Roman (Yabancı)

Şeytanın Labirenti

seytanin-labirenti-kapak
Bu işaret ilk kez 4. yüzyılda Roma lahitlerinin üzerinde görüldü.Daha sonra 16. yüzyılda bir İspanyol el yazmasıyla yeniden ortaya çıktı.Şimdiyse burnumuzun dibinde, tarihi bir binanın altında esrarının çözülmesini bekliyor.Kitapları her zaman en çok satanların arasında yer alan John Saul, otuz yılı aşkın süredir hayal gücünün derinliklerindeki karanlık diyarlardan ilham alan eserlere imza atmaktadır. Her yeni kitabında, en derinlerde sakladığımız korkularımızla kedinin fareyle oynadığı gibi oynama konusunda daha da ustalaşmış ve her defasında işe biraz daha heyecan katmayı başarmıştır. Söz konusu Saul ise, endişenin sınırlarını zorlamak ve insanları korkularıyla yüzleştirmek asla ürkütücü bir iş değildir.

Önsöz
Japonya 1979
Usulca dokundu küçük kardeşinin omzuna;
“Hazır mısın. Paguito?”
Küçük, gözyaşlarını silip yutkundu. Üzüntüsünü ağabeyine yansıtmamaya kararlıydı. Ve başını salladı, artık hazırdı. Ağabeyinin bakışlarıyla karşılaşmamak için gözlerini elinde tuttuğu kutuya çivilemişti adeta. Kenarları aşınmış, mukavvadan yapılma bir kutuydu etlerinde sıkıca tuttuğu. “Peki öyleyse. Haydi gidelim.”
Ailesinin Amerika tatilleri için kiraladığı ufak dairenin arkasındaki, bir zamanlar ahır olan bahçıvan kulübesinden aldığı paslı bir kürek taşıyordu ağabeyi. Otlarla kaplanan; avlunun karşısındaki çam ağaçlarının arasında kalan patikaya yöneldi. Otlar sanki her defasında daha da hızla büyüyorlardı ve iki kardeş bu ise bir türlü çözüm bulamamış
“İşte burası, tamam mı?”
Küçük, gözlerini zemindeki noktaya kilitledi ve dikkatlice bakmaya başladı. Sonra bakışlarını avlunun en uzak köşesinde yer alan ve gölgelerin gizlediği puslu mağaraya çevirdi.
“Hayır,” dedi ağabeyine yumuşak ancak son derece kararlı bir ses tonuyla.
“Tam şuraya. Meryem Ana’nın yanına.”
Ağabey iç geçirdi ve Aziz Meryem heykelinin karşısına geçti. Kafasını geriye doğru çevirip evlerine baktı. Annesi dağınık saçlarını zapt etmek için başına kırmızı bir eşarp bağlamış, elinde bir temizlik beziyle giriş kapısında duruyordu. Bir an için annesinin kardeşiyle kendisini eve çağıracağını sandı, ancak annesi yalnızca omuz silkip, evde kendisini bekleyen işlere geri döndü. Bunun üzerine iki kardeş de kendi işlerine devam ettiler. Toprağa indirilen ilk kürek darbesiyle bir parça kopmuştu yeryüzünün bağrından.
“Güzel, Meryem ana Pepe’yi koruyacaktır.”
“Sudario yapmalı mıydım sence?” diye sordu aniden kısa boylu olan tedirgin bir ses tonuyla.
“Hayır, yalnızca bir kefene ihtiyacın var.”
Ağabeyinin söylediklerini açık ve net bir şekilde işiten çocuk kutuyu açtı ve içinde on yılı aşkın süredir kendisinde olan iguananın cansız yatan uzun bedenine baktı.
Hayvanın bacağının yumuşak derisine dokunduğunda irkildi. Elleri titriyordu.
O ölmüştü. Çocuğun ruhu tanıdık olmayan hislerle çalkalanıyordu. Ne bir gün önce taşıdığı duygular vardı artık, ne de daha öncesi. Bedenini alt üst eden o şey, ölümün ta kendisiydi.
Ama her şey yolundaydı. İsa ona göz kulak olacak, onu koruyup kollayacaktı. Hani rahibelerin de söylediği gibi:

İsa herkesi korur. Herkesi demek biraz yanlış olabilirdi, çünkü yine rahibelerin söylediğine göre İsa sadece Katolikleri korurdu. Kalanlarınsa gidecekleri yer belliydi.
Inferno.
Ağzından birkaç kelime dökülebilirdi. belki sadece içinden birkaç söz sarf edebilirdi, ama o an öyle bir ateş bastı ki; bu İspanya yazlanndaki öğlen güneşininkinden bile beterdi.
İguanası Pepe’nin tabutu olmuş eski ayakkabı kutusunun kapağını kapatırken ağabeyinin küreği bir cisme çarptı.
Sen bir cisme.
Bir kaya değildi. Başka bir şeydi bu.
Kürek metal bir nesneye çarpmıştı. Ağabeyi küreğe asıldı. O ise avlunun karanlığında, elinde tuttuğu ayakkabı kutusundan bozma tabutla bekliyor, bir yandan da ağabeyinin toprakta gizli nesneyi parmaklarıyla kazarak çıkarma çabasını izliyordu. Paslı bir kutuydu topraktan çıkan. Kapağındaysa haçı anımsatan bir işaret vardı.
“Bu benim için,” diye fısıldadı, ” Meryem Ana’nın Pepe’nin cesedine karşılık bana hediyesi bu.”
Ağabeyi gözyaşları henüz kurumuş kardeşine gülümsedi. “Sanırım gerçekten haklısın.”
Paslı kutunun üzerindeki toprakları temizlerken geriye dönüp etrafı tekrar kolaçan etli ve kutuyu kenara koydu. Annesinin onları izlemediğinden emin olmak istiyordu.
“Haydi, Pepe’yi kutudan çıkart.”
“Ne? Kumdan mı çıkarayım?”
“Evet, çabuk olsana! Annem gelmeden bitirelim şu işi!”
Pepe “ye dokundu. Onu kutudan çıkarıp ağabeyinin toprağa açtığı deliğe bırakırken küçük çocuğun yüzü tarifi mümkün olmayan bir ifadeye bürünmüştü. O esnada ağabeyi de bulduğu kutuyu Pepe’nin tabutuna yerleştirip kapağını kapatmakla meşguldü.
Ağabeyi ellerini birleştirip heykelin önünde eğildi, “Meryem Ana, küçük dostumuza iyi bak.”
Çocuklar istavroz çıkardıktan sonra mezarın üzerini iyice düzeltip, son rötuşları yaptılar.
“Avluda bulduğumuz şeyden hiç kimseye bahsetmemelisin,” dedi ağabeyi.
“Peki neden?”
“Çünkü bu bizim sırrımız, en azından içinde ne olduğunu öğrenene kadar bir sır olarak kalmalı. Haydi, şimdi sen mutfak kapısından gir. Ben küreği yerine bıraktıktan sonra kutuyu eve sokacağım. Senin odanda buluşalım, anlaşıldı mı?”
Âğabeyiyle kurmuş olduğu bu gizli ittifak kederini bir parça hafifletmişti. Başıyla onaylayıp evin yoftınu tuttu.
Radyoda çalanşarkıyı mırıldanan anne, kapıdan giren küçük oğlunu durdurdu, sıkıca sarılıp, şefkatli dokunuşlarla alnına dökülen saçlarını kenara itti. “Mipequeno” diye mırıldandı ve hemen ardından ekledi, “O, İsa ve Meryem Ana’nın yanına gitti.”
“Sı, anneciğim,” dedi, annesinin söylediklerinin doğruluğundan şüphe duysa da.
Rahibelerin hakikatleri annesini yalanlıyordu en azından.
Annesinin kendisini rahatlatma çabalan sonlandıktan sonra koşar adımlarla odasına çıktı. Ağabeyi çoktan buluşma yerine varmış, esrarengiz kutuyu yatağın üzerine koymuş, ayakta beklemekteydi. Küreğin çarptığı nokta zedelenmiş, içeriden gümüş rengi bir parıltı sızıyordu.
Ağabeyi dikkatli hamlelerle kapağı açmaya çalışıyordu. Sonunda başardı, kutuya ve içerisindeki muamma her neyse, ona zarar vermeden kapağı açtı. İçerisindeki nesne, yıpranmış bir keseydi. Ağzından ahşap bir çivinin başı fırlamıştı.
“Dur, yavaş ol,” dedi keseye uzanan küçük kardeşine.
Çünkü kese öyle yıpranmıştı ki, küçük çocuk parmağını değdirdiği anda parçalanmaya başlamıştı.
“Bunu sen yap,” dedi ağabeyine elini geri çekerek.
Kardeşinin önerisi üzerine keseye uzanan çocuk, çürümekten parça parça dökülen dış yüzeyi nazikçe bir kenara çekip ahşap çiviye sarılmış sarımtırak kâğıda ulaştı sonunda
Nesneyi eline alır almaz ahşap çivi, tıpkı kesenin dış yüzeyi gibi adeta tuz buz oldu. Ancak çivinin etrafına sarılmış kâğıt çok narin ve ince görünse de, diğerlerine nazaran çok daha sağlam bir maddeden yapılmıştı. Ne de olsa hâlâ yefinde duruyordu.
“Piel curtido,” diye fısıldadı. Yani parşömenden yapılmıştı Parşömen tomarını çıkarıp kardeşinin de görebileceği uzaklıkta yavaşça açmaya başladı. Şatafatlı bir biçimde tasarlanmış bir şeyler yazılıydı üzerinde.
“iddiaya girerim ki bu bir ha2ine haritası,” dedi ağabeyi parşömen kağıdı dikkatlice açarken. Üzerinde bir takım kelimeler yazılıydı. “Okuyamıyorum,” dedi ağabeyi, “Başka bir dilde yazılmış. Başka bir alfabeyle hem de.” Parşömen kağıdı geri sarıp kutuya koydu ve ekledi, “Çok eski zamanlardan kalmış olmalı.””O, benim,” dedi ağabeyine.
“Hayır, o bizim,” diyerek düzeltti küçük kardeşinin sözlerini paslı kutunun kapağını kapatırken ve ekledi, “Ama eğer çok istersen onu senin dolabında saklayabiliriz.”
Gecenin ilerleyen saatlerinde yatağında uzanıyordu kardeşlerden küçük olanı. O kutuyu ve içinden çıkan parşömene yazılmış kelimelerin ne manaya geldiğini zihninde evirip çevirmekten bir türlü uyku tutmamıştı. Emin olduğu tek şey vardı: O da kutunun kendisine Meryem Ana’nın bir hediyesi olduğuydu. Hem zaten Pepe’yi o kutunun olduğu yere gömmesi için yönlendiren de Meryem Ana değil miydi? Yoksa neden ağabeyi merhum Pepe’yi çam ağaçlarının arasına gömmek isterken, o ısrarla kutunun olduğu yere gömmeleri gerektiğini hissetmiş olabilirdi ki?
Bu kutu ve ona ait tüm sırlar Kutsal Meryem’i dinleyip, onun öğretilerine uyduğu için gönderilmiş bir hediyeydi.
Usulca yorganını sıyırıp yatağından dışarı süzüldü. Sessizce dolabın kapağını açtı. Kutuyu sakladığı yerden çıkarıp aceleyle yatağına geri döndü. Gece lambasını açıp ağabeyinden gördüğü gibi dikkatlice kutuyu açtı.
Parşömen kâğıtla tekrar karşı karşıyaydı, ancak bu kez gecenin zifiri karanlığını delen bir ışık süzülüyordu sanki kıvrımların arasından. Terleyen ellerini pijamasına silip itinayla parşömeni yerinden aldı. Yavaşça açmaya başladı.
Parşömen, küçük çocuğun anlamını bilmediği muntazam bir şekilde sıralanmış sembollerle kaplıydı ve tarih’

parşömenin bazı kısımları zaman aşımında lekelenmiş olsa da yazılarda solma dahi olmamıştı.
Yazılara dikkatlice baktı. Orada yazılanları çözemiyordu henüz, ama anlamları her ne olursa olsun onun için çok önemliydi; o, Meryem Ana’nm kendisine bir armağanıydı.
Evet, O kutunun tek sahibi kendisiydi.
O parşömende yazılanlar hayal bile edemeyeceği kadar uzun zaman önce gömülmüştü ve o günden beri kendisini beklemekteydi. Ve sonunda vakit lamam olunca, Meryem Ana tarafından kutunun olduğu yere gönderildi.
Parşömeni yerine koyup kutunun kapağını kapattı.
Parmaklarını kutunun kapağındaki haç işaretinin üzerinde gezdirdi. Aslında gerçek bir haç değildi bu, yerinden sökülmüş bir haçıaıı kalma bir iz gibiydi. Çocuk kutuyu ışığa doğru tutup meraklı gözlerle incelemeye koyuldu. Evet. tespiti doğruydu: Bir zamanlar kutuya monte edilmiş bir haç varmış ama bir şekilde yerinden sökülmüş
Peki neredeydi bu haç? Belki fazladan dua ederse, Meryem Ana’sı haçın yerini kendisine söylerdi ve böylece o haçı ait olduğu yere, yani kutunun kapağına geri yerleştirebilirdi.
“Ave Maria,” diye fısıldadı ve kutuyu kucaklayıp pencerenin kenarına geçti. Avlunun en dibindeki mağaraya dikti gözleri. Meryem Ana’nm heykeli bu mağaranın içindeydi. Dolunay vardı ve Meryem Ana’nm yüzü tıpkı kutunun dış yüzeyi gibi parlıyordu. Gümüş gibi. Ve semada milyonlarca yıldız yerlerini almıştı.
“Bir gün,” dedi çocuk, “Bir gün burada yazılanları okumayı öğreneceğim ve benden yapmamı istediğin şey her neyse, onu yerine getireceğim.”

KUVEYT’1991
Her şey sanya bürünmüştü. Hayır, yalnızca çöl ve güneş değil. Her şey.
Gökyüzü.
Sıcağın kendisi.
Sapsarıydı her şey.
Birkaç dakika öncesine kadar biraz olsun katlanılabilirdi tüm bunlar. En azından gökyüzü soluk da olsa, olması gereken renkteydi, yani maviydi. Ama bir anda her şey altüst oldu. Öyle bir rüzgâr esti ki, devenin teki gelmiş de gökyüzünde önüne gelen yere işemişçesine her yanı lekeye buladı.
Kum fırtınası çölü birbirine katmıştı ve nakliyat kamyonları etrafı kasıp kavuran uğultuya kapılıp gitmemek için çaba sarf ediyordu. Rüzgâr artık korku dolu dakikalar yaşatıyordu; öylesine hızlanmıştı. En öndeki kamyonun arka sıralarındaki insanlar bu san kabusu göremiyorlardı, ancak dışarıdaki felaketi hissetmemek mümkün değildi. Hepsi oldukları yerde, korkudan kabuklarına çekilmiş kaplumbağalar gibi bekleşiyorlardı.Fırtına çölün (epesine çöreklenmiş, konvoyun etrafında bir duvar örmüştü sanki, ancak aynı zamanda tarifi mümkün olmayan bir güzellik de barındırıyordu içinde. Korkudan sinmiş bir adam kamerasına sarılmıştı. Etrafta olup bitenleri ölümsüzleştirme işleğini bastıramıyordu besbelli. Ayaklarını kamyonun arka kapağından aşağı uzatmış otururken sarsıntıyla yere düştü ve diz kapağında bir acı hissetti. Arkadaki kamyonun rüzgârı kısa süreliğine kesmesi, ayağa kalkması için bir fırsat yaratmıştı.
Dizindeki acıya aldırış etmeden deklanşöre bastı.
Film sarıldıkça makinenin ellerinde hafifçe titreyişini hissediyordu.
Objektifi bir o yana, bir diğer yana çevirip deklanşöre basıyor, birbiri ardına kareler yakalıyordu fırtınanın içinden. Aniden, vizörün köşesinde bir şekil görür gibi oldu.
Neydi şimdi bu? Bir adam mıydı yoksa?
Dönüp aynı noktaya odaklandı ama her şey sarıya bürünmüştü yine. Hatasını anladı, zaten artık çok geçti. Rüzgâr öyle şiddetli esmişti ki, sanki onu yakasından tutup yere indirivermişti aniden. Makine elinden düşmüş, yuvarlanarak kamyonun altına girmişti.Hissettiği acıyı unutmuş halde göğsüne bakakalmışken onu neyin yere fırlattığım düşündü. Bunu yapan fırtına değildi sanki. Bir dakika sonra haki renkli tişörtünde kırmızı bir leke ortaya çıkmaya başlamıştı.
Konuşmayı denedi, ancak kelimeleri ağzını dolduran kanda boğuldu. Tükürmek istedi, ama rüzgâr ağzından çıkan kan ve tükürüğe bir de kum ekleyip yüzüne bir tokat gibi geri çarpıyordu.
Yutmayı denedi. Artık nefes almakta zorlanıyordu ve olan bitenin manası usulca çöküverdi zihnine…….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Emile Zola – Nana

Editor

İki Şehrin Hikayesi

Editor

Hırçın Sevgilim

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası