Tarih

Tarihin Hafızası – Tarihin Hafıza Defteri

Son yıllarda “tarih” kamuoyunun gündeminde yer alan en önemli konulardan biri haline geldi. Yazılı ve görsel medyada çok sık yer almaya başladı. Bazı televizyon kanalları haftalık daimî programlar yapmaya, bazı gazeteler haftalık dergi ve ekler vermeye başladı. Son dönemlerde Türkiye genelinde en rağbet edilen konferans konuları hep tarihle ilintili olanlardı.

Belki de tarihe böylesine yoğun bir merak başlamasaydı tarih hala arşivin tozlu rafları arasındaki belgelerde kalan yahut bir avuç akademisyenin merakından öteye gitmeyen bir araştırma alanından öte bir anlam ifade etmeyecekti. Oysa köklerini merak eden milletimizin fertleri tarihi buralardan alıp evlerde, kahvehanelerde günlük konuşma konuları arasına alarak yeniden canlandırmaya başladı.

30 yılı aşkın akademik hayatım boyunca, hemen hemen her hafta en az bir konferans veriyorum. İki-üç saat süren konferanslar sonunda dinleyiciler bana hep bu anlattıklarımı okuyacakları eserlerim olup olmadığını sordular. İşte Tarihin Hafızası adını verdiğimiz bu eserin içerisinde yer alan makaleler, uzun zamandır farklı platformlarda dile getirdiğimiz özellikle yakın tarihimize dair merak ettiklerinizin cevabı olacak nitelikteki yazıların derli toplu sunumudur. Özellikle tarihe ve Türkiye’nin sosyo-politik konularına meraklı olanların, ufkunu açacağını, olayların perde arkasını nasıl okumaları gerektiği hususunda yol gösterici olacağını ümit ediyoruz.

***

ÖNSÖZ

Son yıllarda “tarih” kamuoyunun gündeminde yer alan en önemli konulardan biri haline geldi. Yazılı ve görsel medyada çok sık yer almaya başladı. Bazı televizyon kanalları haftalık-daimi programlar yapmaya, bazı gazeteler haftalık dergi ve ekler vermeye başladı. Türkiye genelinde en rağbet edilen konferans konuları hep tarihle ilintili olanlardı.

Tarihe merak, okullardan sokağa indi; evlerde, kahvehanelerde insanların günlük konuşma konuları arasında yer almaya başladı. 30 yılı aşkın akademik hayatım boyunca, hemen hemen her hafta en az bir konferans veriyorum, Iki-üç saat süren konferanslar sonunda dinleyiciler bana hep kitap sordular. Hep bu ve benzeri konulan nereden öğrenebiliriz şeklinde sorular yönelttiler. Dilimin döndüğü kadar bu insanlara cevap vermeye çalışıyordum ama, onlara somut bir veriyi götüremiyordum. Hatta ikinci-üçüncü sefer gittiğim vilayetlerde, daha önce belirti kitapları tavsiye ettiğim insanlar, o kitaplardan tatmin olmadıklannı üzülerek bana aktarıyorlardı. Yaptığım televizyon programlarından sonra da gelen e-postalarda bu istekler yoğun şekilde dile getiriliyordu.

Dört aydan bu yana Sayın Turgay Güler’le Ülke TV’de her cumartesi akşamı “Sıra Dışı” programını yapmaya başladık. Bu talepler, gün geçtikçe çoğalmaya başladı. Kanala bu programların CD olarak piyasaya sürülmesi talepleri o kadar arttı ki, artık biz de bu baskılara dayanamadık ve dinleyicilere saygısızlık olmasın diyerek, Türkiye’nin en önemli konularını işleyen bir kitap çıkarmaya karar verdik.

Tarihin Hafızası adını verdiğimiz bu eserin içerisinde yer alan makaleler, ağırlıklı olarak tarihle ilintili sosyo-politik konuları içeren çalışmalardır. Bunların çoğunu televizyonlarda konuştuk, konferanslarda dile getirdik. Ancak söz uçar, yazı kalır özdeyişinden hareket ederek, bu kitabın tarihe ve sosyo-politik konulara meraklı olanların, ufkunu açacağını, olayların perde arkasını nasıl okumaları gerektiği hususunda yol gösterici olacağını ümit ediyoruz.

Prof. Dr. Mehmet ÇELİK
Mayıs 2011

*

TARİH BİLİNCİ
VE
KÜLTÜREL GENETİK

Tarih, milletlerin hafızasıdır. Hafızasını kaybeden insan; nasıl dostunu-düşmanını ayırt edemez, alacağını-vereceğini bilemez, geleceğini planlayamazsa; milletler de böyledir. Hafızasını kaybeden milletler de dostlarını-düşmanlarını ayırt edemezler, alacaklarını-vereceklerini bilemezler, istikballerini de planlayamazlar. Hafıza kaybı, vizyonun yok olması demektir. Vizyonu olmayan toplumlar, okyanusta pusulası bozuk gemi gibidirler.

Konu, daha iyi anlaşılsın diye, basit ve somut bir örnekle izaha çalışalım. Her şehirde, hatta her ilçede yaşlı insanlardan şu mealde sözler işitiriz: “Ah be hocam, daha 20 yıl öncc şu gördüğünüz alanda bir tek apartman yoktu. Şuralar zeytinlikti, şuralar tarlaydı. Bakın koca koca apartmanlar şimdi var. Buralarda arazi de son derece ucuzdu, kim ne etsin buraları. Kafamızı çalıştırıp şuradan bir tarla veya zeytinlik alsaydık, şimdi bir müteahhide kat karşılığı verseydim, en az 100 daire çıkardı. 50’si bana, 50’si müteahhide. Hiçbir ekonomik sorunumuz kalmazdı…”

Şimdi, sıradan insanların bu vizyonsuzluğunun zararı kime? Tabii ki kendilerine ve aile efradına. Kapı-komşusu dâhil başka kimselere değil. Ama ya devlet yönetenler, aydınlar? Eğer bunlar vizyonsuzsa, dünyanın nereye gittiğini. 20-30 yıl sonrasını göremiyor ve doğru değerlendiremiyorlarsa, bunun faturası çok ağır olur ve bu faturayı bir millet ve devlet öder.

Yöneticilerin ve aydınların bu vizyonu yakalayabilmelerinin birinci şartı, tarih bilincine sahip olmaktır. Bu, tarih bilmekle karıştırılmamalıdır. Kitaplarda yer alan kuru bilgileri ezberlemek, tarih bilinci oluşturmaz. Sağlıklı tarih bilgisinin yanında, mutlaka tarih felsefesi de bilmek, onu iyice hazmetmiş olmak gerekir.

Öncelikle şunu belirteyim ki, doğru algılayıp sağlıklı değerlendirebilmek için, zihnimizi dezenformasyondan, yani bilgi kirlenmesinden arındırmak zorundayız. Emperyalist amaç ve hedefler için yazılan senaryolar ve sahneye konulan oyunları saf bir seyirci gibi izler ve algılarsak, zihnimiz ve duygu dünyamız olayların peşine takılarak, ucu görünmeyen karanlık bir dehlizde sürüklenmekten kurtulamaz. Neticede meydana gelen olayları tasvip etmesek bile, sahneye sürülen yapay sebeplere hak vermek garabetine düşeriz.

Kültürel Genetiği Oluşturan Faktörler
Sömürü duygusu, daha çok şeye sahip olma dürtüsü insanın tabiatında var olan, yani doğuştan sahip olduğu bir duygudur. Tıpkı cömertlik, tıpkı cimrilik, tıpkı cesaret, tıpkı korkaklık gibi… bu duyguları insanoğlu tamamen yok edemez. Aldığı eğitim ve yetiştiği kültürel çevre ile bunları ya törpüleyerek kontrol altına alır veya daha da azdırır. İnsanın ırki hususiyetleri, inançları, aldığı eğitim ve yetiştiği kültürel çevre onun genetiğine şekil verir. Böylece her milletin, her coğrafyanın, her medeniyet havzasının farklı bir kültürel genetiği ortaya çıkar. Her medeniyet havzasının faklı bir dünya görüşü, farklı bir tarih felsefesi, farklı bir insana bakışı, farklı değer yargıları oluşur.

İbn-i Haldun, yüzyıllar öncesinden bu kültürel genetiğin oluşmasına ve bu oluşumu hazırlayan faktörlere dikkat çeker. Hatta işi öylesine irdeler ki, iklimin ve yaşanılan coğrafyanın bile insan tabiatı üzerindeki etkisini gözler önüne sermeye çalışır. Ona göre. toplumların kültürel genetiğinin oluşmasında ırki hususiyetler. dini inançlar, eğitim, aile, çevre kadar iklim ve coğrafyanın da müspet yahut menfi etkisi vardır. Örneğin sert iklimlerde, yüksek coğrafyalarda yaşayan insanların tabiatları da iklimleri ve coğrafî yapılarına paralel olarak serttir. Örf, adet ve geleneklerine daha sıkı sıkıya bağlı, dışarıdan gelen kültürel erozyona karşı daha dirençli, ilkeleri daha katı ve uzlaşmaya daha kapalıdırlar. Buna mukabil sıcak iklimlerde, sahil bölgelerinde daha yumuşak tabiatlı, daha uzlaşmacı, daha esnek, eğlenceye ve günlük yaşamın rahatlık alanına daha yatkın ve kültürel erozyona daha açıktırlar. İbn-i Haldun’un bu tespitlerini, hemen herkes gözlemleyerek de doğrulayabilir.

Buradan şu noktaya gelmek istiyorum: Yaklaşık son 15 yıldan bu yana bir Medeniyetler Çatışması ile bunun karşıtı olan bir Medeniyetler İttifakı tezi tartışılmaktadır. Birileri medeniyetler çatışmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürerken, birileri de medeniyetler ittifakının mümkün olduğunu söylemektedirler. İki tarafın da dikkate alınması gereken önemli gerekçeleri var. Benim amacım bu tezleri burada tartışmak değil… Ben burada, konuyu şu hususa getirmek istiyorum: Dünyamızda yüzyıllardan beri, yakın dönemde de bölgemizde akan bu kanın ve gözyaşının kültürel genetikle ne kadar ilgisi var? Bu sorunun cevabını almak için somut örneklerle biraz tarihin dehlizlerinde gezinmek gerekir. Konunun rahat anlaşılması için ilk somut örneği Yahudilerden vermek istiyorum. Tarihte soykırım felaketine uğrayan milletlerin başında Yahudiler gelmektedir. Bu nedenle tarih boyunca çok acı çekmişlerdir. Mısırlılar, Hititliicr, Asurlular, Babilliler, Romalılar, Hıristiyanlık dönemi ortaçağ ve yakınçağ Avrupası ve Hitler Almanyasında yüzbinlerce, milyonlarca masum insanın katli gibi hadiseler hiçbir şekilde tasvip edilemez! Nabukadnezar’ın, Titus’un, Endülüs’te İspanyolların ve Hitler’ın katliamları, hiçbir gerekçe ile haklılık payı kazanamaz. Ancak bir de madalyonun öbür tarafı vardır. Neden İsrailoğulları bu kadar katliama uğradılar?.. Bunun elbette birçok sebebi var. Ben burada kimsenin görmek istemediği bir sebebe dikkatleri çekmek istiyorum: İsrailoğtılları’nın kültürel genetiği!.

İsrailoğullarının Kültürel Genetiği
Evet, İsrailoğullan’nın başlarına gelen bu felaketlerin nedeninin başında bu kültürel genetikleri gelmektedir. Bu kültürel genetik de dini inançlarından; bu dini inancın oluşturduğu insana bakış açılarından kaynaklanmaktadır. Özetle, Yahudi inancı kendi dışındaki insanlığa şöyle bakmaktadır: Tanrı Yahova, kâinatı ve insanları yarattı. İnsanlık ailesi içerisinden İsrailoğulları ile bir ahit-antlaşma yaptı. Onları, kendi çocukları, seçilmiş kavim kabul etti. Diğer insanları ise tıpkı hayvan ve bitki mesabesine oturttu. Hayvanlar ile bitkiler, nasıl insanların dünyada hayatlarını idame ettirmeleri için bir araç iseler, onları kesip yemek nasıl günah değilse, zaten işlevleri asıl bu ise, İsrailoğulları dışındaki insanlar da aynı bu mesabededirler: Öldürülebilirler, malları-mülkleri ellerinden alınabilir. Tann’nın şeriatı ise sadece Yahudilerin kendi aralarında geçerlidir. Yani Yahudi şeriatının temeli olan On Emir, (örneğin öldürmeyeceksin, çalmayacaksın) sadece Yahudilerin kendi ırkdaş ve dindaşlarına karşı uymak zorunda oldukları kurallardır. Diğer insanlar için söz konusu bile olamaz!

Yahudilerin bu anlayışları, Tevrat’tan kaynaklanmaktadır. Örneğin, Tevrat’ın Tesniye VII/6, 16, X/15, XX/10-14, 16-19,23-24; Çıkış’ın XIX/5-6, XXXII/27-28; Yeşeya’nın XIII.; Levililer’in XX/23-26; I. Samuel’in XV/3; Yeremya’nın L(50)’20-23… bir çırpıda aklıma gelen zikrettiğim Tevrat’ın ilgili bölümlerinde yer alan cümlelere bakarsanız, İsrail’in Lübnan’da giriştiği katliamlarda Yeşa Hahamlar Konseyi’nin fetvasını, hahamların cepheye gönderilen, hatta cephede atılmak üzere düğmesine basılırken takdıs ettikleri bombaları ve füzeleri anlamak daha kolay olur. El kadar küçücük Yahudi çocuklarının yaşdaşları olan Lübnanlı çocukların üzerine yağdırılan bombaların üzerine, kendi elleri ile “iyi ölümler” diye yazı yazmalarına da daha rahat anlam verilebilir, En nihayetinde bunu dini bir emir olarak telakki eden bir anlayışla karşı karşıya olduğumuza hükmedebilir; 50 yıldır Ortadoğu’da akan kanı, hahamist-siyonist anlayıştan beslenen bu genetik yapıda arayabiliriz.

İsrail’in bu kültürel genetiği tarih boyunca kendilerine de huzur vermedi. Milyonlarca masum Yahudi de bu anlayıştan zarar gördü. Ne dünyaya huzur verdiler, ne de kendileri huzur buldular. İsrailli yöneticilerin girişlikleri katliamlar için 50 yıldır ileri sürdükleri bahaneler, bu kan ve gözyaşının akmasını izah etmeye yetmemektedir. Arz-ı Mev’ud anlayışı, hahamist-siyonist ideoloji bu akan kanın temel nedenlerinin başında gelmektedir.

Buradan aklı başında, vicdan sahibi İsrailli yöneticilere, bilim adamlarına, sivil toplum kuruluşlarına seslenmek istiyorum: Ortadoğu’daki devletlerin ve halkların toplarından, tüfeklerinden, füzelerinden korkmayınız! Sizin elinizdeki silahlar daha güçlü… Ama Filistinli, Lübnanlı çocukların rüyalarından korkun! Onların geçirdiği zihinsel ve ruhsal travmalardan korkun!.. 50 senedir hiçbir Filistinli çocuk rüyasında çikolata yerken, top oynarken, çiçek koklarken, annesine sevgi ile sarılırken, okulunda neşe içinde ders yaparken kendini görmedi, göremedi! Hep gökten yağan bombaları. üzerine sürülen tankları, havada uçuşan kol ve bacakları, caddelerde akan kanları, kaldırımlarda yatan cesetleri gördü!..

Bu çocukların da dünyanın başka çocukları gibi güzel rüyalar görmeye, hatta gerçek hayatta olmasa bile rüyalarında bari mutlu olmaya hakları yok mu?. Bunları. anti-semitik düşüncelerle söylemiyorum. Böyle düşünceler de taşımıyorum. İbrahim’in torunlarının, İsmail ve İshak’ın çocuklarının, yani amcazadelerin bu şekilde birbirine düşmelerine isyan ediyorum. İsrail’in masum halkının, yüreği yanan annelerinin de benimle bu düşünceleri paylaştığına inanıyorum. İsyanım, bu hahamist-siyonist genetik kültürel anlayışa! Bu anlayış hem dünyaya huzur vermeyecektir, hem de Yahudi halkına!

Batı Dünyasının Kültürel Genetiği
Evet, şimdi de kısaca ikinci bir somut örnek verip konuyu toparlayayım. Son iki bin yıllık tarihe baktığımız zaman, yeryüzündeki kan ve gözyaşının müsebbibi olarak Batı dünyasını

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Giovanni Ricci – Türk Saplantısı

Editor

OTAĞ-I Büyük Doğuş

Editor

Halil İnalcık – İş Bankası Kültür Yayınları – Devlet-i Aliyye

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası