Sene 1876. Polonyalı meşhur aktrist Maryna Zalezowska, California’da hayalindeki komünü kurma hayaliyle Amerika’ ya göç eder. Yanına ailesini ve dostlarını da alarak böyle bir maceraya atıldığı için birçok tepkiyle karşılaşsa da Maryna kendi doğrusundan şaşmayacak, iç sesinden başkasına kulak vermeyecektir.
Susan Sontag, Polonyalı bir aktristin gerçek yaşamından esinlenerek yazdığı bu romanda, 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçişin sancılarını beklenmedik bir açıdan ve birçok konuyu ahenkle bir araya getirerek ele alıyor. Amerika’da, zengin anlatımı ve dokunaklı karakterleriyle, tıpkı sahnedeki Maryna gibi okurunun tüm dikkatini üstüne çekip soluğunu kesiyor.
Avrupalılar elli küsur yıldır aynı şeyi söylüyorlar: İşler yolunda gitmezse biz de çeker Amerika’ya gideriz. Toplumsal konumları uyumsuz olan ve ailelerin baskısından kaçan sevgililer; eserlerinin hak ettiği ilgiyi göremediğine inanan sanatçılar; devrim çabaları boşa giden devrimciler – hadi, Amerika’ya! Amerika’nın varlık nedeni, Avrupa’nın açtığı yaraları sarmak ya da eski istekleri unutturup yerine başka arzular koymak sanki.
METAFOR OLARAK
HASTALIK
AIDS VE
METAFORLARI
SUSAN SONTAG, 1933’te New York’ta doğdu. Çocukluğu Tucson, Arizona ve Los Angeles’ta geçti. On beş yaşındayken California Üniversitesi’ne girdi. Bir yıl sonra Chicago Üniversitesi’ne geçiş yaptı ve 1951’de mezun oldu. Çalışmalarını Harvard Üniversitesi’nde sürdürdü ve felsefe doktorası yaptı. 1957-1958 yıllarında Paris Üniversitesi’nde çalıştı. Daha sonra Amerika’ya dönerek New York Koleji’nde felsefe dersleri verdi ve Columbia Üniversitesi’nde öğretmenlik yaptı. 60’lı yıllar boyunca The New York Review of Books, Commentary ve Partisan Review’da birçok denemesi yayımlandı. Film senaryoları yazan ve yö- netmenlik de yapan Susan Sontag’ın denemeleri arasında Sanatçı: Örnek bir Çilekeş, Fotoğraf Üzerine ve Başkalarının Acısına Bakmak sayılabilir. Yanardağ Sevdalısı, Amerika’da, Rüyaların Esiri ve Ölüm Tüneli adlı romanları dışında Ben, Vesaire adlı bir de öykü kitabı vardır. Sontag 2004’te New York’ta kanserden öldü.
İçindekiler
Metafor Olarak Hastalık ……………………………………………. 11
AIDS ve Metaforları …………………………………………………. 99
METAFOR OLARAK
HASTALIK
Hastalık, hayatın gece karanlığıdır; daha külfetli bir yurttaşlıktır. Doğup hayata gelen herkes, biri “sağlıklılar”, diğeri “hastalar” ülkesinde olmak üzere çifte vatandaşlığa sahiptir bu yeryüzünde. İstisnasız hepimiz, bize kalsa sadece “iyi” pasaportuyla yaşamayı tercih etmemize rağmen, günün birinde –en azından bir süreliğine– kendimizi öteki ülkenin hüviyetini ta- şıyor durumda bulmaktan kurtulamayız.
Benim bu metinde yapmak istediğim, hastalar ülkesine göç etmenin ve orada yaşamanın gerçekte neye benzediğini anlatmak değil; daha çok, hasta olma durumuyla ilintili olarak kafamızda kurduğumuz cezalandırıcı ya da duygusal fanteziler üzerinde durmak; yani hastalar dünyasının gerçek coğrafyasını değil, o ülkenin özgül karakterinden kaynaklanan klişeleri ortaya koymaktır. Dolayısıyla burada ele aldığım konu, fiziksel hastalığın kendisi değil, hastalığın bir figür ya da metafor olarak kullanılma halleridir. Benim anlayışım, hastalığın bir metafor olmadığı, hastalığı ele almanın en doğru yolunun (ve hasta olmanın en sağlıklı yolunun) metaforik düşünme biçiminden en fazla arıtılmış ve bu düşünme biçimine en iyi direnç gösteren yaklaşımın benimsenmesinden geçtiği yönündedir. Yine de hastalar ülkesine, onun topraklarını doldurmuş göz kamaştırıcı metaforların doğurduğu önyargılardan arınarak yerleşmek pek mümkün değildir. Bu yüzden ben de elinizdeki bu incelemeyi, hastalar ülkesini her taraftan kuşatıp istila etmiş olan bu metaforları aydınlatma ve onlardan kurtulma çabasına adıyorum.
Birinci bölüm
Metaforun şatafatlı süsleri altında çok belirgin ve birbirine benzer biçimde ezilen iki hastalık vardır: tüberküloz ve kanser.
Geçtiğimiz yüzyılda tüberkülozun, şimdilerde ise kanserin esinlendirdiği fanteziler, tıbbın temel öncülünün “bütün hastalıkların iyileştirilebileceği” inancı olduğu bir çağda, hiçbir şekilde denetlenemez ve her yönüyle kaprisli olduğu düşünülen bir hastalığa (yani anlaşılamayan bir hastalığa) gösterdiğimiz tepkilerden başka bir şey değildir. Böyle bir hastalık –tanımı gereği– esrarengizdir. Eskiden sebebi anlaşılamadığı, doktorların bütün ilgi ve ihtimamları bir işe yaramadığı için tüberkülozun, insanın hayatına sinsice dalan ve onu çalıp götüren bir hırsızlığa benzediği düşünülüyordu. Şimdi de kapıyı çalmadan içeri giren hastalık olma sırası kansere geldiğinden, merhametsiz ve gizli bir istila şeklinde yaşanan hastalık rolünü (bir gün, sebepleri tüberkülozunkiler kadar bilinen bir hale gelip tedavisi de yine onunki gibi etkili bir düzeye ulaşana kadar devam edecek olan bir roldür bu) oynamak da kansere düşmektedir.
Hastalığı sarmalayan esrarengiz hale yeni beklentilerin ortaya çıkmasıyla dağılır gibi olmasına rağmen, hastalığın kendisi (eskiden tüberküloz, bugün de kanser) hâlâ bütünüyle eski moda korkular uyandırmaktadır. Esrarengiz bir şey gözüyle bakılıp kendisinden dehşetle korkulan her hastalık, düz anlamıyla olmasa da moral etkileri bakımından “bulaşıcı” bir nitelikte sayılacaktır. Bu yüzden, günümüzde kansere yakalanmış olan şaşırtı- cı derecede çok sayıda insan, hastalandıkları öğrenildiği andan itibaren akrabaları, yakınları ve arkadaşlarının bilerek kendilerinden uzak durduklarına tanık olmakta, aynı evde birlikte yaşadıkları diğer insanlar tarafından da sanki kanser (eskiden tüberkülozun olduğu gibi) bulaşıcı bir hastalıkmışçasına kendilerini “mikroptan arındıran” davranışlara ve önlemlere maruz kalmaktadırlar. Öyle ki, esrarengiz bir illet sayılan bu hastalığa yakalanmış bir insanla temasa geçmek, kaçınılmaz bir şekilde onun alanı- na tecavüz etme (daha da kötüsü, bir tabunun çiğnenmesi) duygusu vermektedir. Hatta bu tür hastalıkların isimlerinin anılmasının bile sihirli bir güce sahip olduğu düşü- nülmektedir. Stendhal’in Armance’ında (1827) kahramanın annesi, o sözcüğü telaffuz etmenin oğlunun hastalığının seyrini hızlandıracağı korkusuyla “tüberküloz” adını ağzına almaya bile yanaşmaz. Yine, Karl Menninger (The Vital Balance’ta [Hayati Denge]), “‘Kanser’in adı- nın geçmesinin bile, henüz yakalandıkları illete kendilerini (çok çabuk) teslim etmemiş bazı hastaları öldürmeye yettiği”ni gözlemlemiştir. Ayrıca bu gözlem, çağdaş tıp ve psikiyatride üstünlüğü ele aldığını ilan eden antientelektüel inançlar ve baştan savma şefkat eğilimleriyle desteklenmektedir. “Bize, çektikleri acılar, ıstıraplar ve arazlar sebebiyle başvuran hastalar,” diye devam eder Menninger, “işaretparmağımızla onların lanetli hastalıklarını gösterdiğimizde, hemen gücenerek içlerine kapanma hakkına sahiptirler.” Dr. Menninger, hekimlere genellikle “isimler” ve “etiketler” kullanmaktan kaçınmalarını tavsiye eder (“Bizim işlevimiz, onların acılarını kaşımak değil, bu insanlara yardım etmektir,”) yine de bu tür tavırların pratikteki anlamı, gizliliğin ve tıbbi paternalizmin artmasıdır. Aşağılayıcı ya da damgalayıp lanetleyici olan şey bu tür adlandırmalar değil, “kanser” isminin kendisidir. Herhangi bir hastalığa sadece bir hastalık olarak değil de bir kötülük, baş edilmez bir yağmacı gözüyle bakıldığı sürece, kanserli insanların çoğunun, nasıl bir hastalığa yakalandıklarını öğrendiklerinde fiilen moral çöküntüsüne uğramaları kaçınılmazdır. İşte bu noktada çözüm, kanserli hastalara gerçeği söylemekten vazgeç- mek değil, tersine, bizzat “hastalık anlayışı”nı, gizemli örtüsünden arındırarak düzeltmekte yatmaktadır.
Bir insanın tüberküloz olduğunu öğrenmesinin, yü- züne karşı ölüm hükmünün okunmasıyla bir sayıldığı – günümüzde halkın zihninde kanserin ölümle eş tutulması gibi– günlerde (üstelik çok zaman da geçmemiştir o dönemlerden bu yana) tüberkülozlu kişilerin yakalandıkları hastalığın kendilerinden (onlar öldükten sonra da çocuklarından) gizlenmesi çok yaygın bir durumdu. Doktorlar ve hastaların aileleri, hastalık hakkında bilgi sahibi olan başka hastalarla bile rahatça konuşmakta gönülsüzdüler. Franz Kafka da Nisan 1924’te, kalmakta olduğu sanatoryumdan (ki iki ay sonra aynı yerde hayata gözlerini yumacaktır) bir arkadaşına şöyle yazıyordu: “Sohbet ederek hiçbir şey öğrendiğim yok; çünkü tüberküloz üzerine konuşurken… herkeste bir çekingenlik, kaçamak davranışlar ve donuk bakışlar ortaya çıkıyor.” Aynı şekilde, insanların söz birliği etmişçesine kanseri gizleme konusunda sessizce anlaşmaları da son derece yaygın rastlanan bir tutumdur. Fransa’da ve İtalya’da, doktorların, koydukları kanser teşhisini hastanın ailesine bildirmelerifakat hastanın kendisine hiçbir şey söylememeleri hâlâ bir kural sayılmaktadır; doktorlara kalırsa –istisnai bir şekilde karşılaşılan olgun düşünceli ve zeki hastalar dışında– hiç kimse gerçeğin ağırlığına katlanabilecek güçte değildir çünkü. (Bir keresinde, kendisiyle konuşma fırsatı bulduğum önde gelen Fransız onkologlardan biri, hastalarının ancak onda birinden daha az bir kısmının kansere yakalandıklarını bildiklerini anlatmıştı bana.) Amerika’da –kısmen doktorların yanlış tedavi yüzünden aleyhlerinde dava açılması korkularından dolayı– hastalara karşı artık çok daha açıksözlü davranılmakta, yine de ülkenin en bü- yük kanser hastanesi, hastalığın, hastanın ailesinden bir sır gibi saklanabileceği varsayımından hareket ederek, hastanede yatmayan, ancak tedavi için dışarıdan gelip giden hastalara yolladıkları faturaları ve rutin bilgi mektuplarını, nereden postaya verildiği belli olmayan zarflarla göndermeyi tercih etmektedir. Kansere yakalanmak bir insanın aşk hayatını, terfi etme şansını, hatta işini tehlikeye sokabilecek bir skandal sayılabildiği için, kendi durumlarını bilen hastalar da, yakalandıkları hastalık hakkında –hiç konuşmamazlık etmeseler de– ellerinden geldiğince ketum davranmaya meyilli olmaktadırlar. Yine, federal bir yasada; 1966 tarihli Haber Alma Özgürlüğü Yasası’nda, açığa vurulması, “özel hayatın gizliliğinin alenen ihlal edilmesi” sayılan şeylerin sıralandığı bir maddede, “kanser tedavisi görme”nin ifşa edilemeyeceğinin belirtildiği herkesçe bilinmektedir. Ve burada adıyla bahsedilen tek hastalık, kanserdir.
Toparlarsak, kanser hastalarının yüzüne söylenen ve hastaların kendilerinin de işlerine gelen yalanların hepsi, ileri sanayi toplumlarında ölümle yüzleşmenin ne kadar zorlaştığının bir ölçüsünü verir aslında. Ölüm artık, incitici derecede anlamsız bir olay şeklinde değerlendirilmekte olduğundan, yaygın biçimde ölümle eşanlamlı sayılan bu hastalık da, mutlaka etraftan saklanması gereken bir musibet olarak yaşanmaktadır. Yakalandıkları hastalı- ğın niteliği hakkında kaçamak bir dille konuşarak kanserli hastaları kandırmaya veya oyalamaya çalışma politikası, ölmekte olan insanlara karşı en iyi davranış şeklinin, ölmekte oldukları bilgisinin kendilerinden esirgenmesi olduğu, buna paralel olarak, “iyi ölümün en kısa ölüm olduğu” (bunun en iyi biçiminin de, bilincimizi kaybetmişken ya da deliksiz bir uyku çekerken başımıza gelen ölüm olduğu) inancının bir yansımasıdır. Bununla birlikte, modern düşüncenin ölümü reddetmesi, yalan söylemenin ve yalanlara kanarak durumu geçiştirme isteğinin ölçüsünü açıklamaya yetmediği gibi, böyle bir yaklaşımla insanın en derinlerinde yatan korkuya dokunulması da mümkün değildir. Enfarktüs geçiren birinin birkaç yıl içinde yeni bir kalp krizinden ölme ihtimali, kanserli bir hastanın kısa sürede kanserden ölme ihtimalinden daha az değildir. Fakat bir kalp hastasından gerçeği gizlemek hiç kimsenin aklına gelmez: Kalp krizi geçirmenin utanı- lacak bir tarafı yoktur. Kanser hastalarına yalan söylenmesinin sebebi, bu hastalığa yakalanmanın o insanın ölüm hükmünün imzalanması anlamına gelmesi (ya da bu anlamı taşıdığının düşünülmesi) değildir sadece, bunun yanı sıra, bu sözcüğün müstehcen –bu sözcüğün asıl anlamıyla uğursuz, tiksinç, yüz buruşturucu– bir şey olarak algılanmasıdır. Kalp hastalığı bir zayıflığı, derdi, teknik bir arızayı içerir; onda ayıplanacak bir yan olmadığı gibi, bir zamanlar tüberküloza yakalanmış, şimdi de kanserden mustarip olan insanları kuşatan tabudan da en ufak bir iz yoktur. Dolayısıyla geçmişte tüberkülozla, şimdiyse kanserle ilintili metaforların, özellikle insanın kafasını uğuldatan ve korkulu günler geceler geçirten türde süreçler yaşamayı içerdiğini söyleyebiliriz.
….