“Aracın, tekerleklerin hareketiyle sallanan kare şeklinde siyah bir tentesi ve şoförün kafasının üzerinde bir noktada arada bir dizginlerin takılmasıyla atın omuzlarından itibaren kavis oluşturan bir kanca vardı. Dingilin orada bir yerlerde de, bilinen tek işlevi yol boyunca tıkırdamak olan gevşek zincir bulunuyordu. Yolcularının hizmetindeyken oturduğu yerde çok kez zıplamak durumunda kalan Bayan Dollery, özellikle rüzgârlı havalarda, sade olmak adına elbisesinin altına kısa tozluklar ve başlık yerine de onu çoğu zaman kurbanı olduğu kulak ağrılarından koruması için mendille aşağıya doğru bağlanmış bir fötr şapka giyerdi. Arabanın arka tarafında, pazarın kurulduğu her gün başlamadan önce cep mendiliyle sildiği bir cam vardı. Böylece, arabanın arkasından bakarak, seyirci içeriden, adamın göremediği gökyüzünün bir parçasını ve manzarayı görebilirdi, ancak konuştukça yüzlerindeki garipliğin dışarıdakilere fazlasıyla fark edildiği gerçeğinden mutlulukla habersiz kalan, oturan davetsizce araya girerlerdi.”
Uzun zamandır okumadığınız ve yaşamadığınız sıcaklıkta bir aşk öyküsü… Büyülü bir anlatım… Has edebiyatın doruk noktalarından biri…
***
1.
Geçmişteki ilişkinin hatırına, Bristol’dan İngiltere’nin güney kıyısına kadar neredeyse bir boylam şeklinde uzanan terk edilmiş araba yolunu tutan seyyah, yolculuğunun sonraki kısmında kendini elma ağaçlarıyla bezenmiş geniş ormanların olduğu bir bölgede bulacaktır. Burada, duruma göre meyve veren ya da yalın ağaçlar, yol kenarındaki çalıları, dal ve gölgeleriyle yontar; daha alçaktaki dallar, havada hayalî bir şekilde uzanıyormuşçasına yolun seviyesinde yatardı. Bir yerde, HighStoy Tepesi’nin sarp yamacının bir ya da iki kilometre önceden gözüktüğü Blackmoor Vadisi’nin eteklerinde, sonbaharları, yapraklar yolu tamamen kaplayacak bir kalınlıkta olurlardı. Bu nokta tenhadır ve şimdi yok olmuş olsalar da, günler, zamanında o yoldan gitmiş olan neşeli arabacıları karartırken aylakların aklına yolu çiğneyen, su toplamış ayaklar ve onu ıslatan gözyaşları gelir.
Terk edilmiş bir ana yolun görüntüsü, geniş vadiler veya meralarca erişilemeyecek derecede ıssızlık ifade eder ve orman içindeki açıklıklarla su birikintilerinden daha etkili bir mezarlık sessizliği ortaya çıkardı. Olmuş olanla olabilecek olan arasındaki tezat, bunu muhtemelen açıklar. Örneğin fidanlığın köşesinden bitişikteki yola adım atmak ve tam ortada bir an için o boşlukta durmak, insan kardeşliğinin basit yokluğunu, tek bir yürüyüş hamlesiyle, umutsuzluğun sıkıntısına değişmek demekti.
Bu noktada, geçmiş bir karanlık kış gününün akşamında, yakındaki bir çit merdiveni sebebiyle, dolaylı olarak bu manzaraya dâhil olan ve geçici olarak, ana yola çıkmadan önce her zamankinden daha yalnız olduğu hissine kapılan bir adam duruyordu.
Tek bakışta, temiz giyim tarzından köylü olmadığı fark ediliyordu. Ve bir süre sonra da havasından, manzarada, kasvetli bir güzellik, rüzgârda bir parça müzik ve bu eski, paralı yolun verdiği duyguda arabalarla yaklaşan hayaletlerin soluk bir hâlde meydana çıkışı seziliyor olsa da adamın asıl aklını karıştıran, şaşırmış olduğu yoldu.
Kuzeye ve güneye baktı, bastonuyla içgüdüsel bir hareketle yeri yokladı.
İlk başta onu istediği gibi aydınlatacak tek bir kul çıkmadı ya da o akşam kimse çıkacak gibi gözükmüyordu. Ancak o anda dönen tekerleklerin hafif sesi ve bir atın düzenli nal sesleri duyuldu. Ve tepe ile koruluktaki geçitte, tek bir atın çektiği yük arabası hayal gibi belirdi.
Aracın yarısı, çoğunluğu kadın olmak suretiyle, yolcularla doluydu. Adam, arabanın yaklaşmasıyla bastonunu kaldırdı ve sürücü kadın dizginleri çekti.
“Bayan Dollery, şu son yarım saattir Küçük Hintock’a gidecek kestirme bir yol arıyorum,” dedi. “Her ne kadar Büyük Hintock’ta ve Hintock Malikânesi’nde, oradaki şık bayanla olan bazı işlerim sebebiyle, altı kez bulunmuş olsam da küçük kasabaya gelince şaşırıyorum. Siz bana yardım edebilirsiniz, öyle değil mi?”
Bayan Dollery, bunu yapabileceğine dair onu temin etti; Abbot’s Cernel’a giderken arabasıyla oradan geçtiğini, aradığı yerin, takip ettiği yoldan sapan ilerideki patikanın hemen orada olduğunu söyledi. “Her ne kadar,” diye devam etti Bayan Dollery, “Burası küçük bir yer olsa da, bir kasaba beyefendisi olarak, yerini bilmiyorsanız, bulmak için mumla fenere ihtiyacınız vardır. Aman tanrım! Üstüne para verseler de orada yaşamazdım. Abbot’s Cernel’da biraz da olsa dünyayı görüyorsun.”
Adam arabaya çıktı ve arada sırada atın kuyruğunun değdiği ayakları dışa dönük olacak şekilde, kadının yanına oturdu.
Bu araç, onu çok iyi bilenlere göre, yolun haricinde bir nesne olmaktan çok onun ayrılabilir bir eklentisiydi. Yelesi, süpürge otu sertliği ve renginde, bacak eklemleri, omuzları ve toynakları, koşum takımları ve ağır iş yüzünden taylık zamanından beri tahrif olan – dış görünüşte simetrik olarak her biri kendi haklarına sahip olsa da, burada araba çekmek yerine Doğu’daki bir ovada yemleniyor olması gerekiyordu – yaşlı at, yirmi yıl boyunca neredeyse her gün bu yolu geçmişti. Koşum takımı çok kısa olduğundan, kontrol edilişi bile münasip bir şekilde yapılamıyordu, kuyruğu kuskuna doğru çekilmiyordu ve eyer kayışı biçimsizce bir yana kaymıştı. Abbot’s Cernel ile Sherton – gitmekte olduğu pazar kasabası – arasındaki on kilometrelik yoldaki her küçük eğimi, bir mesaha memurunun ölçü terazisinden öğrenebileceği kadar doğru bir şekilde bilirdi.
Aracın, tekerleklerin hareketiyle sallanan kare şeklinde siyah bir tentesi ve şöförün kafasının üzerinde bir noktada arada bir dizginlerin takılmasıyla atın omuzlarından itibaren kavis oluşturan bir kanca vardı. Dingilin orada bir yerlerde de, bilinen tek işlevi yol boyunca tıkırdamak olan gevşek bir zincir bulunuyordu. Yolcularının hizmetindeyken oturduğu yerde pek çok kez zıplamak durumunda kalan Bayan Dollery, özellikle rüzgârlı havalarda, sade olmak adına elbisesinin altına kısa tozluklar ve başlık yerine de onu çoğu zaman kurbanı olduğu kulak ağrılarından koruması için mendille aşağıya doğru bağlanmış bir fötr şapka giyerdi. Arabanın arka tarafında, pazarın kurulduğu her gün başlamadan önce cep mendiliyle sildiği bir cam vardı. Böylece, arabanın arkasından bakarak, seyirci içeriden, adamın göremediği gökyüzünün bir parçasını ve manzarayı görebilirdi, ancak konuştukça özel, neşeli sohbetlerinde dudakları kıpırdayan ve kafaları sallanan, yapma hareketleriyle yüzlerindeki garipliğin dışarıdakilerce fazlasıyla fark edildiği gerçeğinden mutlulukla habersiz kalan, oturan yolcular davetsizce araya girerlerdi.
Bu pazardan eve dönüş saati, en mutlusu olmasa da, onlar için haftanın mutlu saatlerinden biriydi. Tentenin altında sıkıca yerleşerek dış dünyanın acılarını unutabiliyor ve hayatı gözden geçirip günün olaylarını hafif tebessümlerle tartışabiliyorlardı.
Arka taraftaki yolcular, kendi aralarında bir grup oluşturmuşlardı ve Bayan Dollery, yeni gelen arabanın sahibesiyle konuşurken onlar da arabanın sesi yüzünden kendisinin ve önde oturan Bayan Dollery’in duyamadığı, fakat onlar hakkında olan, gizli bir muhabbete dalmışlardı.
“Bu Berber Percomb – şu penceresinde soluk benizli kadın olan,” dedi biri. “Hem çırak olmayan, sırf dışarıdaki reklam panosu kibar değil diye işi bırakan usta bir berberin bu saatte burada ne işi var?”
Onlar adamın konuşmasını dinlediler ancak berber, güler yüzle başını sallayıp konuşuyor olmasına rağmen, sebep olduğu merakı tatmin etme hususunda isteksiz gözüküyordu ve gelmesinden önce arabanın içini canlandıran serbest fikirler, o andan itibaren kontrol altına alınmıştı.
Böylece yola devam ettiler ve HighStoy Tepesi, önlerinde daha da büyüdü. Sonunda akşam karanlığında fark edilebilir hâle geldi, bir taraftan beş yüz metre kadar ötede, bahçeler ve meyve bahçeleri, bir obruğun içinde kayboldu ve böylece ormanlığın içinden kopup ayrıldı. Bu saklı yerden, sinsi sessizliğin içinde, durgun ocakların üzerindeki köklerine kadar, yaratıcılığın gözüyle izi sürülebilen, baştan aşağıya jambon ve domuz etleriyle süslenmiş uzun duman silsilesi yükseliyordu. Orası, dünyanın kapılarının dışındaki, hareketten çok düşüncenin; düşünceden çok kayıtsızlığın olduğu; mantığın sığ koşullarda devam ettiği ve korkunç yaratıcı çıkarımlarla sonuçlanan, ancak zaman zaman ihtişamlı oyunlarla gerçekten Sophoklesvari birleşimlerin, yoğun tutkular ve oradaki yaşamların birbirine kaynaşmış karşılıklı dayanışmalarınca gerçeklikte oynanan, tecrit edilmiş o noktalardan biriydi.
Burası usta berberin aradığı Küçük Hintock’tu. Yaklaşmakta olan gece yavaş yavaş bacalardan çıkan dumanı örtüyordu fakat etrafı ormanla çevrili topluluğun durumu, birkaç cılız ışık sayesinde, yapraksız dallar ve taşıdıkları, tüy yumağı şeklinde durup ayırt edilemeyen, tüneklerindeki ötücü kuşların arasından az ya da çok göz kırparak hâlâ fark edilebiliyordu.
Berberin arabadan indiği köye doğru sapan patikanın köşesinden Bayan Dollery’in arabası, yolun düzgünlüğü açısından, hor görülen Küçük Hintock’tan ayrılamayacak olan fakat aslında dünyanın geri kalanı adına küçük köye örnek teşkil eden Büyük Hintock’a doğru devam ediyordu.
“Bu gideceğiniz yerde zeki ve eğitimli bir doktor yaşıyor içeride tedavi edilecek biri olduğu için değil, şeytanla aynı sınıftan olduğunu söyledikleri için.”
Bu gözlem, ayrıldığı sırada berbere, kısa işinin o yönde olduğu imâsında bulunmak için son bir teşebbüs olarak, kadınlardan biri tarafından söylenmişti.
Ancak o cevap vermedi ve daha fazla durmaksızın o kuytu yere doğru atıldı, köyün yollarıyla sokaklarını neredeyse tamamen kaplamış olan ölü yaprakların üzerinden dikkatlice geçti. Bu yoldan hava karardıktan sonra kendileri dışında çok az insan geçtiğinden Küçük Hintock sakinlerinin pek çoğu, manasızca perdelerini çekti ve bu sebeple köyün ziyaretçisi, önüne gelen her kulübenin penceresinin önünde, orada yaşayan kimseleri tahmin etmek için çaba sarfettiğini gösteren davranışlar sergileyerek durmayı kendine iş bildi.
İlgisini çeken yalnızca küçük evlerdi. Ebatları, eksikliği ve etrafa yayılmış müştemilâtların uzaklıklarına rağmen, şu an olmasa da, daha önceden, kendisi tarafından tamamen ihmâl edilmiş, ancak belli bir sosyal sınıfa ait insanlarca ikâmet edilmiş olduğunu gösteriyordu. Diğer evlerin arka taraflarından gelen, ezilmiş elmaların kokusu ve mayalanmış elma şarabının sesi, oranın kimi sakinlerinin o anki işlerini açığa vuruyor, ayaklar altındaki ölü yaprakların çürüme kokusuyla birleşiyordu.
Yarım düzine ev, bir sonuca ulaşılmadan geçildi. Uzun bir ağacın karşısına dikilmiş olan bir sonraki ev, içeriden titreyerek bacayı ışıldatan ve oradan çıkmakta olan dumanı aydınlık bir pusa çeviren parıltıyla, istisnai bir azametteydi. Camdan gözüken içerisi, kesin bir tavır ve bakışla durmasına neden oldu. Ev, bir kulübe için fazlasıyla genişti ve doğrudan oturma odasına açılan kapı aralık duruyordu; böylece bir ışık şeridi, aralıktan karanlık atmosfere dalıyordu. Arada sırada, geçmiş mevsimden kalma bir pervane, gelen ışınların üzerinden bir süre için gezinir ve sonra gecenin içinde tekrar kaybolup giderdi.
…