İlkin gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman ötekileri anlayabilirsin…’ der Wittgenstein. Anka, bu gezginlerden birinin, bilgeler bilgesi Niyazi Mısri’nin Aspuzu’da başlayıp Limni’de son bulan, gerçekte âlemlerde olup biten gezisinin öyküsü.
Anka’yı ilginç kılan, yalnızca tarihi bir anlatı olmakla kalmaması. Yalsızuçanlar, İslam bilgelerini bugünde yaşayan kahramanların hayatlarına dolayarak özgün bir anlatımla canlandırdığı kitap dizisinin üçüncüsü Anka’da Niyazi Mısri’yi konuk ediyor sayfalarına.
Modern hayatın tam ortasında yaşayan Mehmet, Niyazi Mısri üzerine bir doktora tezi hazırlamaktadır. Daha hazırlık aşamasında büyük mürşidin ateşiyle yanmaya başlar ve onunla beraber bir meşakkat yolculuğuna çıkar. Karısıyla ve oğluyla da sorunlar yaşayan Mehmet için Mısri üzerine tez hazırlamak bir yerden sonra imkânsız hale gelir, içine girdiği manaları bir tezin sayfalarına sığdırmanın imkânı yoktur çünkü.
Kadim bir hakikat adamının peşine düşen bugünün Mehmet’inin belki de asıl imtihanı, kendi zamanını büyük mürşidin adımları ile kat etmeye çalışmak zorunda kalmasıdır. Bilinçakışı tekniğiyle yazılan ve yoğun bir gönderme yükünün üstesinden başarıyla gelen Anka, edebiyatseverlerin unutamayacağı romanlardan biri olmaya aday.
Yalsızuçanlar daha önce Gezgin isimli romanında İbn Arabî’nin, Cam ve Elmas’ta ise Ebu’l Hasan Harakani’nin hayatını kaleme almış, Gezgin “Der Wanderer” ismiyle yayınlandığı Almanya’da da büyük beğeni toplamıştı.
“ilkin gezginliğe çıkmak gerek; ancak sonra yurduna dönebilir, o zaman da ötekileri anlayabilirsin.”
Ludu>ig Wittgenstein
“Ten gözüyle Mısri’yi görsem deme kim Zira biz ol suret içre anka olmuşuz”
Niyazi Mısrî
♦ 1
Ramazan bayramının ikinci günü, dünyanın merkezine yönelerek oturmuş, ‘yokluk gerçekleştiğinde O, Allah’tır’ sözünü düşünür-kenki resmine bakıyorum. Gökten açılan sofraların ilkinde, ‘sen gitmeden O gelmez’ diyorsun. Yarın bölüm başkanıyla doktora tezimi görüşeceğim. Öğleden sonra odasına giderken koltuğumun altında şiirlerin, anıların ve yaşamına ilişkin yüzlerce sayfalık notlar olacak. ilk dizeni okuyalı yirmiyedi yıl olmuş. Kelimelerinin arasındaki boşlukta sürekli yanıyorum. ‘Beni sözcüklerle, suretlerle ve cisimle anlamak istiyorlar; oysa ne sözüm ne şekilim, tümüyle anlam kesilmişim…’ Seni nasıl anlayabilir, anlatabilirim?
Şiirlerinde senin dilinden konuşan O.
O, nasıl bilinebilir, nasıl dile gelir?
Yarın, seni söz ve şekilden ibaret gören biriyle tez konusu olup olamayacağını tartışacağım.
Dikmen Keklikpınar’da Soğuksu otobüs durağına inen yokuşun başındaki bu apartman dairesinde geçirdiğim onbir yılın ağırlığını senin sözlerinle, şiirlerinle, dokunanı ateşiyle yakan fırtınalı yaşamınla taşıyabildim. Sadece seni okumak ve anlamaya çalışmak istiyorum. Dilinin sırlarına nüfuz ettikçe, biliyorum ki, adına kuş dili dediğin o muazzam dünyanın da gizleri açılmaya başlayacak. ilim, Onu birlemektir diye açılıyor bilgelik sofran. O şehirden bu şehre savruldukça, insanlar arasında temiz bir kimlikle yaşamanın değerini kavramış, hırçın, serazat, özgürlük tutkusuyla kıvranan ruhunu koruyabilmiş, gözünde zindanla sarayın farkı kalmamıştı.
Karımın üç yıldır yaşattığı acı, seni okudukça ve tanıdıkça hafifliyor, gözümde küçülüyordu.
El yazıların flulaşıyor, gözkapaklarım inmeye başlıyor, elifler, sinler, vavlar, güzel he’ler arasında, dizlerimi ana rahmindeki gibi karnıma çekmiş, yastığa yaslamış halde uyuyakalıyorum.
Limni’deki zindanın önündeyim.
Kapı açılıyor, yüreğim duracak gibi, içeri sessizce süzülüyorum. ibrahim peygamberden bilgelere miras kalan postun üzerindesin, gülümseyince yüzündeki ışık artıyor, alnından bir kartal fırlayıp çıkacakmış gibi, gözlerin yaralı bir ceylanınki kadar büyüleyici, sırtında yeşil aba, üstünde kuzu derisinden bir kürk, başında siyah sarık. Ocakta meşe odunu çıtırdıyor; alevlere bakıyor, bakışlarını tekrar çeviriyorsun, rahlenin kenarında zaman zaman döküp dervişlerine sattırdığın balmumunun yansıdığı ışıltı, çehrene kalbinden sızan nurun yanında sönük kalıyor. Yüzündeki derin çizgileri fark ediyorum baktıkça. Gözlerine bakamıyorum. Göğsünün derinliğinden geliyor gibi çıkan bir sesle, ‘beni değil, Yunus’u araştır’ diyorsun. Zihnimdeki çağrışımı hissetmiş gibi, ‘evet, Niyazi’nin dilinden Yunusdürür söyleyen’ diye ekliyorsun.
Ter içinde uyanıyorum. Kalbim hâlâ küt küt çarpıyor.
Sigaraya uzanıyorum. Ev sessiz.
Eşim yine ağrı kesici alıp sızmış olmalı.
Oğlum hâlâ gelmemiş.
Pencereyi açıyor, biraz soluklanıyorum, kahve yapmak için mutfağa doğru seyirtirken duvarda yine aksin.
Bursa’ya dönmek üzere hazırlandığında, bir dervişine, ‘Limni adası, bize mezar ve yurt olacaktır, yanı başımıza da bir sadrazam gömülecektir’ deyişin aklıma geliyor.
Her sözün gibi, bu da aklımı başımdan uçuruyor.
Yarın hocaya doktora için seni çalışmaktan vazgeçtiğimi nasıl söyleyeceğim?
♦ 2
Hocanın odasının kapısını çalıyorum.
‘Giiir!’
Masa, her zamanki gibi dağınık.
‘Hocam günaydın!’
‘Günaydın Mehmet, gel…’
Tam girerken, ‘Bekir Efendi gelmiş mi baksana, iki çay söyle bize.’ ‘Peki.’
Bir şey istemenin bedelinin ağırlığını hatırlıyorum anılarından. ‘Gelmemiş henüz.’
‘Neyse boşver, otur.’
‘O nedir hocam?’
‘Kaygusuz Divanı, bizim Salih Bey’in doktorasıydı biliyorsun.’
Sessizlik.
‘Hocam.’
‘Mehmet, düşündüm de, sen Niyazi’yi değil, Yunus’u çalış.’
Göğsümden körük gibi soluğum boşalıyor.
Ey İbrahim, ey Niyazi, ey Yunus, söz sözü açar, ruha cila olur. Onunla gönül aynasının tozu silinir. Onda büyük bir sır görünür. Bu sırla, can, sevgilisinden başka bir şey düşünmekten kurtulur.
Dün Limni’deki dergâhında yaptığın uyarıyı, bugün tez hocamın dilinden tekrarlıyorsun.
Artık, seni değil, ‘yort savul’ diyen Yunus’u tezime konu edineceğim. ‘Peki, nasıl uygun buluyorsanız.’
‘Hayır Mehmet, o da önemli ama Türkçenin altın şairi Yunus biliyorsun.’
‘Doğru .’
Kapı çalıyor, Süheyla. Hoca, bana dönüyor,
‘Mehmetçim var mı başka bir şey?’
‘Yok şimdilik.’
Süheyla suçlu bakıyor.
‘İyi günler.’
‘İyi günleer.’
♦ 3
Sırrı sana niçin söyleyeyim ki…
‘Çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi.’ Şairin, ‘her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir’ dediği bu olsa gerek.
Gökten inen sofraların birincisine, ‘fakir, binyirmiyedi yılının oniki rebiülevvelinde dünyaya gelmişim’ diyorsun. Yaşam öyküne başlarken, Yunus’un dilinden söyleyenin sen olduğunu bildiğim için, dünyaya geldiğin yeri, zamanı, Malatya’nın Aspuzu toprağında bir gül gibi biten varlığını anlatıyorum. Dünyaya gelmişim, senin dilinde, şafak söküyor anlamına geliyor. Gün doğuyor. Aspuzu. Amcamın karısı oralı idi. Yukarı Banazı derlerdi. Şimdi Konak olmuş. Bir bürokrat arkadaşım milletvekili adayı olacağı zaman, soyadını Konaklı diye değiştirmişti, oralıydı. Şimdi bile yemyeşil, sulak bir yer olduğuna göre, o zaman kimbilir ne kadar gönülçelen bir cennetti. Babanı annen, ‘adına kurban olduğum’ diye çağırırmış. Ali. Cem makamında. Birleme düzeyi. Oraya gelindiğinde, insanların hatasını düzeltmemek zındıklıktır, diyorsun anılarında.
Zülfikâr, gerçeğin elmas kılıcıdır. İki yanı da keser. Hakikatin çift kutuplu doğasını simgeler. Yakub’a, Yusuf’un canından haber getirendir. Cananın kokusunu taşıyan bir rüzgâr gibi eser. Göz Onun nuruyla açılır, ay doğar, göz kamaştıran dolunaydan haber gelir.
Aspuzu bülbüllerin gül bahçesidir, diyorsun. Bir gün bir belgesel film için benimle söyleşi yaptıklarında, yapımcı, ‘hocam bülbül nedir?’ diye sorduğunda, ‘kalitesiz âşık’ demiştim. Çocuk şaşırmıştı. ‘Acemi âşık?’ ‘Hayır hayır, kelimenin tam anlamıyla kalitesiz âşık. Henüz yola girmemiş, âşık olsam mı olmasam mı diye kararsız.’ ‘Salik değil yani?’ ‘Değil.’ ‘…?’ ‘Evet, henüz yanmamış, yanmak nedir bilmeyen.’ ‘Pervane?’ ‘Pervaneyi görmeyen.’ ‘Göz önünde duranı görmek kolay mı hocam?’ ‘Mesele de bu zaten, yanmak istemekle başlıyor yolculuk.’ ‘Peki neden Aspuzu, bülbüllerin gül bahçesidir, diyor?’ ‘Bülbül, burada çılgın anlamındadır. Güle meyli olandır. Gülün rengine, kokusuna âşık. Oysa ne diyor Mevlana? Sen altının rengine âşıksın, altın benim rengime âşık.’
Bunlar, üniversitenin öğrenci kafeteryasında konuşuluyor. Belgeselin yönetmeni, kameramanla birlikte kalkıyor, araca biniyor, şehrin trafiğine dalıyorlar. Yolun uğultusu cam kapanınca azalıyor. Ellerindeki fotokopiye bakıyorlar.
‘Cenneti hatırlatan yüce bir mekândır Aspuzu’ diyorsun. Havası mutedildir, suyu türlü zevklerin birleştiği bir saflıktır. Bilgelerin sefa meclisidir, Mesih’in can veren soluğundan daha etkilidir, ruh-ı revan gibi akar, gönülleri yıkar, bedenleri arıtır.’
Kameraman, ‘Aspuzu hangi dilden acaba?’ diye soruyor. Yönetmen, ‘bilmem’ diyor, gözleri kâğıtta.
‘Ermenice olabilir mi?’
‘Bilmiyorum.’
Ama Hızır’ın menzili olduğu kesin, Hazret böyle diyor. Dördüncü ayda yeşilin en can alıcısını giyinir. Dört yanda tatlı meyveler, dünyalar güzeli bir dilberin dudakları gibi; yeşil atlasla donanmış bir güzel.’
‘Hocam koptun yine sen.’
Yönetmen susuyor. Hocanın durup durup tekrarladığı şey zihninde, ‘derviş olan âşık gerek.’
Derviş nedir, âşık kimdir, aşk nedir? Ben bunları nereden bileyim? Bana sırrından bir sırrı versen. O sırla, yaşadığım acıları dindirsem.
Fanilik rüzgârı dokunmasaydı, ana Firdevs cenneti derdim As-puzu.
Senden yüzyıllar sonra, çocukluğunun, ilkgençliğinin en güzel günlerine tanıklık eden bu beldeye gittiğimde, aradan zamanın dev dalgaları geçmiş olsa da, bir kâmilin çiğnediği toprağın su gibi arı duru, hem temiz hem temizleyici olduğunu görmüştüm.
Aşk sandığım şeyin, nefsin en anlaşılmaz muamması olduğunu bilmiştim.
♦ 4
Sırrı bana söylemiyorsun.
Neden söyleyeyim ki, sen onu kullanmayacaksın.
Doğru, işime yaramayan bir sırrı bilmenin ne gereği var?
Hoca da bu sırra hizmet ediyor. ‘Yunus’u çalış.’ Çalışmak fiilinin tuhaflığını düşünüyorum. Yunus’u çalışmak ne demek? Sırrın içinden konuşan bir bilgenin şiirlerinden sen ne anlayabilirsin, ben ne anlarım? Bilmek yapmaktır diyen veli, bize ne anlatabilir?
Haklısın, dilimizin sınırları dünyamızın sınırlarını belirliyor.
Ben de Viyanalı Ermiş gibi, aslında kalemimle düşünüyorum, çünkü kafam, elimin ne yazacağını çoğunlukla hiç bilmiyor. Seni anlatmaya başlarken aklımda bir şey yoktu. Ne yazacağımı bilmiyordum.
♦5
O gün, yani binaltıyüzonsekiz yılının sekiz şubatında Genç Osman tahta çıkmıştı. Senin fecrin Kadir suresiyle doğmuştu. O gece, tan yeri ağarıncaya kadar, bir esenliktir. Bin aydan hayırlı bir gece seni selamlamıştı. Melekler inmişti yeryüzüne, ruh inmişti. Ruh, sana şiirlerini getiren ilham meleğiydi. Kuşdilinin mutlak sözlüğünden söyleriz, herkes anlamaz bizi, bizler muamma olmuşuz. Ben seni nasıl anlayayım? Senin kadrini nasıl bileyim? Dilinden konuşan kimdi? Mantıku’t-tayr neydi? Yalan kaftanımın içindeki gerçeğim budur, diyorsun. O gerçeği öğrenmek üzere tuttuğum bu notlar, kitaplıklarda geçirdiğim saatler, el yazmalarının tozlu, güvelenmiş sayfaları arasında erittiğim zamanlar, külliyatlar, menakıpnameler, nutk-ı şerifler, nefesler, ilahiler, önüme çıkan hocaya sorduğum sorular, yüzlerce, binlerce sayfa metinler, milyarlarca harfler, kelimeler, açıklamalar, şerhler, bütün bunlar, anılarındaki o cümleyi okuyana değin, sende baskın olan şeyin Celal olmasının sırrı kadar müphemdi. Ehline helaldir, naehle haram. Bu dil, ehline açıktır, aşina olmayana kapalıdır. O dilin eşiğindeyim şimdi. Celal nedir, nedir sana, ‘dokuz yıldır Âl-i Osman’ın pençesindeyim’ dedirten şey? Genç Osman, doğduğun gün tahta çıkmıştı. Babası I. Ahmed, annesi Mahfiruz Haseki Sultan. Ondördünde tahta çıkıyor. Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, İtalyanca. İran, İtalya, Lehistan. Sonunda Yedikule. O da Âl-i Osman’ın pençesinde. Ya devlet başa ya kuzgun leşe. Seninki Celal aşkı. Onunki Celal sillesi. Yedikule’nin duvarlarında sesi hâlâ yankıyor. Senin Limni’de biriktirdiğin acılar ve anılar gibi onun da heybesinde nice hicran birikmiş. O günlerde, Aspuzu’da, kayısı bahçelerinde, Halveti bilgesi Hüseyin Efendi’nin öğrencileriyle geçirdiğin günlerde, Genç Osman’ın, ‘siz ey zalimler, amelinizi serap gibi gösterirsiniz’ sırrıyla sırlandığını nereden bileceksin? Senin gözünü Halveti Hüseyin Efendi açtı. Vani Efendi halden nasıl anlasın? Onun düşmanlığı sana değil, Halvetilereydi. Cümle tekyeleri mektep ve medrese eylemek isterler. Ey yargıç! Biz dört kardeşiz, dördümüz de bu yolda can versek gerektir. Burası can pazarı, can alıp can satarlar, bak ilerde bir pazar var. İn Kernek’ten aşağı, şekerpare, dalbastı, dut, kızılcık, kavak ağaçlarının arasında kaybol, derenin sesi rüzgârla karışıyor, temmuz sıcağından eser yok burada, burası Battal Gazi’nin yurdu, Muhyiddin Arabi’nin otağı, gir onun çadırına, sultan otağı burası.
♦ 6
Karılar Koğuşundaki Mazmanoğlu’nun fırınında çalışmış bir zaman dedem. Harp Okulu son sınıftayken, bir hocasıyla tartışmış, hakarete uğrayınca kendisini kaybedip hocayı dövmeye başlamış. Öğrenciler gözü dönmüş bu delikanlının elinden zor kurtarmışlar adamı. Okuldan atılmış. Onda da Celal baskın. Anneannem dönüp dönüp anlatırdı. insan yaşlanınca, çocukluğunun kuytularına doğru sızıyor. Tuhaf bir biçimde, yaşamının dibinde ne varsa ayrıntılarıyla anımsamaya başlıyor. Kimisi Celal’e bağlanır, kimisi Cemal’e. Sen Celal’desin. Suyunu içtiğin Aspuzu’da, Rahmaniyet makamına eriştirildiğinde de Celal kutbu baskın sende.
Mazmanoğlu’nun fırınında, en çok sokağı susam kokusuna boğan lavaşları güzel pişirirmiş. Küncü derdi anneannem susama. Dedem, iftardan hayli sonra gelirdi, Cumhuriyet gazetesine sarılı pideleri uzatırdı ayakkabısını çıkarırken.
Niyazi mahallesinde oturduk bir zaman. Senin taşbaskı bir Divanın vardı, kimi akşamlar alır, kalın çerçeveli yakın gözlüğünü takar, uzun uzun okurdu. Kimileyin heyecanlanır, yüksek sesle okurdu.
Tende canım canda cananımdır Allah Hu diyen/Dide sırrım serde sübhanımdır Allah Hu diyen.
Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir/Katremin içinde ummanımdır Allah Hu diyen.
Anneannem, ‘geceler ta sabah olunca inletir bu dert beni’ dizesine gelince ‘Hayyy!’ diye yığılırdı. Başını duvara çarpar, oyalı yazmasından kanı sızardı.
Viyanalı Ermiş haklı, insan yeniyi söylemeli ve yine de hep eskiyi. Yenide eskimeyen bir şey varsa, yenilenemeyen eskinin yeniliğin-dendir.
Anneannem, meğer senden bir cümleyi, dedemin okuduğu Divandan almış, onu kendi yaşamı içinde bir yer bulmuş büyütmüştü.
Durup durup, ‘Onu gördüğümden beri Ondan başka hiçbir şey görmedim’ derdi.
Gördüğü neydi, o çocuksu aklım ermezdi, şimdi büyüdüm, elliiki yaşına erdim, ama hâlâ aklıma sığmaz.
Sabahları kulluktan sonra ağlayarak yakarırdı. Fısıltısına uyanırdım. Bir gün yanına gidip, derin bir üzüntü ve kaygıyla uzun uzun dua edişini seyrettim. Fısıldadığı kelimeleri anlamıyordum. ‘Anneanne’ dedim, ‘neden ağlıyorsun?’ Gülümsedi. ‘Dileğimi henüz vermedi yavrum’ dedi. ‘Ne istiyorsun ki.’ Bu kez sarıldı, bağrına bastı, bayıltıcı bir koku duydum. ‘Beni’ dedi, ‘aşk arzusuyla rızıklan-dırmasını istiyorum.’ Bunun ne anlama geldiğini, bugün hâlâ anlayabilmiş değilim. Besleyen, büyüten bir şey olarak aşk nedir? Hâlâ bir fikrim yok. Anneannemin annesinin Ermeni kökenli olduğunu söylerlerdi. Adı Sultandı ama bir gün nüfus cüzdanını gördüğümde, adı hanesinde Bessey ismini okudum. Dedem nedense ona hep Sultan derdi. Göbek adı mıydı, yoksa dedemin
gönlünün sultanı mıydı bilmiyorum. Anneannem ve dedemle ilgili sırları daha çok annemden öğrendim.
Bir kezinde zikr arasında Harabi’nin ‘zühd ü riya ile olan ibadet/ hatadır Hazret-i Settar’a karşı’ nefesini ağlayarak okuduğunu hatırlıyorum. ‘Böyle namaz ile olamaz ümmet/hiç kimse Ahmed-i Muhtar’a karşı’ derken sarsılarak ağladığını, Allah gözlerine çekmiş bir perde/Yok dersin Allah’ı gökte ve yerde/Gösterelim gel de gör Hakk’ı nerde/Secde eyleyesin didara karşı’ bendine sıra gelince kendinden geçtiğini görmüştüm. Böyle anlarda, ‘nasılsın?’ diye sorulduğunda, ‘keyfimi kamyonlar taşıyamıyor’ derdi.
♦7
Aspuzu’nun yazılı elmaları ünlüdür. ‘Elması üzre nakş olur.’ deyişin bundan sanılır. Oysa durum farklıdır. ‘Gökte nasılsa yerde de öyledir’ sözündeki gibi, öyle olmalıdır, demektir.
Sana Niyazi dediler, ama adın Mehmet’ti.
Mehmet, Muhammet’ten kinayedir, dilin kıvrımları içinde yazılı elma gibi değişmiştir. Aspuzu’nun elmaları kızaracağı zaman üstüne oyma yazılarla yazılmış kâğıt yapıştırırdı bağ sahipleri. Güneş gören yazılı yerler kızarır, diğer taraflar sarı kalırdı.
Kırmızı Celal’in rengidir, sarıyı bilmiyorum.
Senin elma yazılarıyla nasıl bir ilgin olduğunu da bilmiyorum.
Senin sözlerin öyle sırlar saklıyor ki, onların yüzeyine bakıyor, ondan bir anlam çıkarmaya çalışıyorum.
Üniversite yıllarımda burs aldığım vakfın yönetiminde bulunan bir hekimin sana hayranlığını hatırlıyorum.
Bir gün bana güncesini vermiş, ‘oku, ama kimseye söz etme, öldükten sonra da sakla, bir yayıncıya filan verme’ demişti.
12 Haziran 1957
İstanbul / Suadiye
Senin bir beytin sağ üst yanda:
‘Bahr içinde katreyim bahr oldu hayran bana Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana.’
Günlüğü verdikten bir hafta sonra ölmüştü.
İlk öykümü, ‘Bir Gün’ adıyla yazdım, ona adadım. Sözümde durmadım, sırrından bir damlayı denize saçtım.
Şafaktan bir saat önce uyandı. Suadiye’deki Cemal apartmanının teras katındaki iki odalı evinin, denizi gören penceresinden baktı. Deli bir poyraz, dokunduğu her şeyi dondurarak esiyordu. Kaldırımda doğrulmaya çalışan bir adam gördü. Giyinip indi. Keskin bir pislik ve sidik kokusu genzini doldurdu. Adam tir tir titriyordu. Uzun saçları kirden keçeleşmiş, yüzü kir pastan tanınmaz haldeydi. Kalkmak için çırpınıyor, soğuktan kaskatı kesilmiş bedenine söz geçiremiyordu. Fark edince, elini güçlükle uzatıp yardım istedi. Sağ eliyle adamın kolunu kavradı, doğrulttu, eve getirdi. Doğruca banyoya soktu. Yıkadı, temizledi. Adam kirden ve buzdan çözüldükçe, Rodin’in oyduğu taştan çıkan heykel gibi belirmeye başladı. Yüzündeki donmuş ifade yeniden kımıldadı, bedeni hareketlendi. Annesinin, izne gittiğinde bez torbaya koyup verdiği tarhanadan çorba yaptı. Buğusu üzerinde içirdi. Kendi yatağına yatırırdı, yorganı başına çekti.
Kulluktan sonra, bitap düşmüş, seccadeye yığılmış, uyumuştu. Düşünde sağ eline bir ışık verdiler.
Uyandı. Baktı, sağ eli fanus gibi, ışıl ışıl.
Kimse görmüyordu ama sokakta, işte, evde, sağ eli sürekli ışık saçıyordu.
Yeni ev arkadaşı yedi gün konuk olduktan sonra gitti.
O gece akşamdan sonra, denize bakan pencerenin yanındaki sedirde otururken, sağ avucunu açtı ve kâinatı gördü. Artık ne zaman âlemleri seyretmek istese sağ avucuna bakardı. Bir gece gayret kubbesinde gizlenmiş olanları gördü, selam ettiler ona. Edep içinde divan durdular. Benliğinin kapılarının açılması için kulağına okudular. Üçler, yediler, sonra dörtler buz gibi su ikram ettiler. Kırklar sofrasında bulundu. Bunlardan üç kişi ile halen haftada bir gece buluşmakta. ‘Kırklardan mısın?’ diye sormayın. O üç ile dört yapar, hiç ile kırk olurdu. Kendisi, hiç ve üç bir âlem kurar, birleşir, gezerlerdi. Hem kırk, hem dört, hem de hiçti onlar. Hareketlendikleri yerde üç, durduklarında yedi, tekrar yürüdüklerinde hiçleşirlerdi.
Çünkü onlar kırklardı.
Elini tutmak istediklerinde şükrün mukabili değil de bahane ararlardı. Birinde bahane bulduklarında kendisi, üç ve hiç görünürdü. Kimin elini tutsalar, içlerine alır, kırk olur ve iki görünürlerdi.
Sonra, ister görünür ister görünmezlerdi.
Sonra gönülleri dilerse belirir, dilemezse yiterlerdi.
Onlar her yerdeydi, her yer onlardaydı. Elleri işte, gözleri oynaştaydı. Gündüz insanlık halleriyle, gece kendi melalleriyle meşguldüler.
Bazen görünür ama bulunmazlar, belirir ama tutulmazlar, aranır ama gelmezlerdi. Çünkü gaflet ve kuşku bulutlarıyla örtülüydüler.
Renkten renge girerlerdi, binbir renkte görünmek zorundaydılar.
Ödevleri ağırdı, insanların ve şehirlerin üzerine yağmur gibi yağan belaları havada yakalar, geri gönderirler, yıldırımlar düştüğünde tutar, gökten ateş yağdığında söndürür, yerden mağma fışkırdığında dindirir, hastalıkları iyileştirir, gönlü kırıkların kalbini hüzünle yıkar, âşıkların sırrını saklar, meczupları arı su ile temizler, yetimlerin karnını doyurur, melankoliye iyi gelirlerdi.
Onlar yeryüzünde bahane arayıcısı, yeraltında berzah ışığı, gökte yıldız, güneş ve aydılar.
Hikâyeden kırk kişi olmuşlardı.
Kimi zaman veli, kimi zaman deli, kimi zaman kâfir görünürlerdi. Halleri buydu, sessizliğin ve huzurun yitmemesi için böyle olmaları gerekiyordu.
Bu denli çok kuşku ve neden arasında hâlâ varlıklarına inananlar için şükrün tadını bilmek kaçınılmazdı.
Göründüklerine, ‘kendine güvenme’ der, kuşkuları kırmak için bahane dağıtırlardı.
Onların bahanesine habersiz yakalanılır, sonra saklanılırdı.
Günü gelince onun hesabı görülür, o zaman el verilir, el alınır, el tutulurdu.
Çünkü onların duası, kendilerine yaramaz, başkalarına yarardı.
Çünkü onlar sadece güvenen kuşkunun belini kırar ve benlikleri için değil, Onun için dua ederlerdi. Kıymet de buradaydı kıyamet de.
‘Onüç yıldır kırklardanım’ dediğinde henüz kırkdört yaşındaydı, kırkların yedincisi ve en genci idi.
ikisi burada, sonra Mısır’da, Şam ve Bağdat’ta, belki Mekke’de, Endülüs’te, Cava’da, Hindistan’da, Salamon adalarında, Güney Amerika’da, yedisi, onsekizi, otuzüçü başka bir yerdeydi, dördü söylenmezdi, onların yeri göğü belirsizdi.
Kırklar da görünür dünya dili ile öteyi beriye bağlayan köprü gibi.
Biri diğerini duyar, beriki öbürünü görür, yeri yersizliği örten perdedirler, perdeleri kaldırır, yeri ve zamanı yok ederler.
Derman, bir gece gördü ve bu sözleri söyledi.
Dostları şaşırdı, ‘Haklısınız’ dedi, ‘çok tuhaf söylüyoruz; cidden tuhaftır… Bu kelime gafletin ta kendisidir. Size tuhaftır, fakat asıl hakikat budur…’
Kimse bir şey anlamadı, dostlarının çoğu onu terk etti. Yanında kalan birkaçı ise ayıp olmasın, üzülmesin diye sözlerine inanır göründü.
Yine bir gece hücresinde anma anındayken, bir fısıltı duydu:
‘Bu da kırklardan olduğunu söylüyor, doğru mu? Yok canım.’ Birden istemsiz bir biçimde şu sözcükler döküldü dudaklarından:
‘Kırkları sen boynuzlu, kuyruklu veya başka türlü mü zannediyorsun? O da kul. Amma Kul… Şüphe yolundan çıkmayana bir şey vermezler… Şüphe, inanmanın zelzelesidir. Hepsini yıkar, yerle bir eder… Kırkları kaçırdın elinden. Allah’a ısmarladık… Hakikati herkes anlarsa dünyada kul kalmaz… Dünyada o kadar Veli’ye ihtiyaç yok… Sen yine bildiğine devam et… Bizim sözlerimiz başka mıntıkanın lakırdılarıdır.’