Ardında bıraktığın kadını hatırlıyor musun? Paris’te Balayı devam ediyor…
Genç ve güzel Sophie, savaşa giden ressam kocası Édouard’ın yokluğunda ailesini ne pahasına olursa olsun korumaya kararlıdır. Ancak işlettikleri otel bir Alman komutan ile askerlerine hizmet vermek zorunda bırakıldığında huzurlu evleri, korku ve gerilimin yuvası haline gelir. Ve tehlikeli Alman komutan, Sophie’nin büyüleyici tablosuna tutkuyla bakmaya başladığında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı anlaşılır…
Neredeyse bir yüz yıl sonra Sophie’nin göz alıcı tablosu Liv Halston’ın evinde asılı durmaktadır. Ölen kocasının hediyesi olan bu tablo, Liv için tüm anılarını gömdüğü bir hazine gibidir. Ancak şans eseri tablonun karanlık geçmişi gün yüzüne çıktığında Liv’in hayatı bir kez daha alt üst olmanın eşiğine gelir…
Ardında Bıraktığın Kadın… Ne pahasına olursa olsun sevdikleri için mücadele etmekten asla vazgeçmeyenlerin öyküsü…
“Tatlı acı romanların ustası Jojo Moyes büyük aşk hikâyelerini en karanlık noktalarıyla ele alırken okuyucusuna alışılmış mutlu sonlardan çok daha fazlasını sunuyor.”
Entertainment Weekly-
“Lezzetli bir olay örgüsü, capcanlı bir hayal gücüyle yaratılan karakterler ve karşı konulmaz aşklar…”
-USA Today-
“Ardında Bıraktığın Kadın yüreğinize büyük bir darbe gibi inecek, baştan çıkarıcı bir roman.”
-The Washington Post-
“Kararlı ve yürekli âşıkların romanı… Son sayfayı çevirine kadar dünyadan koptuğunuzu fark etmeyeceksiniz.” Los Angeles Times
“Hataları, cesaretleri ve tutkularıyla Moyes’in karakterleri sizi bambaşka bir dünyaya davet ediyor.”
-Library Journal-
“Yüz yıllık bir tablonun etrafında canlanan iki ölümsüz aşk hikâyesi… Bu romanı okumak sıradışı bir deneyim olacak.”
-Booklist-
***
1
St. Peronne Ekim 1916
Rüyamda yiyecekler görüyordum. Gevrek bagetler, fırından yeni çıkmış, üzerinden dumanlar tüten içi bembeyaz ekmekler, tabağın kenarından taşan peynirler, kaplarına sığmayıp mis kokularıyla her yanı saran kara üzümler ve erikler… Tam uzanıp bir tane alıyordum ki ablam beni durdurdu. “Def ol,” diye mırıldandım. “Açım.”
“Sophie. Uyan.”
O peynirin tadına bakabilirdim. Ağzımı Reblochon peyniriyle doldurur, o sıcak ekmeğin koca bir dilimine sürer, sonra da ağzıma bir üzüm atabilirdim. O yoğun tadı alıyor, zengin aromasını koklayabiliyordum.
Ama ne yazık ki ablam bileğimi kavrayıp bana engel oldu. Tabaklar gözden kaybolmaya, kokular yok olmaya başladı. Ben onlara uzandıkça hepsi sabundan baloncuklar gibi kayboluyordu.
“Sophie.”
“Ne var?”
“Aurilien’i götürüyorlar!”
Yana dönüp gözlerimi kırpıştırdım. Ablam üşümesin diye tıpkı benim gibi pamuklu bir bere takmıştı. Elinde tuttuğu mumun kuvvetsiz ışığında bile yüzünün solduğu, gözlerinin şaşkınlıktan kocaman açıldığı görülebiliyordu. “Aurelien’i götürüyorlar. Aşağıdalar.”
Zihnim açılmaya başlamıştı. Tam altımızdan gelen bağrışmaları duyuyordum. Sesleri taş avluda yankılanırken kümesteki tavuklar panikle gıdaklıyordu. Gece rüzgârı inanılmaz bir şiddetle esiyordu. Geceliğimi çekiştirip yatağımda doğruldum ve komodinimdeki mumu yakmaya çalıştım.
Ablamın yanından sallana sallana pencereye yürüyüp araç farlarının aydınlattığı avludaki askerlere ve dipçik darbelerinden korunmak için kollarıyla başını saran erkek kardeşime baktım.
“Neler oluyor?”
“Domuzdan haberleri var.”
“Ne?”
“Mösyö Suel bizi ispiyonlamış olmalı. Odamdan bağrışmalarını duydum. Aurelien nerede olduğunu söylemezse onu götüreceklermiş.”
“Bir şey söylemez.”
Kardeşimin çığlığını duyduğumuzda irkildik. O anda ablamı zar zor tanıyabildim. Yirmi dört yaşındaydı ama sanki aniden yirmi yaş yaşlanmıştı. Dehşetinin benim yüzüme yansıdığını biliyordum. Korktuğumuz başımıza gelmişti.
Haline panikle titreyen sesiyle, “Başlarında bir de komutanları var. Onu bulurlarsa…” diye fısıldadı. “Hepimizi tutuklayacaklar. Arras’ta neler olduğunu biliyorsun. Bizi örnek olsun diye gösterecekler. Hem… çocuklara ne olacak?”
Düşünceler zihnimde dönüp duruyordu. Kardeşimin konuşabileceği ihtimali aklımı başımdan almıştı. Omzuma bir şal atıp parmak ucumda pencereye yürüdüm ve avluya »aklım. Orada bir komutanın bulunması bunun, tehdit dolu birkaç söz ve yumrukla öfkesini akıtmaya çalışan sarhoş askerlerin işi olmadığım gösteriyordu. Başımız gerçekten beladaydı.
“Onu bulacaklar Sophie. Birkaç dakikalarım alacak yalnızca. Sonra da…” Hiline’in sesi yaşadığı paniğin etkisiyle yükselip gürleşti.
Bense hiçbir şey düşünemiyordum. Gözlerimi kapattım. Sonra açtım. “Alt kata in,” dedim. “Masum rolü oyna. Aurelien in ne yaptığını sor. Onunla konuş, dikkatini dağıt. Adamlar eve girmeden önce bana biraz zaman kazandır.”
“Sen ne yapacaksın?”
Ablamı kolundan kavradım. “Git. Ama sakın onlara bir şey söyleme, anladın mı? Her şeyi inkâr et.”
Ablam biraz tereddüt ettikten sonra arkasından havalanan geceliğiyle koridora koştu. Kendimi bir daha o birkaç saniyede hissettiğim kadar yalnız hissettim mi hiç bilmiyorum. Korku boğazıma sarılmış, ailemin kaderinin ellerimde olduğunu hissetmenin ağırlığı üzerime çökmüştü. Hemen babamın çalışma odasına koştum ve masasının çekmecelerini karıştırıp eski kalemler, kâğıt parçaları, kırık saat parçaları ve eski faturalar gibi elime ne geçtiyse savurmaya başladım. Aradığım şeyi bulduğumda Tanrı’ya şükrettim. Sonra alt kata koşup kilerin kapısını açtım ve titrek mum ışığına hiç ihtiyacım olmadığı için karanlıkta taş basamakları dikkatle inmeye başladım. Bir zamanlar bira ve kaliteli şarap fıçılarıyla dolu olan arka kilerin ağır sürgüsünü kaldırıp boş varillerden birini kenara ittim ve eski, dökme demirden ekmek fırınının kapısını açtım.
Henüz yeterince büyümeyen domuz yavrusu uykulu gözlerini kırpıştırdı. Ayağa kalkıp saman yatağından bana baktı ve homurdandı. Size ondan bahsetmemiştim, değil mi? Mösyö Girard’ın çiftliğine el konduğunda onu kaçırmıştık. Tanrı’nın bir lütfü gibi karmaşanın içinde yolunu kaybetmiş, bir Alman aracının arkasına yüklenen domuzlardan ayrılıp Büyükanne PoUine’in koca eteğinin altına gizlenmişti. Bir parça et elde edebileceğimiz büyüklüğe erişmesi ümidiyle haftalardır onu meşepalamudu ve artıklarla besliyorduk. O parlak derisi ve yağlı eti geçen ay boyunca Le Coq Rouge sakinlerinin hayallerini süslemişti.
Dışarıda kardeşimin tekrar çığlık attığını, sonra ablamın sert ve ısrarcı bir tonla bağırdığını duydum. Ancak Alman subayının sert sesi ikisini de susturmuştu. Domuz, kaderini biliyormuş gibi zeki ve anlayışlı gözlerle bana baktı.
“Affedersin mon petit,’” diye fısıldadım. “Ama başka çarem yok.” Sonra elimi uzattım.
Birkaç dakika içinde dışarıdaydım. Mimi’yi de uyandırmış, sessiz kalırsa benimle gelebileceğini söylemiştim. Son birkaç aydır birçok olaya tanık olan çocuk hiçbir şey sormadan boyun eğmiş, kucağında küçük erkek kardeşiyle yataktan kayıp elini avucuma koymuştu.
Kış yaklaştığı için hava ayazdı ve akşam yaktığımız ateşten hâlâ odun kokusu geliyordu. Arka kapının taş kemerinden bakıp Komutanı görünce duraksadım. Bizim tanıdığımız ve alay ettiğimiz Komutan Herr Becker değildi bu. Tıraşlı, vurdumduymaz, temkinli ve daha zayıf bir adamdı. Karanlıkta bile tavırlarının yabani bir cehalet değil de zekâ barındırdığını görmek gözümü korkutmuştu.
Bu yeni Komutan kuşkucu bakışlarla pencerelerimizi inceliyordu. Belki de bu binada, kıdemli Alman askerlerinin kaldığı Fourrier Çiftliği’nden daha rahat edeceklerini düşünüyordu. Tüm kasabayı gören yüksek konumu sayesinde stratejik bir noktada bulunduğumuzu anlamıştı sanırım. Evimizin, kasabanın önde gelen otellerinden biri olduğu günlerden kalma on odası ve atlar için de ahırı vardı.
Helene parke taşlı yolda kollarıyla Aurelien’i korumaya çalışıyordu.
Askerlerden biri tüfeğini kaldırdı ama Komutan ona durmasını işaret etti. “Ayağa kalkın!” diye emretti. Hâine geriye doğru tökezleyerek geri adım attı. Ablamın korkudan iyice gerilmiş yüzüne baktım.
Annesini gördüğü anda Mimi’nin elimi sıkıca kavradığını hissettim ve yüreğim ağzıma gelmiş olmasına karşın ben de onun elini sıktım. Sonra uzun adımlarla ilerledim. “Tanrı aşkına, neler oluyor burada?” Sesim avluda yankılandı.
Sesimin tonuna şaşıran Komutan bana baktı. Eteğine yapışmış parmak emen bir çocuk ve kucağında kundaklı bir bebekle kemerli kapıdan avluya yürüyen genç bir kadın… Gece başlığım hafifçe gevşemişti ve beyaz pamuklu geceliğim de öyle yıpranmıştı ki tenimi örten kumaşın varlığı güçlükle fark ediliyordu. Küt küt atan kalbimin sesini duymamış olmasını ümit ettim.
Doğruca ona baktım. “Ne suç işledik ki adamlarınız bizi cezalandırmaya geldi?”
Evinden ayrıldığından beri belli ki hiçbir kadın onunla bu tarzda konuşmamıştı, Avluya hâkim olan sessizliğe şimdi bir de şaşkınlık duygusu ekleniyordu. Böylesi bir başkaldırının bizi kurtaracağını düşünen kardeşim ile ablam beni daha iyi görebilmek için döndüler.
“Sen kimsin?”
“Madam Lefevre.”
Komutan’ın parmağımda alyans aradığını görebiliyordum ama boş bir beklentiye girmişti. Bu bölgedeki birçok kadın gibi ben de yüzüğümü uzun zaman önce satmıştım.
“Madam. Evinizde yasadışı yollarla hayvan beslediğinizi öğrendik.” Adamın Fransızcası, önceki görevini işgal edilmiş topraklarda yaptığı izlenimini uyandıracak kadar iyiydi ve sesi sakindi. Beklenmedik bir şeyden gözü korkacak birine benzemiyordu.
“Hayvan mı?”
“Güvenilir bir kaynaktan evinizde bir domuz beslediğinizi öğrendik. Kanunlara göre yönetimden gizli olarak evde hayvan barındırmanın cezası hapistir.”
Adamın bakışlarını yakaladım. “Size böyle bir bilgiyi kimin verdiğini biliyorum. Mösyö Suel, değil mi?” Yanaklarım kızarmış, uzun bir örgü halinde omzumdan aşağı sarkan saçım elektriklenmişti. Ensemdeki tüyler diken diken olmuştu.
Komutan askerlerden birine döndü. Adamın yan yan bakışı söylediğimin doğruluğunu kanıtlıyordu.
“Sayın Komutan, Mösyö Suel ayda en az iki defa buraya gelir ve bizi kocalarımızın yokluğunda onun ilgisine muhtaç olduğumuza ikna etmeye çalışır. Onun sözde nezaketine kanmadığımız için de hakkımızda söylentiler yayıp bizi tehdit eder.”
“İnandırıcı olmasa yetkililer harekete geçmezdi.”
“Bu ziyaretin başka bir amacı olduğunu sanıyorum sayın Komutan.”
O anda bana doğru korkunç bir bakış attı. Topuklarının üzerinde dönüp evin kapışma doğru ilerledi. Ona ayak uydurman çabasıyla, ayaklarıma dolaşan geceliğimle peşinden gittim. Karşısında bu kadar cesurca konuşmam suç sayılabilirdi. Ama artık korkmuyordum.
“Bize bir bakın. Biftek, kuzu pirzolası ya da domuz filetosuyla besleniyormuşuz gibi bir halimiz var mı? Adam döndü ve geceliğimin kollarından hafifçe görünen kemikli bileklerime göz attı. Son bir yılda belim beş santim incelmişti. “Otelden kazandığımızla yiyip içiyormuşuz gibi görünüyor muyuz? İki düzine tavuktan yalnızca üç tane kaldı. Adamlarınız yumurtalarım alır diye memnuniyetle bakıp beslediğimiz üç tavuk Alman yetkililerinin diyet olarak nitelendireceği şeylerle besleniyoruz zaten. Elimizdeki kısıtlı et ve unu, yulaflı ve kepekli ekmeği de hayvan beslemek için kullanacak değiliz ya.”
Komutan arka koridora geçmişti. Ayak sesi döşemenin üzerinde yankılanıyordu. Biraz duraksadı ve sonra bara yürüyüp bir emir verdi. Bir yerlerden çıkan bir asker ona bir lamba uzattı.
“Bebeklerimizi besleyecek sütümüz yok Çocuklarımız açlıktan ağlıyor, gıdasız kaldığımız için hastalandık. Buna karşın gecenin bir yarısı gelip iki kadını korkutuyor, masum bir gence merhametsizce davranıyor, bizi tartaklayıp tehdit ediyorsunuz. Neden? Utanmazın teki size ziyafet çektiğimizi söylediği için mi?” Ellerim titriyordu. Komutan çocuğun kıpırdandığını gördü. Ben de korkumdan onu çok sıkı tuttuğumu fark ettim. Gerileyip şalımı düzelttim ve Mimi’ye bir şarkı mırıldanmaya başladım. Sonra başımı kaldırdım. Sesimdeki acıyı ve öfkeyi gızleyemiyordum.
“Evimizi arayın o halde Komutan. Altını üstüne getirin. Sağlam ne kalmışsa onu da siz mahvedin. Müştemilatı da arayın, adamlarınızın canı öyle istedi diye çoktan soyup soğana çevrilen binadan bahsediyorum. Şu efsanevi domuzu bulduğunuzda adamlarınıza güzel bir akşam yemeği olur umarım.”
Bakışlarımı beklediğinden biraz daha uzun bir süre gözlerinden ayırmadım. Pencereden ablamın, eteğiyle Aurelien’in yaralarını sildiğini ve kanamasını durdurmaya çalıştığını gördüm. Üç Alman askeri başlarında bekliyordu.
Gözlerim artık karanlığa alışmıştı ve Komutanın kafasının karıştığının far kındaydım. Kuşkulu gözlerle bakan adamları da onun emir vermesini bekliyorlardı. Komutan isterse evin her yerini didik didik aratabilir, benim sıradışt taşkınlığımın cezasını da hepimizi tutuklayarak ödetebilirdi. Ama Suel’in ona yanlış bilgi vermiş olabileceğinden kuşkulandığı belliydi. Yanıldığını görme ihtimalinden hoşlanacak birine de benzemiyordu.
Poker oynadığımızda Edouard kahkahalarla güler, yüz ifadem gerçek hislerimi asla yansıtmadığı için benim çok zorlu bir rakip olduğumu söylerdi. O anda kendime şu cümleyi hatırlattım: Bu, hayatım boyunca oynayacağım en önemli oyun. Komutan ve ben birbirimize baktık. Bir an için etrafımızdaki her şey donup kalmıştı. Cephedeki patlamaların uzaktan gelen gürültüsünü, ablamın öksürdüğünü, kümeslerindeki zavallı sıska tavuklarımızın tedirgin gıdaklamalarını duyabiliyordum. İkimiz de gerçekler üzerine kumar oynarken sesler bir anda kısılmıştı sanki. Sonra bakıştık. Kendi kalp atışlarımı duyduğuma yemin edebilirim.
“Bu nedir?”
“Hangisi?”
Lambayı kaldırdı ve altın rengi solgun ışık tabloyu biraz aydınlattı. Bu, yeni evlendiğimizde fidouard’ın yaptığı portremdi. Tablodaki kadın bendim, evliliğimizin ilk yılında omuzlanma düşen ışıl ışıl gür saçlarım, pürüzsüz taze tenim ve sevildiğini bilen birinin ağırbaşlılığıyla poz veren ben… Birkaç hafta önce onu sakladığım yerden çıkarmış, ablama da, “Kendi evimde neye bakacağıma da Almanlar karar verecekse lanet üzerimden eksik olmasın,” demiştim.
Komutan resmi daha iyi görebilmek için lambayı biraz daha kaldırdı. Helene beni, onu oraya koyma Sophie. Belaya davetiye çtkarır, diye uyarmıştı.
Komutan sonunda bana döndüğünde gözlerini portreden güçlükle ayırabilmiş gibiydi. Yüzüme ve sonra tekrar resme baktı. “Kocam yaptı.” Ona neden bunu belirtme ihtiyacı duyduğumu bilmiyorum.
Belki biraz içerlediğim içindi. Belki resimdeki ve karşısında duran kadın arasındaki fark yüzünden, belki de yanı başımda ağlayan sarışın çocuk yüzündendi. İki yıldır bu işin içinde olan komutanlar önemsiz suçlar yüzünden bizi taciz etmekten bıkmış bile olabilirlerdi.
Komutan resme biraz daha bakıp gözlerini yere indirdi.
“Sanırım ne demek istediğimi anladınız Madam. Konuşmamız bitmedi ama bu gece sizi daha fazla rahatsız etmeyeceğim.”
Gizlemeyi beceremediğim şaşkınlığımı görmüştü ve ben de onun, bu şaşkınlıktan tatmin olduğunu fark etmiştim. Belki de kaderime terk edildiğime inandığımı bilmesi bile ona yetmişti. Zeki ve kurnaz bir adamdı. Dikkatli olmalıydım.
“Asker!”
Her zamanki gibi körü körüne itaat eden askerler dönüp far ışığında üniformalarının gölgeleri yere düşerken araçlarına yürüdüler. Ben de Komutan’m peşinden gittim ve kapının önünde durdum. Sesini son kez duyduğumda şoföre kasabaya doğru sürmesini emrediyordu.
Askeri araç, farlarıyla çukurlu yüzeyi aydınlatarak aynı yoldan geri dönerken biz de arkasından öylece bakakalmıştık. Haline…