Bu kitap, batıdan ve İslam dünyasından tanınmış birçok entellektüelin “İslam ve sekülerizm” üzerine yazılarını ihtiva etmektedir. Ortadoğu’daki modernleşme olgusunu yakından tanımamıza imkan tanıyan kitap, bölgenin yeni yüzyılda yaşayacağı değişimlerin de ipuçlarını vermektedir. 21. Yüzyılda İslam ve sekülerizm, Arap sekülerizminin kökenleri, sekülerizmin sınırları, gerileyen sekülerizm, sekülerizm içkinlik ve yapıbozumu, kutsallıktan uzaklaşan sekülerizm, siyaset rasyonalitesi ve rasyonalitenin siyaseti gibi başlıklar altından irdelenen konular, okuyucuya seküler dünyanın epistemolojisi ve ontolojisi hakkında geniş ufuklar açmaktadır.
Ortadoğu’da Modernleşme
İslam ve Sekülerizm
Edisyon
21. YÜZYILDA İSLAM VE SEKÜLERİZM
John L. Esposito
21. yüzyılın başında dünya, modernite peygamberlerinin ‘hikmet’ ve beklentilerine meydan okumaktadır. Modernizasyon ve gelişme teorisi, uzun yıllar boyunca modern devlet ve toplumların gelişiminde Batılılaşma ve sekülerleşmeye ihtiyaç duyduğunu açıkça ifade etmiştir. Bunun neticesinde de din özel hayata sıkıştırılmış olacaktır. Bu arada bazıları dinin özel alana hapsedilmesinden bahsedince diğerleri de geleneksel inancın marjinalleşeceği ve nihayetinde yok olacağı kehanetinde bulundu. Harvey Cox’un Secular City adlı eseri Dietrich Bahoffer gibilerinin seküler Hıristiyanlık ve Hıristiyanlık geleneğine meydan okuyan Death of God (Tanrının Ölümü) teoloji okulu hakkında yazdığı bir dönemde teologlar kadar siyaset analizcilerinin de beklentilerini yansıtmıştır.
20. yüzyılın sonlarında dinin kişisel dirilişi ve özellikle İslami uyanış; modernite peygamberlerinin inanç ve esasen dogmalarına meydan okumuş, kimilerine göre de onları gözden düşürmüştür. Bazı eleştirilerde sekülerizmin yıkıldığı ya da iflas ettiği ve din temelli devletler ile yer değiştirmeleri gerektiği dile getirilmektedir. Bazıları da modern seküler devletlerin yeniden şekillenmesi için sekülerizmin yelkenlerinin yeniden ayarlanmasını istemektedirler.
Soğuk Savaş sonrası dönemde din, ulusçuluk, etnisite ve kabileciliğin küresel siyasette birleşmesi; ulus devletler ile bunların yönetimlerinin hem varlığını hem de istikrarını tehdit ederek, medeniyetler çatışması sinyallerinin artmasına neden olmuştur. Sudan, Ruanda, Somali, Nijerya, Bosna, Kosova, Hindistan, Keşmir, Pakistan, Afganistan, Orta Asya Cumhuriyetleri, Sri Lanka ve Endonezya gibi devletlerin kırılganlığına dikkat çeken pek çok örnek bulunmaktadır. Dini nasyonalizm (Hindu, Müslüman, Budist, Sırp ve Rus Ortodoks) ulus kimliğini güçlendirmek, iktidarları meşrulaştırmak, popüler desteği harekete geçirmek ve hatta etnik temizliğe yol açan faaliyetleri aklamak için dinin çok farklı şekillerde nasıl kullanıldığını göstermektedir.
Seküler paradigmanın itibar kaybederek bazen de tahtını kaybetmesi özellikle İslam dünyasında canlı bir olgudur. İran devrimi, İran, Afganistan ve Sudan’da yeni İslami cumhuriyetlerin ortaya çıkışı, Müslüman iktidar ve muhalefet hareketlerinin İslam’ı kullanışı Müslüman toplumlarda İslam’ın mevcudiyeti ve gücünü benzer bir biçimde doğrulamaktadır. Bu durum pek çok Müslüman toplumda daha seküler bir gelişme taslağı ve ulus inşasına meydan okumakta, kimilerine göre tehdit etmektedir.
Din ve Ulus Teşekkülü
Kuzey Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya İslam dünyasının pek çok bölümünde bağımsızlık hareketleri; mücadelelerini (cihad) meşrulaştırmak ve popüler desteği harekete geçirmek için İslami sembolleri, sloganları, partileri ve aktörleri devreye sokmuşlardır. Buna göre örneğin bir Kuzey Afrika ülkesi olan Cezayir’de Fransız hakimiyetini sona erdirmek ve Cezayir’in Arap-İslam mirasını teyid etmek için ulema’nın cihad çağrısı ve İslami basın dikkate değer bir rol oynamıştır. Hindistan alt kıtasında Pakistan’ın iki bölgesiyle (doğu ve batı) birlikte yaratılması için İslami ulusçuluk varlık nedeni haline gelmiştir. Bununla birlikte bağımsızlık sonrası dönem, gelişme tarzı Batılı seküler modellerden etkilenmiş ve onlara minnettar modern Müslüman ülkelerin ortaya çıkmasına tanıklık etmiştir. Suudi Arabistan ve Türkiye burada iki ayrı kutbu temsil etmektedir. Suudi Arabistan İslami anayasa (şeriat) temelli ve İslami olma iddiasında bir devlet olarak kurulmuştur. Yelpazenin diğer tarafında ise Mustafa Kemal Atatürk seküler bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun izleri (halife-sultan, şeriat, İslami kurum ve okullar) Avrupa’dan esinlenen siyaset, yasa ve eğitim sistemleriyle değiştirilmiştir.
Müslüman devletlerin çoğu ulus inşasında ortada bir yer seçmişlerdir ki bu da büyük oranda Batı’dan alınmış modellere ve bu konuda yabancı danışmanlar ile Batı’da eğitim görmüş seçkinlere güvenmişlerdir. Bu durum daha seküler yönelimli Tunus ve İran’dan Pakistan İslam Cumhuriyeti’ne kadar görülebilir. Parlamenter yönetim, siyasi partiler, kapitalist ve sosyalist ekonomiler ve modern (Avrupalı ve Amerikan) müfredat da bu ülkeler tarafından örnek alınmıştır. Din ve siyasetin ayrılması henüz tamamlanmadan (gerçekte Batı’daki pek çok seküler ülkedeki duruma benzer şekilde) yöneticiler, devletler ve devlet kurumlarının meşruiyet kaynağı olarak İslam’ın devlet ve toplum içindeki rolü büyük ölçüde perdelenmişti. Pek çok yönetim, yöneticinin Müslüman olması ya da gerçekte olmasa da şeriat’ın anayasanın kaynağı olması gibi İslami referansları kendi kurumlarıyla birleştirerek mütevazi bir İslami görünüş sergiledi. Merkezi yönetim bunların yanında İslami kurumları (camiler, vakıflar, dini mahkemeler vs) devletin kontrolü altına almaya çalışmıştır. Müslüman yönetimlerin çoğu, İslami anayasayı batılı seküler kodlardan etkilenmiş yasal sistemlerle değiştirse de evlilik, boşanma ve miras gibi Müslüman aile yasaları gücünü korumuştur. Aile kanunları, yenileriyle değiştirilmeye karşı çok korunaklı görünmelerine rağmen reforma uğramışlardır. Yasamanın ulema’ya (dini uzmanlar) ait bir yetki olduğu İslami geleneğe karşın modern reformlar hükümet ve parlamentoların eseriydi. Ulema’nın pek çok olayda rolü neredeyse yok denecek kadar azdı. Otoriter modernleştirici yönetimlerin ve Batı yönelimli seçkinlerin devletin rolü ve yönetimine ilişkin tanımları ile Batılı kalkınma modellerini (fikir, değer ve kurumlar) ortaya koymalarında izledikleri yol hayatın tesis edilmiş bir gerçeği olarak görülmüştür. Çoğunun ulaştığı sonuç, Müslümanların pek çok rolünün aslında kayıtsız şartsız seküler bir sahnede oynanacak olmasıydı.
Seküler Yoldan Çekilme
1978- 79 İran devrimi; modernleşme-sekülerleşme teorisi savunucularının yanılsamasını parçalayarak yok etmiştir. Küçük bir Fransız köyünde sürgün hayatı sürerken bir halk devrimine önderlik edip, petrol zengini, Batı’da güçlü müttefiklere ve karşı konulmaz bir orduya sahip İran şahının modernist yönetimini deviren yaşlı, sakallı bir dini lider olan Ayetullah Humeyni’nin heyulası hem uzmanların hem de yöneticilerinin hayal gücünün ötesindeydi. Mısır, Lübnan, Cezayir, Tunus gibi en modernist İslam ülkelerindeki Müslümanların siyasetinde İslam’ın yeniden dirilişi, dinin hayatın merkezinde değil de uçlarında olması gerektiğine inananların yüzüne çarpmıştır. Başlangıçta İslami uyanışı zayıf ve marjinal, yabancı ve eğitimsiz bir hareket olarak tanımlamaktan mutluluk duyanlar olduysa da bu hareketin şimdiye kadar fark edilmeden ilerleyen ‘sessiz devrim’i ortaya çıkarması neticesinde bu kişilerin inanç ve beklentileri 1980’lerin sonu ve 1990’larda ortadan kalkmıştır. İslam, sivil toplumu, siyasi parti ve teşkilatlar, sosyal hareket ve kurumlardan haberdar ederek ortalama bir toplumda varlık ve güç olarak ortaya çıkmıştır. Daha da ötesi çoğu durumda köylü değil, şehirli bir fenomen olup lider ve taraftarları çok iyi eğitimliydiler. Çoğu Müslüman toplumun seküler seçkin liderlik ve kurumları yanında yeni bir alternatif, İslami aktivizmin kurumsallaştığı derecede, tesis edilmişti. Yönetimler ve onların ekonomik kalkınma modelleri (Arap sosyalizmi ve kapitalizm) başarısız kalıp