Harry Potter’ın büyücülük okulundaki dördüncü yılında başından geçenleri anlatan Harry Potter ve Ateş Kadehi, dizinin önceki kitaplarında tanık olduğumuzdan hem çok daha eğlenceli, hem çok daha ürkütücü bir büyücülük dünyasının kapılarını açıyor.
Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulu’nda dördüncü sınıfa geçen Harry, yaz tatilinde Dursley’lerden izin koparıp arkadaşlarıyla birlikte Quidditch Dünya Kupası finalini izlemeye gidiyor. Bu yıl Hogwarts’taki en büyük yenilik ise, Üçbüyücü Turnuvası. Üç rakip büyücülük okulunun katılımıyla gerçekleşen bu etkinlik yüz yıldan beri ilk kez düzenleniyor. Harry, istemediği halde, yaşı bile tutmadığı halde, kendini bu Turnuva’nın içinde buluyor. Oysa onun tek istediği, büyücülük standartları içinde olabildiğince “normal” bir yaşam sürmek, yeni büyüler öğrenerek kendini geliştirmek, Cho’yla ilgili hayaller kurmak, Ron ve Hermione’yle hoşça vakit geçirmek. Ancak, alnındaki yara izinin ikide bir acıması, korkunç olayların yaklaşmakta olduğunun habercisi…
Harry Potter ve Ateş Kadehi, dizinin önceki kitaplarında tanık olduğumuzdan hem çok daha eğlenceli, hem çok daha ürkütücü bir büyücülük dünyasının kapılarını açıyor. J. K. Rowling, 7 cilt olarak planladığı Harry Potter dizisinin ilk kitabı Harry Potter ve Felsefe Taşı (YKY, 2001), ikinci kitabı Harry Potter ve Sırlar Odası (YKY, 2001), üçüncü kitabı Harry Potter ve Azkaban Tutsağı’ndan (YKY, 2001) sonra, bir kez daha Türk okuruyla buluşuyor.
BİRİNCİ BÖLÜM
Riddle Evi
Riddle ailesi o evde oturmayalı yıllar olduğu halde, Küçük Hangleton koyu sakinleri ona hâin “Rıddle Koyu” diyordu. Ev köye hâkim bir tepedeydi, bazı pencereleri tahtalarla kapatılmıştı, çatısındaki kiremitler eksikti ve .sarmaşıklar dizginlenemez şekilde cephesini kaplamıştı. Bir vakitler güzel bir malikâ neymiş, şimdi de kilometrelerce mesate dahilindeki en büvük ve heybetli bina olduğu rahatlıkla söylenebilirdi. Ne var ki, Riddle Evi artık rutubetliydi, terk edilmişti ve içinde kimse oturmuyordu.
Küçük Hangleton’lıların hepsi eski evin “ürpertici” olduğu konusunda fikir birliği içindeydi. Yarım yüzyıl önce orada tuhaf ve korkunç bir şey olmuştu, dedikodu konuları azalınca köyün yaşlı sakinlerinin bugün de üzerinde konuşmayı sevdikleri bir şey. Hikâyenin üzerinde öyle çok konuşulmuş ve o kadar çok yeri süslenip püslenmişti ki, artık kimse gerçeğin ne olduğunu pek kestiremivordu. Ancak, hikâyenin bütün çeşitlemeleri aynı noktadan başlıyordu: Elli yıl önce, Riddle Evi’nin hâlâ bakımlı ve etkileyici olduğu günlerde, güzel bir yaz sabahı şafak sökerken bir hizmetçi oturma odasına girmiş ve üç Riddle’in cesetleriyle karşılaşmıştı.
Hizmetçi çığlıklarıyla tepe aşağı köye koşmuş ve herkesi uyandırmıştı.
“Gözleri açık orda öyle yatıyorlar! Buz gibi soğuk! Üstlerinde halâ akşam yemeği kılıkları var..
Polis çağrıldı. Küçük Hangleton, şokla karışık bir merak ve pek saklanamayan bir heyecanla fıkır fıkır kaynıyordu. Kimse kendine Riddle’ların arkasından ağlarmış süsü vererek nefesini ziyan etmedi, çünkü hiç sevilmezlerdi. Yaşlı Mr ve Mrs Riddle zengin, züppe ve kabaydılar, yetişkin oğulları Tom ise onlardan da beterdi. Köylülerin kafasını kurcalayan tek şey, katilin kim olduğuydu. Sağlıklı görünen üç insan aynı gecede doğal nedenlerle pat diye düşüp ölmezdi ya canım.
Köyün meyhanesi Asılmış Adam, o gece müthiş iş yaptı; cinayetler hakkında konuşmak için bütün köy oraya toplanmıştı. Riddle’ların aşçısı dramatik bir tavırla ortalarında belirip, birden ^essi/leşen meyhane halkına az önce Frank Bryce diye bir adamın tutuklandığını ilan edince, şöminelerinin başını terk edip oraya gelmenin mükâfatın] gördüler.
“Frank!” diye çığlık attı birkaç kişi. “Olamaz!”
Frank Bryce, Riddle’ların bahçıvanıydı. Riddle Evi’nin arazisindeki yıkık dökük kulübede yaşardı. Frank savaştan döndüğünde bacağını bükemiyordu, kalabalığa ve gürültüye de tahammül edemiyordu. O gün bugün Riddle’ların yanında çalışıyordu.
Aşçıya içki ısmarlamak ve biraz daha bilgi almak için bir telaştır patlak verdi.
Aşçı, hevesle dinleyen köylülere, dördüncü serisinden sonra, “Hep onun tuhaf biri olduğunu düşünmüştüm zaten,” dedi. “Ne bileyim, öyle dost canlısı falan değildi. Yani, ona değil bir, belki yüz kere kahve ikram ettim. Başkalarıyla takılmak istemezdi hiç.”
“İyi ama,” dedi bardaki bir kadın, “çetin bir savaştan çıktı Frank. Sakin bir hayatı seviyor. Hem bir neden…”
Aşçı, “Peki, başka kimde arka kapı anahtarı var, ha?” diye sordu, kaba bir sesle. “Ben kendimi bildim bileli bahçıvanın kulübesinde yedek bir anahtar asılıdır! Dün gece kimse kapıyı zorlamamış! Pencereler kırılmamış! Tek yapması gereken, hepimiz uyurken büyük eve sinsice girmekti…”
Köylüler birbirlerine karanlık bakışlar attılar.
Bardaki bir adam, “Ben hep onun pisliğin biri olduğunu düşünmüştüm ashnda,” diye homurdandı.
“Bana sorarsanız, savaş onu bir tuhaf yaptı,” dedi patron.
Köşedeki heyecanlı bir kadın, “Ben zaten demiştim, hayatta Frank’in tersine çatmak istemem diye,
değil mi, Do t?” diye sordu.
Dot, hararetle başını salladı. “Hemencecik kızıyor. Hatırlıyorum da, o çocukken…”
Ertesi sabah, Küçük Hangleton’da, Riddle’lan Frank Bryce’ın öldürdüğü konusunda kimsenin en
ufak şüphesi kalmamıştı.
Ama komşu Büyük Hangleton kasabasındaki karanlık, pis ve kasvetli karakolda, Frank tekrar tekrar, inatla masum olduğunu söylüyordu. Bir iddiası da, Riddle’larm öldüğü gün evin civarında
gördüğü tek kişinin bir yabancı, siyah saçlı ve solgun, yeniyetme bir oğlan olduğu yolundaydı.
Köyde başka kimse böyle bir çocuk görmemişti, polis de Frank’in palavra attığından hemen hemen
emindi.
Sonra, tam da işler Frank açısından çok ciddi bir hal almışken, Riddle’larm cesetlerine ilişkin rapor
geldi. Bu rapor her şeyi değiştirdi.
Polis bundan daha tuhaf bir rapor görmemişti. Bir doktor ekibi cesetleri incelemiş ve Riddle’lardan
hiçbirinin zehirlenmediği, bıçaklanmadığı, vurulmadığı, boğazlanmadığı, boğulmadığı ya da
(görebildikleri kadarıyla) zarar görmediği sonucuna varmıştı. Aslında (diye devam ediyordu rapor,
şüphe götürmez bir hayret havasıyla), Riddle’lann hepsinin sağlığı pek yerinde görünüyordu – yani,
ölmüş olmaları dışında. Doktorlar (sanki ille de cesetlerde bir bozukluk bulmak istermiş gibi) her
Riddle’in yüzünde bir dehşet ifadesi olduğundan söz etmişti – ama umduğunu bulamamış olan
polisin dediği gibi, üç kişinin korkutularak öldürüldüğü nerede duyulmuş ki?
Riddle’lann öldürüldüğü konusunda hiçbir kanıt olmadığı için polis Frank’i bırakmak zorunda kaldı.
Riddle’lar, Küçük Hangleton kilisesinin bahçesine gömüldü, mezarları da bir süre ilgi merkezi
olmayı sürdürdü. Frank Bryce ise herkesi şaşırtarak, üzerinde bir şüphe bulutuyla, Riddle Evi arazisindeki kulübesine döndü.
Dot, Asılmış Adam’da, “Bana göre onları o öldürdü,” dedi, “polisin ne dediği de umrumda bile
değil. Ve eğer biraz utanması varsa buradan gider, çünkü onun yaptığını bildiğimizi biliyor.”
Ama Frank gitmedi. Riddle Evi’nde daha sonra oturan ailenin de, ondan sonraki ailenin de
bahçeleriyle ilgilendi – ne var ki, iki aile de uzun süre kalmadı. Yeni ev sahiplerinin bu yerin nahoş
bir havası olduğunu söylemeleri belki kısmen de Frank yüzündendi. İçinde
oturan kimse kalmayınca, ev de bakımsız bir hal aldı.
*
Riddle Evi’nin şu sıralar sahibi olan zengin adam ne orada oturuyor, ne de evden faydalanıyordu.
Köyde onun evi “vergi nedeniyle” elinde tuttuğunu söylüyorlardı, ama kimsenin bu nedenler
hakkında net bir fikri yoktu. Ne var ki, zengin ev sahibi bahçeyle ilgilenmesi için Frank’e para
vermeyi sürdürdü. Yetmiş yedinci doğum günü yakın olan Frank sağırdı, bir bacağı tutuktu ve
bükülmüyordu, ama iyi havada onu tarhlar içinde Çiçek dikerken görebilirdiniz. Yabani otlan
bastırma yolundaki bütün çabalarına rağmen onlar her tarafı sarmaya başlamış olsalar bile.
Üstelik Frank’in mücadele etmesi gereken tek şey yabani otlar değildi. Köyün erkek çocukları,
Riddle Evi’nin pencerelerinden ona taş atmayı huy edinmişlerdi. Frank’in düzgün tutmak için onca
çaba harcadığı çimenlerin üzerinden bisikletleriyle geçerlerdi. Bir iki ke13
re, sırf macera olsun diye eski eve de dalmışlardı. Yaşlı Frank’in eve ve araziye bağlılığının
neredeyse saplantı derecesine vardığından haberdardılar ve onun sopasını sallayıp çatlak sesiyle
bağırarak topal topal bahçede koşturması onları eğlendiriyordu. Frank’e gelince, çocukların onu,
tıpkı anne babalarıyla büyükanne ve büyükbabaları gibi, katil sandıklarına ve bunun için ona
işkence ettiklerine inanıyordu. Bu yüzden de bir ağustos gecesi uyanıp eski evde çok tuhaf bir şey
görünce, sadece çocukların onu cezalandırmak için yeni bir yol bulduklarını sândı, o kadar.
Frank’i sakat bacağı uyandırmıştı; ileri yaşında ona eskisinden çok daha fazla acı vermeye
başlamıştı. Kalktı, dizindeki sertleşmeyi gevşetmek için sıcak su torbasını yeniden doldurmayı
düşünerek, topal topal merdivenden alt kata, mutfağa indi. Lavabonun başında durmuş çaydanlığı
doldururken yukarı, Riddle Evi’ne baktı. Üst kat pencerelerinde ışıkların parıldadığım gördü. Frank
neler olup bittiğini hemen anladı. Çocuklar yine eve dalmışlardı, ışıkların yanıp sönmesine bakılırsa
da, yangın çıkarmışlardı.
Frank’in telefonu yoktu, zaten olsa da Riddle’lann ölümü hakkında onu sorguya çekmek üzere içeri
aldıklarından beri polise hiç mi hiç güven duymuyordu. Hemen çaydanlığı bıraktı, sakat bacağının
izin verdiğince hızla yukarı çıktı. Az sonra tam tekmil giyinmiş olarak mutfağa dönmüş, kapının
yanındaki kancada asılı duran paslı, eski bir anahtarı alıyordu. Duvara dayalı bastonunu kaptı ve
kendini gecenin içine attı.
Riddle Evi’nin ön kapısında hiç zorlanmış gibi bir hal yoktu, pencerelerinde de. Frank topallaya
topallaya evin arka tarafına gitti, sarmaşıkların neredeyse tamamen gözden sakladığı bir kapıya
vardı, eski anahtarı çıkardı, kilide soktu, kapıyı sessizce açtı.
Mağaradan farksız mutfağa girdi. Frank yıllardır buraya adım atmamıştı. Ama, çok karanlık olduğu
halde, hole giden kapının nerede olduğunu biliyordu. El yordamıyla oraya yöneldi, burun delikleri
çürümenin kokusuyla dolmuştu, yukarıdan ayak sesi ya da insan sesi duyabilmek için kulaklarını
dört açmıştı. Hole ulaştı, ön kapının iki yanındaki büyük, tirizli pencereler sayesinde burası biraz
daha aydınlıktı. Taşlar üzerinde birikmiş tozların ayaklarıyla bastonunun sesini bastırmasına
şükrederek merdiveni çıkmaya koyuldu.
Frank sahanlıkta sağa döndü ve davetsiz misafirlerin nerede olduğunu hemen gördü. Koridorun
sonunda bir kapı aralık duruyordu, aralıktan gelen titrek ışık kara döşemede altın rengi uzun bir
şerit oluşturuyordu. Frank bastonunu sımsıkı yakalayarak daha yakına sokuldu. Girişin bir iki
metre ötesindeydi ve odanın dar bir dilimini görebiliyordu.
O anda, şöminedeki ateşin yakılmış olduğunu fark etti. Bu onu şaşırttı. Hareket etmeyi kesti ve
kulak kabarttı, çünkü odada bir erkek sesi konuşuyordu. Ürkek ve korkmuş bir hali vardı.
“Şişede biraz daha var, Lordum, eğer hâlâ açsanız.”
“Daha sonra,” dedi ikinci bir ses. Bu da bir erkek sesiydi – ama hem şaşılacak kadar tizdi, hem de
anı bir buzlu rüzgâr esintisi kadar soğuktu. O sesteki bir şey, Frank’in ensesindeki tüylerin diken diken
olmasına yol açtı. “Beni ateşe biraz daha yaklaştır, Kılkuyruk.”
Frank, daha iyi duymak için, sağ kulağını kapıya verdi. Sert bir yüzeye konan bir şişenin tıngırtısı
duyuldu, sonra da döşemede sürüklenen ağır bir koltuğun tok sürtünme sesi. Frank’in gözüne,
koltuğu yerine çeken, sırtı kapıya dönük ufak tefek bir adam çarptı. Uzun, siyah bir pelerin
giymişti, başının arkası kısmen keldi. Sonra yemden gözden kayboldu.
Soğuk ses, “Nagini nerede?” dedi.
İlk ses, tedirgin bir edayla, “Ben… ben bilmiyorum, Lordum,” dedi. “Evi keşfe çıktı, sanırım…”
İkinci ses, “Yatmadan önce onu sağman gerek, Kılkuyruk,” dedi. “Gece beslenmeye ihtiyacım
olacak. Yolculuk beni çok yordu.”
Frank, kaşları çatık, duyan kulağını kapıya biraz daha yaklaştırıp büyük bir dikkatle dinledi. Önce
bir duraklama oldu, sonra Kılkuyruk denen adam yine konuştu.
“Lordum, burada ne kadar kalacağımızı sorabilir miyim?”
“Bir hafta,” dedi soğuk ses. “Belki daha fazla. Burası nispeten rahat sayılır, planı da henüz
uygulamaya koyamayız. Quidditch Dünya Kupası sona ermeden harekete geçmek budalalık olur.”
Frank yamru yumru parmağını kulağına sokarak içinde döndürdü. Kir birikmişti herhalde.
“Quidditch” diye bir laf duymuştu ki, böyle bir laf yoktu tabii.