısaca, krizlerin derinleştirdiği ve yaygınlaştırdığı toplumsal çelişkiler kapitalizmin ötesinde bir alternatifin oluşum süreciyle birlikte yükseliyor.
21. Yüzyılın Feminizmine Doğru derlemesi, bu oluşum sürecinde feminizmin yerini tartışmaya, bağımsız bir kadın hareketinin mevcut zorluklarını ve yeni olanaklarını kavramaya duyduğumuz ihtiyaçtan doğdu. Bugün açık ki, hem içinde bulunduğumuz tarihsel evrenin kendisini hem de ‘gelecek’ olanı şekillendirebilme kapasitemizi görebilmek, aynı zamanda kadınları ve feminizmin nasıl bir muhalif saf olduğunu ele almaktan geçiyor. İhmali kolay bir konuda (mesele ne de olsa kadındır!) bu keskinlikte konuşabilmemizi sağlayan, kanımca, üç maddi neden bulunuyor.
Nedenleri ilki elbette, ‘neoliberal genişlemeye’ ve kapitalizmin krizlerine en ağır bedelleri ödeyenlerin çoğunlukla kadınlar olmasıyla ilgili. Küresel sermaye birikiminin yarattığı mülksüzleşme ve proleterleşme dalgası, hem giderek artan sayıda kadını, kayıt dışı sektör başta olmak üzere, güvencesiz koşullarda emek piyasasına itiyor hem de su ve toprak gibi müştereklerden barınmaya, eğitimden sağlığa kadar emeğin yeniden üretiminin bütün temel alanlarında, yükünü eviçi emekleriyle kadınların çektiği bir çöküş yaratıyor. Kadın emeğinin uğradığı bu muazzam değersizleştirmeye cinsiyetçi ayrımları toplumsal yaşam kültürünün esası haline getirmeye çalışan dinci bir erkek-egemenliğinin yükselişi eşliyor. Kürtaj karşıtlığı, evliliği kutsayan aile irşat merkezleri, başta sığınma evleri olmak üzere kamu kuruluşlarında vaizelerin görevlendirilmesi gibi uygulamalar, ülkemizde kadının erkeğe tabiiyetini kurumsallaştıran gerici adımların çok küçük bir kısmını temsil ediyor. Sonuç olarak, kadın hareketi açısından, muhtemel ki hareketin geçmiş yüzyılları açısından da, 21. yüzyıl, sermayenin küresel hâkimiyetini genişletmesi ve nihayet dinle kurduğu kutsal ittifak nedeniyle özgün bir yere oturuyor.
Fakat sömürünün ve ataerkil tahakkümün koşulları aynı zamanda mücadelenin de koşullarını oluşturuyor. Bu yüzden, nedenlerin ikincisi, ezilenlerin sadece bedel ödeyen değil, hesap soran tarihsel aktörler olmalarıyla ilgili. Çünkü aynı gerekçeler bir yandan da, hızla proleterleşen orta sınıflar da dâhil olmak üzere, giderek büyüyen bir emekçiler kitlesi yaratıyor ve emeğin yeniden üretiminin bütün alanlarını birer hak mücadelesine dönüştürerek, nicel bakımdan genişleyen işçi sınıfını, mücadelenin bileşenleri bakımından da zenginleştiriyor. Kadınlar her iki durumda da, hem ücretli işçiler hem de emeğin yeniden üretiminin ücretsiz işçileri olarak sermayenin saldırısına ve erkek-egemenliğine göğüs geriyor. Bu durumun, Çiğdem Çıdamlı’yla yapılan mülakatta da tartışıldığı gibi, sadece kadın hareketi açısından değil, emek hareketinin kapasitesi ve yönelimleri açısından da önemli sonuçları var; öyle ki, feminizmin ‘orta sınıf kadınların bir ideolojisi’ olduğu yolundaki yaygın inancı artık şüpheyle karşılamamız ve kimi düzeltmelerden geçirmemiz gerekiyor. Çünkü birincisi, 2006’da serbest bölgelerdeki ilk grevi gerçekleştiren Novamed kadın işçileri örneğinde de olduğu gibi, sadece kadınları ilgilendirdiği varsayılan kimi talepler artık emek hareketinin genel talebi olarak yükselebiliyor. İkincisi, ağırlığı kadınların aktivizmine dayalı barınma hakkı ve müştereklerin savunulması mücadelelerinde olduğu gibi, kadınların yeniden üretimci emeklerini politikleştirmesi, emekçilerin kamusallık iddiasının en asli parçasını oluşturuyor. Tabir yerindeyse, emeğin varoluş koşulları ve mücadele zemini giderek feministleşiyor.
Öte yandan, kadın hareketinin de dünya çapında yeni bir canlanış sürecinde olduğunu söylemek mümkün. Feminist politika uzun zamandır nispeten uzak kaldığı sokağa tekrar dönüyor. Ve hem kadın emeğinin artan sömürüsüne karşı, adil ve eşit ücretin yanı sıra, insanca çalışma şartları, örgütlenme hakkı gibi genel emek taleplerini aynı zamanda feminist talepler olarak savunma eğilimi gösteriyor hem de bu güvencesizlik koşullarını çevreleyen dinci erkek-egemenliğine karşı daha aktif bir mücadele hattı geliştiriyor. Kürtaj hakkı için yürüyen Türkiyeli kadınlar, İslamcı iktidarın Tahrir Meydanı’ndaki kadın göstericilere karşı başlattığı toplu taciz ve tecavüzlere direnen Mısırlı kadınlar ya da Hindistan’da, 16 Aralık 2012’de uğradığı toplu tecavüz sonucu hayatını kaybeden Jyoti Singh Pandey’in ardından neredeyse bir halk hareketine dönüşen kitlesel kadın eylemleri, neoliberal gericiliğe ve kadın düşmanlığına kolay geçit verilmeyeceğini gösteriyor.
Nedenlerin üçüncüsü ise, son 10 yılını krizlerle geçiren neoliberalizmin bu durum karşısında hâlihazırda bir ‘feminizm vizyonu’ geliştirmiş olmasıyla ilgili. Özellikle 90’ların sonlarından beri, kadınlar ve toplumsal cinsiyet eşitliği sorunu küresel sermayenin krizlerini gerekçelendiren ve çıkış yolu tarif eden ana-akım tartışmaların tam ortasında yer alıyor. Bu yönelim, neoliberalizmin 30 yıllık geçmişine anti-feminist bir çizgiyle başladığını hatırlarsak, sonuçları bakımından önemli bir politika değişikliğine de tekabül ediyor.
Bildiğimiz gibi, neoliberalizm 1980’li yıllardaki yükselişini, refah devleti kazanımlarına saldırmak için, ‘aile dışında bir hayat’a sahip bekâr ve yalnız anneler başta olmak üzere, kadınları hedef alan yeni-sağın ideolojik atağıyla yapmıştı. Thatcher-Reagan ikilisinin temsil ettiği bu ilk evrede, refahı kamusal bir sorumluluk olmaktan çıkartıp özel alana itmenin yolu, toplumsal sorunların kaynağını ‘parçalanmış’ ailelere bağlamaktan, ‘kadın doğasının’ başkalarıyla ilgilenmeye dönük olduğunu ileri sürmekten ve feminist hareketin aile değerlerini zayıflatarak aslında kadınlara zarar verdiğini ilan etmekten geçmişti (bkz. Hoggart 2005). Ancak 90’larda, sol liberallerin (Clinton-Blair ikilisi) neoliberalizmi meşrulaştırma ve hegemonya tesis etmeye dönük başarılı programı eşliğinde, anti-feminist çizgi, en azından ideolojik düzeyde, kayda değer bir dönüşümden geçti. Neoliberalizmin bu ‘genişleme’ evresinin önemli bir dayanağı, şüphesiz, sosyalizmin çöküşünün yarattığı olanaklardı –dahası, sosyalizm gibi kolektif bir kurtuluş idealinin yenilgisi, demokrasinin kapitalizme içsel olduğu fikrinin yükselmesine ve piyasa eleştirisinden mahrum bırakılmış bir demokrasi idealinin üretilmesine de yaradı. 90’larda siyasetin zemini, kadın hareketi açısından da, önemli ölçüde bu idealin hegemonyası altında kaldı. Yapısal uyum politikalarının azgelişmiş ülkelerde 10 yıl geçmeden yarattığı insani çöküntüyü karşıladığımız yer de, esas olarak burası oldu. Nihayet, neoliberalizm açısından geriye, bu çöküntü karşısında bir ‘bireysel güçlenme’ biçimi olarak feminizmi keşfetmek kaldı. 21. yüzyıla, feminizmi bireycileştirilmiş ve depolitize edilmiş bir ‘güçlenme’ politikasına dönüştüren ana-akımlaştırma programıyla girdiğimizi söylemek, abartılı olmasa gerek.
Bu program şimdi Dünya Bankası’ndan IMF’ye, devletlerden bölgesel ve uluslararası hibeci kuruluşlara, STK’lardan ulusötesi şirketlere kadar bütün iktidar odaklarının elinde, kadınlara ‘yatırım yapmanın’ (bununla formel işgücü piyasasına erişimlerini arttırmak, kadın girişimciliği için kredi teşvikleri sağlamak ve kadınların ‘insan sermayesini’ geliştirmek kastediliyor) “akıllı bir ekonomik tercih” olduğunu ilan ediyor. Bu arada, erişimi istenen işgücü piyasasının düşük ücretli, güvencesiz, sendikasızlaştırılmış, uzun ve yorucu vardiyalara dayalı olduğu elbette bütünüyle göz ardı ediliyor. Sonuç olarak, sermaye kadınlardan –evli, bekâr, bakıma muhtaç çocuk sahibi olup olamadığına aldırmadan, hem evde hem de işte tam bir güvencesizlik altında yoğun olarak çalışmasını bekliyor ve karşımızda, kadınların güçlenmesinden pazar ekonomisine eşit katılımı anlayan piyasacı bir tür feminizm ile kadın emeğinin artan sömürüsüne olanak sağlayan bir ‘cinsiyet eşitliği’ söylemi de bulunuyor.
Kadın örgütlerinin kapitalist devletler ve ulusötesi kuruluşlarla giderek daha çok işbirliği geliştirmesine de zemin sağlamış olan bu süreç, derlemeyi oluşturan makalelerin odağında yer alıyor. Makalelerin her biri, kadın hareketinin Kanada’dan Hindistan’a, Amerika’dan Ortadoğu’ya, Türkiye’den Latin Amerika’ya uzanan deneyim çeşitliliğini içerecek biçimde, neoliberalizmin geçmiş 30 yılında feminizmin yerini sorguluyor. Dünyanın farklı yerlerinde ne kadar ortak süreçlerden geçtiğimizi gösteren bu tartışma, yukarıda ana hatlarını özetlemeye çalıştığımız nedenlere bağlı olarak, küresel kriz koşullarında feminizmi yeniden düzen-dışında tarif edebilmeyi amaçlıyor. Dolayısıyla, feminist yakın tarihe ilişkin sorgulamaların her biri aynı zamanda 21. yüzyılda kadınların özgürleşmesinden ve feminizmden söz edeceksek, nereden başlamamız gerektiğine ilişkin bir öngörü de sağlıyor.
Bu tartışmanın yükselmesine önayak olanlardan Hester Eisenstein, sorgulamasına ‘rahatsız edici’ olduğunu kendisinin de kabul ettiği şu soruyla başlıyor: geçmiş 30 yılda, kimi feminist idealler neoliberal küreselleşmeye hizmet eder hale mi geldiler? Yanıtı ise, basitçe, evet. Eisenstein bu yanıtın geçerliliğini, Amerika’da sosyal hakların tasfiye süreci ile azgelişmiş ülkelerde serbest bölgelerin kuruluşu ve mikrokredi uygulamalarını ele alarak kanıtlamaya çalışıyor. Eisenstein’ın tartışması esas olarak sermayenin kendi küresel amaçları uğruna ana-akımlaştırdığı bir feminizm biçimini hedef alıyor, dolayısıyla, 21. yüzyılın alternatif oluşumları için, hem feminizmin düzen-dışı köklerini yeniden hatırlatıyor hem de feminizmi ve ırkçılık karşıtlığını özümsemiş bir solun önemine vurgu yapıyor.
Nancy Fraser da benzer bir tartışma çizgisini takip ediyor, ancak, çözümleme düzeyini, ‘dönemsel bir fenomen’ olarak ele aldığını söylediği ikinci dalga kadın hareketinin bütününe taşıyor. Tartışmasının temel eksenini ise, ikinci dalga feminizmin ‘devlet eliyle kapitalizme’ yönelttiği bütüncül eleştirinin, neoliberalizmin ihtiyaçlarına nasıl uygun hale getirildiği sorusu oluşturuyor. Sorunun kendisi, şüphesiz, ikinci dalgaya ilişkin bir ‘bakma biçimini’ de temsil ediyor, çünkü Fraser’ın argümanı, nihayetinde, ikinci dalga feminizmin değerli eleştirileri ile neoliberal yeniden yapılanma arasında ‘seçici bir yakınlık’ olduğu iddiasına dayanıyor. 1980’lerde küresel sermayenin taleplerine uyum gösteren bir feminizmin yükselmesini, bu yakınlığın yarattığı tarihsel bir sonuç olarak ele alan Fraser, Obama’nın ilk başkanlık döneminin estirdiği umut dalgasının izlerini de taşıyarak, feminizmin kendisini sol hareket içinde konumlandıracağı ve bütüncül ‘adalet’ eleştirisini yeniden kapitalizm eleştirisiyle birleştirebileceği bir fırsatın eşiğinde olduğumuzu iddia ediyor.
Fraser’ın tartışması, yarattığı geniş etkiye rağmen, özellikle ikinci dalgaya bakışı nedeniyle eleştirilere de uğradı. Aynur Özuğurlu’nun yürüttüğü tartışma, böyle bir eleştiri örneğini içeriyor. Neoliberalizme karşı feminist politikada sınıfsal tutumun önemini ele alan Özuğurlu, küresel sermayenin taleplerine uyum gösteren feminist çizginin kaynağını, ikinci dalgadan ziyade 80’lere yön vermiş olan post-kuramlarda aramak gerektiğini ileri sürüyor. Özuğurlu, bu kuramların, neoliberal yükseliş karşısında kapitalizmin temel varsayımlarından kopamayan bir feminist düşünme biçimine nasıl yol açtığını örneklerle tartışıyor ve özellikle ataerkillik kavramının uğradığı marjinalleşme aracılığıyla sınıfsal ilişkileri ihmal etmenin yarattığı sonuçları sorguluyor.
Sınıfın ‘durduğumuz yeri’ nasıl farklılaştırdığını gösteren ölçütlerden biri de, neoliberalizmin araçsallaştırmaya uygun bulup yücelttiği feminist sesler ile marjinalleştirip bastırdığı sesler arasındaki ayrımda yatıyor, çünkü bu ayrım aslında toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ele alındığı politik bağlamı da temsil ediyor. Sedef Arat-Koç, Kanada örneğini kullanarak, kamusal söylem ve politikalarda, sınıfsal ve ırksal eşitliğe dönük feminist taleplerin bastırılmasıyla etno-kültürel topluluklardaki ataerkil ilişkilere dönük söylem bolluğunun nasıl aynı anda var olabildiğini, tam da, böyle bir tartışmaya dönüştürüyor. Arat-Koç’a göre, bu görünüşteki paradoks, gerçekte, toplumsal cinsiyet politikalarının “neoliberalizmle yeni-muhafazakârlığın özgül bileşimine” dayalı bağlamını tarif ediyor. Dolayısıyla, ortada bir paradokstan ziyade, ataerkil ezilmişliği mevcut ekonomik ve sosyal politikaların alanından uzaklaştırıp görünmez kılabildiği ölçüde, ‘ötekinin’ cinsiyetine odaklanmış “kültürelci” bakışı yükseltebilen siyasal bir pratik bulunuyor.
Ezilmişliğin depolitizasyona ilişkin bir başka örneği ise, kadınları neoliberal dönüşümlerin aracı ve kökten-dinciliğin aktif öznesi haline getiren ‘toplumsal cinsiyet mitlerinin’ inşası oluşturuyor. Srilatha Batliwala ve Deepa Dhanraj, Hindistan bağlamında bize olağanüstü ayrıntılar da sunarak, kadınların ekonomik bağımsızlığına ve politik katılımına yapılan feminist vurguların nasıl araçsallaştırdığını gösteriyor. Bu vurgular sistemin bütününe dönük bir eleştirinin ve dönüşüm talebinin parçası olmadıkları sürece, feminist sonuçlar doğurmak yerine kadınların hayatını eskisinden de katlanılmaz hale getirebiliyor.
Hindistan’da kadınların yoksulluğunu daha da derinleştiren ve onları ‘dünyanın haliyle’ uğraşacak politik enerjiden mahrum bırakan ‘güçlendirme’ politikaları, esas olarak, devlet ve küresel yönetişim aygıtlarıyla bağlantılı STK’lar aracılığıyla yürütülüyor. Benzer STK’lar Ortadoğu’da, Islah Jad’ın Arap kadın hareketi bağlamında ele aldığı gibi, feminizmi toplumsal bir hareket yapan politik mirasın ve imkanların soğurulmasına da yarıyor. Bize Arap kadın hareketinin tarihsel gelişimini de sunan bu tartışma, depolitize edilmiş ve diğer ekonomik, politik sorunlarla bağı kopartılmış bir ‘cinsiyet eşitliği’ gündemine sahip olmanın, çözümden çok bir problem oluşturduğunu gösteriyor.
Ortadoğu’da olduğu gibi, azgelişmiş ülkelere ‘demokrasi götürme’ paketinin bir parçası olarak da sunulan bu gündemi, küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun bir ‘ideolojik kılıf’ olarak görüp hafife almak, talihsizlik olurdu. Çünkü anaakım ‘cinsiyet eşitliği’ söylemi, gerçekte, toplumsal cinsiyeti tarihsel ve politik içeriğe sahip bir ezilmişlik ilişkisi olmaktan bütünüyle çıkartan ve böylece bizi piyasanın ve kapitalizmin masum olduğuna inanmaya tekrar davet eden bir müdahaleyi temsil ediyor. Bunun yakın zamandaki çarpıcı örneklerinden biri, 2008 krizini finans kapitalin ‘maço eril’ yapısına bağlayan ve Wall Street’in yönetimini kadınların ‘doğal olarak’ daha temkinli ve sağlamcı tarzına emanet etmeyi öngören açıklamaların yaygınlığıydı. Maçoluğundan asla şüphe duymadığımız Wall Street’in sonunda ikrardan gelmesinde az da olsa feminist bir zafer duygusu bulamıyorsak, toplumsal cinsiyetin apolitik boş bir gösteren haline geldiğinde nasıl bir ideolojik vahamete dönüşebildiğini gördüğümüz içindir, şüphesiz. O kadar vahim ki, bir gecede onbinlerce insanı evsiz ve işsiz bırakan bir krizin bütün kabahatini erkek olmaya yıkıp kapitalizmi aklayabilmektedir (bkz. Prügl 2012, Roberts 2012).
Depolitize edilmiş bir toplumsal cinsiyet kurgusu, sadece piyasaları temize çıkarmaya yaramıyor elbette, emeği güvencesizleştirme programının da asli ilkelerinden birini oluşturuyor. Geçim ve bakım işinin bütün yükünün aileye yıkılması anlamına gelen güvencesizlik, şüphesiz ki ancak, kadınların bedenleri ve emekleri üzerindeki ataerkil tahakkümü teşvik etmekten medet umabilirdi. Bu tahakküm artık erkeğe tabiiyeti içeren geleneksel formların aşıldığı ya da bu formların dönüşüme uğratıldığı yeni düzenlemelere dayanıyor. Latin Amerika’nın küresel kapitalizme entegrasyonu en gelişkin ülkesi olan Şili, bu bakımdan ilk duruma uygun eşsiz bir örnek oluşturuyor. Veronica Schild bize, Şili’de sosyal politika alanının yeniden yapılandırılması temelinde, güvencesizleştirme ile kadınların emeğine ve kimliğine el koyma biçimleri arasındaki ilişkinin nasıl özgün ve yenilikçi içerikler kazanabildiğini gösteriyor. Emeğin yeniden üretiminin bütün gereklerinin piyasalaştırılması, refah hizmetlerine erişimin de, Schild’in ‘tüketici yurttaş’ adını verdiği bir kimlik etrafında örgütlenmesi anlamına geliyor. Kamu mal ve hizmetlerinin birer meta olarak üretilip tüketilmesine dayanan bu kimlik, özellikle de sosyal yardım ‘bağımlısı’ kadınları kendi ‘yaşam projelerine’ sahip özgür ve özerk bireyler olmaya çağıran ve aslında böylece belirli nüfus kategorilerini piyasa disiplini altında ıslah etmeyi amaçlayan bir ‘güçlendirme’ vaadiyle birlikte yükseliyor.
Aynı vaat, kadınların geleneksel tabiiyet biçimlerini aşmasa da, onları dönüştürerek kuvvetlendiren bir işlev görebiliyor. Emeğin güvencesizleştirilmesi, Türkiye’de olduğu gibi, aile ideolojisini yücelten ve kadını aileye mahkûm eden klasik yöntemlere başvurduğunda da, ‘çalışarak özgürleşen’ bir kadın imgesini mihenk noktası olarak kullanıyor. Bu imge, yoksul kadınlar söz konusu olduğunda, onları ailenin ‘fedakâr, yılgınlık nedir bilmeyen, azim dolu’ üyeleri olarak çağırıyor; kadın sermayedarların ve CEO’ların artan sayısı karşısında ise, ‘birey’ olmanın gücünden ve kadınların “aynı anda farklı işleri koordinasyon halinde yürüten ve sürdürülebilir yapılar kuran doğal” becerisinden dem vurabiliyor. Sonuç olarak, farklı özellikleriyle sömürülmeye de sömürmeye de uygun görünen bu ‘doğal’ kadınlık hali, cinsler arası toplumsal ilişkiye sorgulanması ve değiştirilmesi imkansız bir düzen bahşeden o çok eski ve tanıdık bir ideolojik pratiğe tekabül ediyor.
Neoliberalizmin ‘cinsiyet eşitliği’ de içeren ekonomik programının, Ortadoğu da dâhil, içinde bulunduğumuz coğrafyada dinsel bir gericilikle birlikte yürümesinin arkasında biraz da cinsiyet ilişkilerinin verili düzenini normalleştiren bu ideolojik pratik yatıyor olsa gerek. Türkiye’de devletin ve toplumsal hayatın dönüşümünü neoliberalizmin politik ve normatif ilkeleri etrafında örgütleyen akımın İslam olması, emeğin değersizleştirilmesiyle doğallaştırılmış bir cinsiyet ilişkileri düzeni takviye etmenin ne kadar iç içe geçmiş olduğunu da gösteriyor. Bu ikili arasındaki tarihsel ilişkiyi gözetmek, din gibi özcü ve basmakalıp varsayımlara kolayca açılabilen bir konu hakkında konuşabilmenin de ilk koşulu olabilir –dolayısıyla bizi, hem gericiliği basitçe geçmişin kalıntısı olarak gören modernist bir kestirimden hem de neoliberalizmi bulunduğu coğrafyanın ataerkil örüntüleriyle dolmak zorunda kalan bağımlı bir değişkene indirgemekten kurtarabilir. Çünkü ilk kestirim, bugün İslami akımın küresel piyasalara entegrasyonu vaat eden bir siyasal proje olduğunu görmemek ve ataerkilliğin diriltilmeyi bekleyen bir tortu olduğuna inanmak anlamına geliyor; ikinci ise, sermayenin aslında cinsiyet-yansız olduğu kabulüne katlanmayı gerektiriyor.
Geçmişlerinde solun ve işçi hareketinin şiddetle bastırıldığı, Türk-İslam sentezine dayalı bir militarizm yatan neoliberalizm-din ittifakı aynı zamanda Türkiye’de kadın hareketinin gelişimini, zorluklarını ve yönelimlerini önemli ölçüde etkilemiş olan bir süreci tarif ediyor. Handan Koç ve Çiğdem Çıdamlı, Türkiye’de feminist hareketin geleceğine ilişkin öngörüleri içerecek biçimde bu süreci çözümlüyor. Koç, başından beri içinde yer aldığı feminist hareketin 1980’lerden bugüne uzanan seyrini, sivil toplumculuğun ve kimlik siyasetinin yükselişine bağlı kırılganlıkları da kaydederek inceliyor. Kadın kurtuluşu ideolojisinin 30 yıl önce en yakınındaki sosyalist ve Kemalist kadın sorunu perspektiflerinden yaşadığı farklılaşma ortamı analiz eden Koç, bugün ‘yerli ve yenilenmiş’ bir feminist yaklaşımla, İslamcı muhafazakâr ideolojiyle açıkça cepheleşmeden Türkiye’nin derin ataerkilliğini zayıflatmanın imkansız olduğunu iddia ediyor.
Çıdamlı ise, geçmiş 30 yıla dönük bu muhasebe düzlemine feminizmle Türkiye solu arasındaki ilişkilerin tarihsel seyrini de ekleyen ve bugünkü ihtiyaçları gözeten bir tartışma yürütüyor. Emek hareketinin dinamikleriyle kadın hareketinin yönelimleri arasındaki ortaklıklara ve henüz aşılamamış olan kopukluklara işaret eden bu tartışma, günümüzde din, cinsiyetçilik ve kapitalizm ilişkisinin kurulma biçimlerine dönük bir sorgulama geliştiriyor. Neoliberalizm-din ittifakını Türkiye’de yeni bir ‘cinsiyet rejiminin’ inşası olarak yorumlayan Çıdamlı, bu rejime karşı ‘bütüncül’ bir muhalefetin, dolayısıyla, emek hareketi ile feminist talepleri buluşturabilecek bir mücadele hattı geliştirmenin önemini vurguluyor.
Son olarak, Sue Ferguson, böyle bir mücadele hattı için feminist kuramın olanaklarını geliştirmeyi amaçlayan tartışmaların dünyasına bakmamızı sağlıyor. Ferguson’un makalesi, bu derlemeyi oluşturan diğer makalelerin ana gündeminden uzaktaymış gibi dursa da, bize, neoliberalizmin geçmiş 30 yılında, post-kuramların hâkimiyetine rağmen, kadınların ezilmişliğinin maddi temellerini çözümleme uğraşısından vazgeçmemiş feminist bir damarın varlığını ve hikâyesini gösteriyor. Özellikle Kanadalı feministlerin başını çektiği bu damar, ‘emeğin yeniden üretimi’ kavramını, kapitalizm ve sınıf eleştirisini heba etmeyen bir erkek-egemenliği eleştirisi geliştirebilmenin olanağı olarak kullanıyor. Yeniden üretim tartışması, Ferguson’un da işaret ettiği, kimi önemli zaaflar taşıyor olsa da, bu derlemede en azından feminist teorinin anlamak için değil, değiştirmek için yapıldığını hatırlatıyor. Yine de, neoliberalizmle ilişkisi bakımından feminizmin yerini sorgulayan diğer makalelerle birlikte düşünüldüğünde, yeniden üretim kavramı, kanımca, 21. yüzyılın feminizmi için köşe taşı niteliğinde olabilecek bazı politik ve kuramsal duyarlılıklara da çağrı yapıyor:
Çünkü bu kavram, ilk olarak, ‘özel alanın’ sadece ataerkil haneleri ya da ‘mahrem’ sayılanları değil, özel mülkiyet ayrıcalığına dayanan ve sermayenin artı-emeğe duyduğu sınırsız açlık nedeniyle sürekli genişlemeye zorlanan piyasayı da içerdiğini unutmamıza imkan vermiyor. Yeniden üretim kavramının bu ısrarı, kadınlar olarak özgürleşmeyi piyasaya çıkmakla bir tutan neoliberal özdeşliği kırabilmenin de dayanağını oluşturuyor.
İkinci olarak, aynı gerekçeyle, yeniden üretim kavramı bugün ‘özel olanı’ politikleştirme yolunun doğrudan doğruya kamusal alana dair radikal iddialar yükseltmekten geçtiğini gösteriyor. Sermayenin saldırısı karşısında hâlihazırda politikleşmiş yeniden üretim alanları, eğitimden barınmaya, sağlıktan gıdaya ve çalışma yaşamına kadar, feminist eleştiri ve taleplerle formüle edilecek mücadele alanlarını oluşturuyor.
Her iki özellik de, 21. yüzyılın feminizmini ‘emeğin feminizmi’ yapmaya aday görünüyor.
Mart, 2013
Kocaeli