Benimle röportaj yapmaya gelenlerin genelde ilk sordukları doğum yerim olur. Yanıtım yıllardır değişmez: Edirneli bir anneden ve Bursalı bir babadan İstanbul’da doğdum, Ankara’da büyüdüm, Eskişehir kökenli bir aileye gelin gittim. Bu beş şehir üstüne üç çeyrek yüzyılı geride bırakırken birikim dağarcığımı saçtım ortaya. Hayal gücümü frenledim. Tarih çerçevesinde zaman dilimini, kişilerin yaşadıkları çevreyi, inançlarını, gelenek göreneklerini araştırarak gerçekleri yansıtmaya özen gösterdimse de sudan bir derleme, ne ararsan bulunur bir çıfıt çarşısı çıktı ortaya.
Çıfıt günümüzde unutulmaya yüz tutmuş, genç kuşağın bilmediği bir sözcük. Arapça yehuddan Farsçaya cuhud, Farsçadan da Türkçeye çıfıt olarak geçmiş.
Bizans döneminde İstanbul’un günümüzdeki Eminönü sahili hem Yahudilerin oturduğu hem de gemilerin boşaltma yükleme yaptıkları bir koydu. Porta Judeca olarak adlandırılmıştı. İstanbul’un fethinden sonra Türkçe karşılığı olan Çıfıt Kapısı denmiş, çok daha sonra da Bahçekapı adını almıştır. Yahudilerin yoğun olarak yaşadıkları yerleşim bölgelerine de çıfıt adı yakıştırılırdı. Örneğin Eskişehir’e bağlı Çifteler ilçesinin eski adı Çıfıtlar’dı. Ege’de Bakırçay’ın güneyinde de, Kırım’da da Çıfıt Kale adlı kasabalar vardı…
Zamanla Musevi, Yahudi sözcükleri onun yerini aldı, ancak küçültücü bir nitelik yüklenmek istendiğinde kullanılır oldu.
Osmanlı İmparatorluğu süresince ve Cumhuriyet’ten sonra 1950’lere kadar Yahudiler pazarcılık alanında aktiftiler. Şehirlerde her gün ayrı bir semtte kurulan pazar yerlerinde tezgâh açanların yanı sıra, civar kasabaları dolaşan, haftada ancak bir gün veya bir gece ailelerinin yanına gelebilenler de olurdu. Her tür eşyanın satıldığı kasaba pazarlarındaki tezgâhlarında, akla gelen gelmeyen, yabancı ilaçtan rastığa, sülük kavanozlarından kumaş boyasına, kapı tokmaklarına kadar çeşit çeşit, yeni eski eşya arasında, bazen arayıp da bulamadığınız bir şeyi görmek, alabilmek olanaksız değildi. Belki ondan bilinmez, “çıfıt çarşısı” deyimi, her tür eşyanın karmakarışık satıldığı yer anlamında kullanılır olmuş.
Beki L. Bahar
***
BAŞLARKEN
“Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı.” Bu söz geçerliliğini yitirdi.
Eski bit pazarlarına “Antikacı Çarşısı, Antikacılar Sokağı, Sosyete Pazarı” deniyor; meraklısı, paralısı, kara para zengini rağbet ediyor… Eski eşyaya olduğu kadar geçmişe de merak arttı. Kupkuru tarih genelde sıkıcı bulunup okunmadığından edebiyat dünyasında gerçek, yalan bir tarihî roman furyasıdır gidiyor.
Baskı üstüne baskı yapıldığına bakılırsa okuyucusu çok. Yahudiler geçmişlerini, kökenlerini merak etmekte haklılar… Bir kıtada doğup bir başkasında yaşamak, ölmek olağan. Osmanlı İmparatorluğu’nda ve sonrasında 20. yüzyılın ilk yıllarına kadar Anadolu’nun pek çok yerinde, Diyarbakır, Van gibi Doğu’nun büyük kentlerinde, kasabalarında bile Yahudi toplulukları yaşarken günümüzde üç dört kent dışında yoklar. Ne önemsiz küçük bir toplumu barındıran Kilis’ten söz eden var ne de İsrail’deki Safad şehrinden sonra ikinci bir Kabala merkezi olarak kabul edilen, Küçük Safad diye adlandırılan Ege kıyılarındaki Tire kasabasını anımsayan.
Soyadları ise bazen hiç görmedikleri, dilini bilmedikleri kökenlerini açıklar daha bir şaşırtarak. Bu durumda bu konuda çok kitap yayınlanması normal. Bazıları gerçek araştırmalara dayanan, kaynakça bölümleri zengin, tarih ağırlıklı yapıtlar; şehir tarihleri, kişi biyografileri, ünlü aileler üstüne ve benzeri konularda akademisyen makaleleri, üniversite tezleri. Bazıları da inandırıcı olmaktan uzak, hayal ürünü, ilgi çeken, okuyucuyu sürükleyen öyküler, romanlar, oyunlar.
* * *
Pan Yayıncılık’ta bir sohbet esnasında annemin babamın dedelerinden söz ederken Işık hanım, bunları yazmamı önerdi. Yıllar önce yazmaya başlamış olduğum bu konulara tekrar döndüm. Röportaja gelenlerin genelde ilk sordukları doğum yerim olur. Yanıtım yıllardır değişmez: Edirneli bir anneden ve Bursalı bir babadan İstanbul’da doğdum, Ankara’da büyüdüm, Eskişehir kökenli bir aileye gelin gittim. Bu beş şehir üstüne üç çeyrek yüzyılı geride bırakırken birikim dağarcığımı saçtım ortaya. Hayal gücümü frenledim. Tarih çerçevesinde zaman dilimini, kişilerin yaşadıkları çevreyi, inançlarını, gelenek göreneklerini araştırarak gerçekleri yansıtmaya özen gösterdimse de sudan bir derleme, ne ararsan bulunur bir çıfıt çarşısı çıktı ortaya.
Beki L. Bahar
GİRİŞ
Kitapta konu edilen Bursa, Edirne, Eskişehir kentleri Roma İmparatorluğu sırasında kurulmuş, Bizans döneminde de varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu yerleşimlerde, kuruluş yıllarından başlamak üzere Yahudi toplulukları saptanmıştır. Bu nedenle de Roma ve Bizans döneminde Yahudilerin durumuna değinmeyi gerekli gördüm.
Anadolu’da antik çağlardan itibaren Yahudiler yaşarlardı. Roma merkez yönetimi, Yahudilere bazı ayrıcalıklar tanımıştı. Bunlardan biri, Yahudi cemaatlerinin topladıkları parayı Kudüs’teki büyük mabedin bakımı için gönderme izniydi. Roma, mabedi ateşe verip yakıp yıktıktan sonra da bu ayrıcalıklar sürmüştü. Toplanan paralar Tiberia’daki Yahudi Konseyi’ne gönderilirdi. Bin yıldan fazla süren Bizans İmparatorluğu Yahudileri hakkında bilgimiz azdır. İlk araştırmacılardan biri olan Budapeşteli Prof. Samuel Krauss (1866-1948) “Bildiklerimiz sokağa terkedilmiş bir bebek durumundadır.” demiştir.
12. yüzyıl Yahudi seyyahlardan ne ünlü Binyamin de Tudela’nın ne de R. Petahia de Ratisbon’un bu ülke Yahudileri hakkında anlatıkları yeterlidir. Kahire Genizası sayesinde yeni bilgilere ulaşılmıştır.
Antisemitizm, 1. yüzyılda İskenderiye’de başlamıştır. Appion kaleme aldığı yazılarıyla antisemitizme önayak olmuştur.
Topluluklar Hıristiyan dinini kabul ettikçe Yahudi aleyhtarlığı da yayılmıştır. Bu düşmanlık İspanya’nın Elvira kasabasında, 303-304 yıllarında ilk Hıristiyan Konseyinde resmileşmiştir. İsa olayı en önemli nedenlerden biridir. En iyi yılları, onlara bağ bahçe veren Doğu Roma İmparatoru Valens dönemidir (364-378).
Hipodrom yarışlarında Bizans vatandaşlığı çerçevesinde Mavilerin tarafını tutuklarında Yeşillerin gazabına Yahudiler de uğrardı. 484’te, Maviler İmparator Zeno’ya isyan etiklerinde, isyanı bastıran Yeşiller Yahudi mezarlıklarını yakar. Zeno “Asıl Yahudileri yakmalıydınız.” der. 597’de Anastasius zamanında, benzer bir olayda Antakya’nın sinagogları yakılır. Bu olaylar tekrarlanır, durur.
1. Basil zamanı, 867- 886 yılları arası, Yahudilerin en kötü yıllarıdır. İslamiyetten önce, İmparator Heraklius’a (610-641) sünnetli bir ırk tarafından yok edileceklerinin söylenmesi Yahudi düşmanlığını daha da artırmıştır.
Yahudilerle Hıristiyanlar arasında takvim oluşturma işinde de ihtilaflar çıkardı. Paskalya Bayramıyla Yahudilerin Fısıh Bayramı aynı günlere rastlardı. Bizanslılar Fısıh Bayramı’nın, Paskalya’dan önce kutlanmasına izin vermezler, Yahudiler takvim cumartesi günleri aksayacak der, kabul etmezlerdi. Bu çatışmalar sonunda Yahudiler kitlesel olarak Hıristiyanlığı kabul etmeye zorlanırdı. Bunun neticesinde karışık inançlı topluluklar ortaya çıkmıştır.
Yahudiler Hıristiyanlardan ayrı semtlerde otursalar da getto yoktu. Yahudiler ticarette aktiftiler. Sinagog ayinleri Rumca ve Tevrat’ın Septuagent çevirisinden yapılırdı. Karay Yahudi topluluğu ayrı tutulur. Çünkü Hıristiyanlar Eski Ahit başlığı altında İncil’de yer verdikleri Tevrat’a değil, onun yorumu olan Talmud’a karşıdırlar. Karaylar Talmud’u kabul etmediklerinden Bizanslıların onlara kızma nedenleri olmaz. Nedenini bulamadım ama bir defasında Karaylar kendi başlarına Ayasofya’yı taşlamaya kadar ileri gitmişlerdir.
Durumları, kanımca Avrupa Yahudilerinden iyi, Müslüman ülkelerinde yaşayanlardan kötüydü.
Kısaca; İstanbul’un fethine Osmanlıların ilerleyişlerine yardım etmiş olmaları, durumlarının Bizans’ta iyi olmadığının yeterli bir kanıtıdır. Osmanlı padişahlarına “Meleh Hesed”, “Müşfik Kral” deyip sitayişle sözederler.
Sinagoglarda bazı özel dini günlerde, düğün törenlerinde Tevrat rulolarının konulduğu Aron Hakodeş denilen kutsal dolap açılır. En kıdemli din adamı uygun bir seslendirmeyle açık kapılar önünde dualarda bulunur. Halk huşuyla ayakta izler. Osmanlı döneminde söylenen bu dualar arasında zamanın padişahına -meleh hesedine- günümüzde ise reisicumhura ve Türkiye Cumhuriyeti üstüne gönülden dilekler yansıtan şükran içeren bir dua okunur. Sinagogda da Tanrı inayetinin sonsuza dek sürmesi için bir “amin” yayılır, yankılanır.
Mysia
Misi
Misbil
Prusa Ad Olypum
Prusias
Hüdavendigâr Sancağı
BURSA
VARLIĞINI SÜRDÜREN BİR YAHUDİ CEMAATİ:
BURSA
Ayyy ay a aay. Mi Du este ke ya me salto la taş.
Bursa Deyimi
Şalom Gazetesi’nin altmışıncı yıl kutlamalarında, balkonda bir an iki genç kuzenim Avi Aklaş ve Viktor Apalaçi’nin karşısında buldum kendimi. Saygı gereği kısa bir hal hatırdan sonra, bilmem neden, Bursa’yı yazıyorum deyiverdim. Oysa fazla bir samimiyetimiz yok ve bu konuda her zaman ketum olmuşumdur. Kibar insanlar, gevezeliğimi kuşkusuz yaşlılığıma vermişlerdir. Yaşlılık mı! Anında etki-tepki mekanizmam harekete geçti, belki Bursalı yanım depreşti. Çocukça bir hınzırlıkla “Brusa’lı Deli Yuda’nın torunlarının çocukları olduğumuzu biliyor musunuz?” sorusuyla şaşırttım onları. Brusa deyiverdim, Yahudiler Brusa dediklerinden. Hoş İstanbullular aralarında Bursalılara “loz de la Kastanya” yani Kestaneliler, Kestane diyarındakiler der, matrağa alır, takılırlardı. Bursa’da her türlü meyve en alâsından yetişirdi. Neden kestane uygun görüldü yakıştırıldı, kestane sözcüğü neyle eşleşir neyi çağrıştırırdı, bilemeyeceğim. Babam mezarlıkta kestane ağaçları var demişti. Nedeni bu olamaz. Lüks pastahanelerde, gümüş benzeri ambalajlarda satılan, Fransızca paralayanların kestane şekeri yerine maron glase, çikolata kaplanmışlara maron degise dedikleri türleri de yoktu o zamanlar. Evde reçeli de yapılmazdı. Evde haşlanır, taze taze yenirdi, mevsiminde de şimdi de sokaklarda satıldığı gibi közlenmişi yenirdi… Yılbaşı gecesi menüsünde hindinin yanında onur garnitürü gibi yer almasının çok öncesinde, annem “hamin de kastanya” dediği kestanelerin tane tane durduğu etli, taze soğanlı, çok beğenilen bir yemek yapardı. Kuşkusuz bir Bursa yemeğiydi. Günümüzde Bursa ve kestane birbirlerini çağrıştıran şeyler olabilirler ama geçmişlerinde öyle bir beraberlik bulamadım.
Bilgi toplamak amacıyla sorup soruşturur, kapı aşındırırken, gizlimiz saklımız kalmamış. Son ayda yaşıtlarım arası bir arkadaş toplantısında Bay T. “Aman nereyi kimleri yazarsan yaz Bursalıları yazma.” diye bir çıkış yapıp ortaya atıldı. Şaştım kaldım ama çikolata ve likör ikramı başladığından sohbet kesintiye uğradı. Aklıma takılan bu olumsuz çıkış, çağrışımlara yol açtı. Bursa bu, Karagöz’le Hacivat’ın diyarı… Bursa Yahudilerine de bulaşmış şakacı nüktedan tavırlar… Onlar başarılı oldukları bir işi bile kendilerini methederek değil, matrağa alarak anlatmayı severler. Kendilerinden, yakınlarından söz ederken, “Bursalı’dan iyi adam çıkmaz.” veya “Bursalı mı? Barbinam” deyip alay etmeyi severler. Babam da Bursalı olduğunu bilenlere veya akraba toplantılarında “Ben Kastanyalı değil de la Kasturiyalıyım” der, şaşırtmayı severdi. Konu kapandı sanırken sevdiğim saydığım eski bir dost Bay B., arkadaşı Bay T.’yi desteklemek, doğrulamak istercesine yaşadığı bir olayı, bir fıkra havasında anlatmaya koyuldu: Balkonda, koltuğuna kurulmuş, ufukta dizilen adaları, arada bir süzülen vapurları seyre dalmışken, kapı zilinin çalınmasıyla huzuru bozulmuş. Kimseyi de beklemiyormuş. Açmış. Gelen Ankara’da oturan Bursalı bir arkadaşı A. K. imiş. Şaşırmış. Hoş geldin, hoş bulduk faslından sonra arkadaşını içeriye buyur etmiş. Gelen “Olmaz. Babam aşağıda arabada” deyince de ev sahibi terbiye gereği “Yabancı mı! Git söyle, çıksın beraber bir kahve içelim.” diye üstelemiş. Bursalı “Babam tabutta. Onu yaşlılar evinden aldım. Bursa’ya gömmeye götürüyorum. Buradan geçerken sana da bir uğrayayım dedim” diye yanıtlamış, ayrılmış…
Tek bir olaydan yola çıkıp tüm Bursalıların garip olduğu gibi genel bir değerlendirmeye varan Bay B. dinleyenlerin gülüşmelerinden, kıkırdamalarından hoşnut görünüyordu. Bir iki soru sormak isterdim ama Işıklar Bayramı haftasının Pazar gününde, her yıl yakın akraba ve dostlarını evlerinde toplayan Ankaralı Feride ve Eliyezer Elyazar çiftine saygısızlık olacaktı. Yakışık almazdı. Unutulmaya yüz tutmuş geleneklere uygun bir bayram gecesi, özenle hazırlanmış dört dörtlük bir ziyafet sofrasında, Bursalı olmayan Bay B. besbelli doğduğu şehri bir spor takımı gibi görüyor, üstünlüğüne inanıyor ve bunu bizlere kabul ettirmek istiyordu.
Ülkemizin her yerinde aynı dili konuşsa da, Yahudilerin bir nesneyi iki ayrı şehirde değişik sözcüklerle ifade ettiği de olur. Kuru fasulyeye kimi yerde avikaz, kimi yerde curgelos denir. Bu da bazen gülümsemelere, küçültücü, kinayeli sataşmalara yol açar. Oysa İspanya’da hem fasulye hem de Yahudi için aynı sözcük kullanılır: Hudiyaz.
Bursa üstüne bilgi toplarken hali vakti yerinde Ceni -Yako Karako ailesinin de karşısına geçmiş evlenmelerinin hikâyesini sormuştum. Yako bey kestirmeden yanıtlamıştı: “1950’lerde ben evlilik yaşına geldiğimde, bizler, bütün aile tek bir odada yaşıyorduk. Ben zengin bir kızla evlenmek istiyor, soranlara öyle diyordum.” Gerisini genç bir hanım zerafetini koruyan, torun evlendirmenin mutluğunu tatmış eşi tamamladı: “Babam bağ bahçe sahibi varlıklı bir kişiydi, şarap imalathanesi vardı…” Şaştım! Geçmişle alakalı en ufak bir kompleksleri yoktu bu Bursalı çiftin.
Yaşar Öztuzcu da güzel karısının yanında konuyu aynı sadelikte özetliyor: “Askere gitmeden önce başka dinden bir kızla çıkıyordum. Bizimkiler tasvip etmiyorlardı. Askerlikten döndüğüm gece karşıma Çela’yı oturttular, evlendik.” Bursalılar soruları kendilerine özgü bir şekilde dolambaçsız yanıtlar.
Oysa Şehr-i İstanbul bir metropol; kim kime, dum duma. Biri Balat’ta diğeri Kuzguncuk’ta. Yalnız Birinci Dünya savaşı sonrasında değil, 1950’lerde bile Yahudilerde erkekler kıymetliydi. Drahoma önemli rol oynardı. Fakir kızların koca bulmaları bir problemdi. Böyleleri aşırıya kaçmadan flörte hevesli olur, bu yolda koca bulmayı ümit ederlerdi. Çoğu, ilişkilerini kendi çevrelerinden biriyle sürdürürdü. Erkek anneleri tetikte olur, çulsuzlara kaptırmazdı evlatlarını. Hem iki çıplak bir hamama yaraşır. En etkili yol babası varlıklı, damadı işe alabilecek veya iç güveysi olanağı olan bir adamın kızını bulmaktı. Bulurlardı da…
Gel zaman git zaman çorbacı olmuş adama eşiyle nasıl tanışıp evlendiklerini sorarlar. “İyi bir kızla çıkıyordum, derken annem eşim olacak bir kızı takdim etti. Evlendik.” Arkasından karısını metheder durur. Parası için seçtiğini unutturmak istercesine politikacıdır İstanbul erkeği.
* * *
Türk topraklarında varlığını sürdüren veya yok olmuş Yahudi toplumların eski mezarlıkları meraklılar ve araştırmacılar için bir tarih hazinesi gibidir. Ne var ki çoğu yok olmuş, bir kalıntı bulmak bile olanaksızdır. Ve tüm cemaatlerin mezarlıkları içinde, Bursa’nınki geçmişiyle bir başkadır. Duvarla çevrilmiş, bekçili, bakımlı, yeşilliklidir… Ayrıcalıklıdır orda yatanlar, yatacak olanlar.
Bursalılar mezarlığın bu durumunu, ileri görüşlü atalarına borçludurlar. Gelir getirecek akar satın alarak, giderleri karşılayacak kaynak oluşturmuşlardır. Göç edenlerin bir kısmı da paraya tamah etmeyerek olur olmaz kimselere evlerini satmaktansa cemaate hibe etmişlerdir. Bu yüzden ekonomik bir kriz olsun, cemaatin azalmış olması olsun, tesislerinin harap olmasına yol açmamıştır.
Son zamanlara kadar Bursa Cemaatinin dinamik başkanı Ezra Venturero, eski mezar taşlarını temizletip ortaya çıkararak ve kartoteksleyerek bir tarih sayfasını belgelemiştir. Eski mezarlıktan taşınan en eski mezar taşı 1687’de ölen bir genç kıza aittir.
* * *
19. ve 20. yüzyılın ilk yarısından sonraki yıllarda bile İstanbul, İzmir, Edirne gibi büyük şehirlerin Yahudi semtlerinde kapı kapı dolaşan, sinagog kapılarında dikilen, bir köşede büzülmüş bekleşen dilenciler hiç de az değildi. Bursa’da bu manzara görülmezdi. Özellikle 1879’da, Bursa valisi ünlü Ahmet Vefik Paşa’nın isteği doğrultusunda bu dilencilik işi önlenmiştir. Fakirlere yardım derneği “Aniyim Zenuyim” muhtaçlara her tür yardımı yaparak sokakta dilenmeye son vermiştir. 19. yüzyılda Galante, Bursa halkının her tür ihtiyacını karşılayan dokuz kurum sayar. Yetimlere yardım eden, onlara çeyiz hazırlayan Kadınlar Derneği’nden tutun da Bursa’ya diğer şehirlerden gelen, parasız kalan, geri dönemeyen Yahudilere yardım eden Ahçanal Orahim Derneği’ne kadar… Tüm bu işler için gerekli olan paranın büyük bir bölümü akarlarından sağlanırdı.
* * *
Bursa hangi tarihte ve neden kurulduğu tam olarak bilinmeyen kentlerdendir. Bu da her zaman efsaneye yol açar. Bursa Yahudileri arasındaki bir inanca göre Bilan Uludağ’da gömülüymüş. Ona atfen bir zamanlar bu dağa Keşiş Dağı denirmiş! Yahudilerle ilişkili efsanelerden birine göre de Kral Süleyman bu şehri ziyaret etmiş! Bu da MÖ 1000 demek! Efsane tabii, mantığa uymaz.
Belgelere dönersek: Homeros’un Mysia dediği bu yerleşim bölgesini Bytinia, MÖ 7. yüzyılda ele geçirir. Üç tarihçi, Strabon, Bizanslı Ettien ve Bizanslı Atin ise şehrin kuruluşunu MÖ 4. yüzyılın ilk yarısında gösterirler. Bazı kaynaklarda ise Bytinia Krallığı’na sığınan Kartacalı Annibal MÖ 2. yüzyılda, bu yerleşim bölgesinde o zamanın Kralı Prusias adına bir şehir kurdurtur. Sürülmek, sürgün edilmek, başka yerlere yerleştirilmek Antik çağlardan beri Yahudi tarihinde yer alır.
İsa’nın havarilerinden Aziz Pierre bu yöreye (MS 1. yüzyıl) geldikten sonra, İncil’de yer alan birinci mektubunda, buradaki halka seslenir. Havarilerin Hıristiyanlığı yayma hedefi olduğundan, konakladıkları yerlerin genelde Yahudi çevreleri olması gerektiğini ve dolayısıyla mantıken burada bir Yahudi cemaatinin bulunduğunu ileri sürenler vardır. Bu yörede bulunan ayrıntılı bir mermer yazıtta, Bytinia’da Yahudilerin yaşadığı belirtiliyor. Gene de Bursa’da o yıllarda esaslı bir Yahudi cemaati var mıydı yok muydu emin olamayız. Havari Aziz Paul Hristiyanlığı yaymak üzere bu şehre iki kez geldi. İncil’de yer alan Galatlar’a mektubunda bu yöre halkına, Hıristiyanlığa karşı koydukları için kızar. Bytinia adlı bu bölge oldukça geniş bir yerleşim bölgesi olduğundan merkezi Bursa mıydı tam olarak emin olamayız.
Bizans döneminde bu yörede bir Yahudi topluluğu vardı. A. Galante 1938’de Muradiye’de, Zindan Kapusu olarak adlandırılan eski bir zindan harabesindeki bazı duvar taşlarında menora denilen karakteristik şamdan kabartması ve İbranice yazılar bulur, kaydeder. Bu taşların birinde İbrani yılı olarak 4580 kaydedilmiştir, bu da MS 820 yılına tekabül eder. Ancak günümüzde, bu taş da harabelerle beraber tarihe karışmış.
1326’da Orhan Bey Bizanslılarda Prusa olarak bilinen şehri ve yöreyi ele geçirir. Prusa sözcüğü, Türkçe fonetiğe daha bir uygun olarak Bursa’ya dönüşür. Aynı nedenlerden Yahudiler de Brusa deyiverirler.
Orhan Bey, Bursa’yı, devletinin merkezi yapar. Kendi adına hutbe okutur, ilk Osmanlı gümüş sikkesi de burada onun namına basılır. Sikkenin üstündeki tarih de onun saltanat dönemini belirtmesi açısından önemlidir.
Ünlü tarihçi Neşri (ö. 1520) ve onunla aynı fikri paylaşan Âşıkzade’ye göre Orhan Bey için önemli bir merkez şehir gerekliydi. Orhan’ın, kardeşi Gündüz ile şehrin nereye kurulacağına dair yaptığı tartışma tarihçiler tarafından kaydedilmiştir.
Orhan Bey yöreyi kuşatırken halk şehirden kaçar. Orhan Gazi şehirde otoritesini kurar kurmaz Yahudiler geri döner ve şehre kabul edilirler. Halen Yahudi mahallesi olarak bilinen bölgeye yerleştirilirler. Bizans döneminde de o bölgede yerleşmiş olmaları muhtemeldir. Aynı yerde bulunan Ets Ahayim Sinagogu Bizans döneminden kaldığına göre, mantıken bu neticeye de varabiliriz.
Orhan Gazi’nin insancıl yönünü vurgulamak ve şükranla anmak üzere Bursa Yahudi cemaati mahallenin giriş bölümünde bir levhada bu olayı kaydetmiştir. Ancak son yıllarda bu levha kaldırılmıştır.
Seyyah tarihçi Johann Schiltberg 1396’da bulunduğu Bursa’yı anlatırken Yahudilerden de söz eder. Bu da İberik göç yıllarından bir yüzyıl öncesi demektir. Orhan’ın oğlu Murat Han zamanında kent ve bölge Hüdavendigar Sancağı olarak kayda geçer.
M. A. Epstein’ın araştırmalarına göre Bursa Yahudileri ilk olarak 1470’te vergi ödemişlerdir. Bu vergi kayıtları, Sefaradlar İberik’ten gelmeden önce de burada bir Yahudi topluluğunun var olduğunu gösteren önemli bir kanıttır. Gene aynı tarihlerde, Hahambaşı İsak Ben Lev döneminde ticari işleri için şehir dışına çıkan Yahudi tüccarlar onları izleyen eşkıyalarca öldürülürler.
İberik’ten gelen büyük göçün öncesinde, Bursa’da bir Yahudi toplumunun varlığının en güçlü kanıtı ise tarihçilerin bu şehri konu ederken vurguladıkları sinagoglardır. Özellikle Bursa sinagogları, bu şehirdeki Yahudilerin kökenlerini açıklayan birer belge niteliğindedir.