Roman (Yerli)

Sırma’nın Günlüğü

sirmanin gunlugu 5edbb47e194eeOn iki yaşındaki kimsesiz bir kızın, Devlet Baba’yı aramak için çıktığı yolculuğunun yürek burkan öyküsü’…

Annesi onu doğururken, babası ise o henüz iki yaşındayken ölmüştür Gurbet’in. Evinde kaldığı köy ağası ve ailesi için de sadece bir beslemedir.

Ve bir gün, bir kamyon kasasında kendini okutacak ve bu hayattan kurtaracak Devlet Baba’yı bulmak için yolculuğa başlar. Devlet Baba’yı bulamadığı Ankara’da küçük Gurbet ‘Sırma’ olur ve bir dilenci çetesinin eline düşer. Daha sonra İstanbul’daki bir fuhuş çetesine satılan Sırma’nın; hayatla, kendiyle, erkeklerle, geride bıraktığı utanç ve korkuyla mücadelesi başlar…

Sırma hayatında ilk defa kutladığı doğum gününde bir armağan alır. Bu bir günlüktür. Sırma hayatının en üzücü, en buhranlı ve en utanç vereci anlarını bu günlüğe yazmaya başlar…

Ve geçmişten intikam almadan yeni bir hayat kurulamayacağına karar verir…

‘Köye dönemeyeceğime göre, ben nasıl ölebilirdim, ölmenin kesin yolunu bulmalıydım. Sonra aniden karar verdim. ‘Hayır! Ölmeyecektim. Ali Dayı’nın anlattığı ‘Devlet Baba’yı bulacak, okuyup adam olacak, bu itten de öcümü alacaktım. ‘Annemin, babamın ölüsü üzerine yemin ediyorum ki bu itten  öcümü alacağım,’ diyerek, kendi kendime üç kere tekrarladım. Tam o sırada bir motor sesi duydum. Acele buradan uzaklaşmalıydım.

***

BİRİNCİ BÖLÜM

Benzin istasyonunun pis kokulu, ilkel tuvaletinin içinde, kucağındaki eski püskü kıyafetleri yerlere sürtmeden giymeye çalışan, on, on iki yaşlarındaki kız çocuğu tir tir titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu.  Tuvalette çok az bir ışık vardı. Birinin delerek yaptığı görünümündeki küçük penceresinden, köye inen dar yol üzerindeki elektrik direğinden akseden cılız bir ışık. Akşamın karanlığında, bu ışık da sızmasa, burası zifiri karanlık olacaktı. Elindeki giysilerin bir kısmı kendisinin değildi. Hızla kaçarken toplayıp aldığı giysilerin içinde bir pantolon, bir de tek ayakkabı vardı. Acele ile sağ göğsünü kapının koluna çarptı. Henüz yeni uyanmaya başlayan ceviz büyüklüğündeki göğsü çok acımıştı. Ama içinin acısı yanında bu ne ifade ederdi ki?  Nihayet kendince bir şeyler giyindi. Uzaktan bir motor sesi geliyordu.  Tuvaletten çıktı. Tuvaletin yola bakan tarafında bulunan, yaprakları dökülmeye başlamış,  aşısız dut ağaçlarından birinin arkasına gizlendi. Aslında ne yapacağını, nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu. Bildiği tek şey, burada kalamayacağı ve o eve bir daha asla dönemeyeceğiydi. Henüz eylül ayının ilk haftasıydı. Ne yazık ki doğunun bu ilinde yaz geceleri bile soğuk olurdu. Şiddetli bir kara iklimi hâkimdi. Büyükçe bir taşın üzerine oturmuş, sırtını dut ağacına dayamıştı. Devamlı ağlıyordu ve çok korkuyordu. Hem geçmişine dönmekten hem de geleceğe giden, bilinmeyen, karanlık yola girmekten. Ne kadar böylece oturdu farkında değildi. Birden bozuk köy yolundan gelen bir araba sesi duydu. Gelen bir kamyondu galiba. Evet, yanılmamıştı. Kamyon benzinciye girdi. Motoru durdurdu. Benzinci içeriden çıkmıştı.

“Hayırlı akşamlar kaptan! Ne kadar koyayım?”

“Doldur depoyu. Yolumuz uzun, Ankara’ya gidiyoruz.”

“İyi, bir çay için. Hava soğuk.”

Kaptan kamyona doğru döndü:

“Mustafa gel, birer çay içelim.”

Çevreyi mazot kokusu sarmıştı. Mazot alma işi bitince, üçü birden benzincinin yazıhanesine girdiler.

Gurbet yavaşça yerinden kalktı. Hızla kamyona doğru koştu. Arka kapağı kalkık olduğundan, tırmanmakta zorlanıyordu. Çıkmaya çabalarken bu sefer de öteki göğsünü bir tarafa çarptı. İçinden, ‘Öff be! Durmadan bu iğrenç memelerimi bir yerlere mi vuracağım? Bunun acıması ne zaman geçecek?’ diye düşündü. Nihayet kendini kamyonun içine atmıştı. Kamyon doluydu. Daha çok tahta sandıklar vardı. Öne doğru bir yerde, galiba çuvala benzer bir şeyler duruyordu. Gerçi üzerinde branda bezinden bir örtü vardı ama delik deşik olduğundan, benzincinin zayıf ışığı kamyonun içini az da olsa aydınlatıyordu.

Evet, yanılmamıştı. Üç dört çuval vardı. Galiba içinde ya buğday ya arpa vardı. Gurbet içinden, ‘İyi, belki biraz yatarım,’ diye düşündü. Bu kadar olumsuzluğun içinde bunu bile bir şans olarak kabullenebiliyordu. İki çuvalın arasına yatar vaziyette oturdu.

On, on beş dakika sonra şoför ve muavini kamyona bindiler. Motor büyük bir gürültü ile çalıştı. Kamyonun hareketi ile rüzgârın hızı da artmıştı. Demin brandanın altında az da olsa ısınan Gurbet, yeniden üşümeye başladı. Ayaklarını bir çuvalın altına soktu. Kendi de iki çuvalın arasına iyice yerleşti. Yollar çok bozuktu. Durmadan çukurlara düşüyorlardı. Bir müddet sonra, şoför muavini bir türkü tutturdu. Sesi çok yanıktı ve bayağı da güzel söylüyordu:

Sen tabibsin saramazsın yaramı.
Ben vurgunum yaralıyam elleme.
Feleğinen bulamazsın aramı,
Ben vurgunum, yaralıyam elleme.

Aman tabib, canım tabib, oy tabib
Saramazsın bu yarayı cay tabib.

Kurudu bağrımda fidanım gülüm,
Yılanlı dağımdır, Sivas’tır elim.

Gurbet, türkünün sözlerini pek anlayamıyordu. Yine de çok etkilenmişti. Çok dertli bir makamı vardı. Sesi de çok içliydi. Bu türkü ona ninni gibi gelmişti. Hiçbir zaman kendisi için ninni söyleyen birisi olmamıştı. Anne dediği biri de olmamıştı. O, ninnileri, uzaktan uzağa ağaların çocuklarına söylenirken duymuş, bazen kendini onların yerinde hayal ederek, eski püskü yorganına sarılıp, kemiklerini acıtan sert yatakta, hayallerinin yarattığı mutlu ifade ile uyuyakalmıştı. Anası olmayan çocuğun ne ninnisi ne de sığınacağı bir kucak oluyordu. Gurbet çok yorgundu. Manen ve madden. Henüz ne gözlerinde ne de yanaklarında yaşlar kurumamıştı ama buğday çuvallarının üzerinde derin bir uykuya dalmıştı.

Gurbet büyük bir gürültü ile gözlerini açtı. Kaptan denilen adam küfredip duruyordu.

“Ulan! Sana uyuma demedim mi? Şimdi ne olacak? Rot kırıldı herhalde. Neredeyiz? Onu da bilmiyorum.”

Yanık sesli muavin, ürkek bir ses tonu ile cevap verdi:

“Kaptan ben uyumuyordum. Ama direksiyon bende değildi ki. Olsa da yapacak ne vardı? Beş, altı dakika evvel, ‘Kayseri 10’ yazan bir tabela görmüştüm. Kayseri’deyiz.”

Kaptan daha sakin bir sesle:

“Peki, peki anladık. Sen burada bekle! Ben Kayseri’nin sanayi çarşısına gideyim. Belki birini bulur, getiririm.”

“Usta saat henüz yedi. Kimi bulacaksın?”

“Burada böylece oturmanın kime faydası var?” diyerek yolun sağ tarafına yürümüştü. Şoför yanlarından geçen birkaç arabaya el etti, ama kimsenin ilgilendiği yoktu. Sonra eski ve büyük bir binek arabası frene basarak, gıcırtılar arasında durdu. Kamyon şoförü, arabanın direksiyonundaki adama derdini anlatmaya çalışıyordu. Arabadaki genç adam:

“Tamam babalık, ben de sanayi çarşısına gidiyorum, atla!” Birkaç saniye sonra eski araba büyük bir gürültü ile hareket etti.

Gurbet, brandanın bir deliğini bulup, dışarıyı görmeye çalışıyordu. Acaba etraf aydınlanmış mıydı? Çok da sıkışmıştı. Bu durum ne açlığa ne susuzluğa benzemiyordu. Çok kötü durumdaydı. Muavin yine bir türküye başlamıştı.

Erzurum çarşı pazar,
İçinde bir kız gezer.
Sarı gelin oy…

Gurbet artık sabredemeyecekti. Yavaş, yavaş kamyonun arka tarafına doğru kaymaya çalışıyordu. Her tarafı tutulmuştu. Yine de kendini zorlamaya çalışıyordu. Eğer bir şey yaparsa, hem buğdayları mahvedecek hem de ıslak ve pis yerde yatamayacaktı.

Nihayet kamyonun arkasına geldi. Yine arka kapağın üstüne çıktı. Kapağı elleri ile tutarak, yere atladı. Ayağı fena halde acımıştı. Az da olsa bir gürültü çıkarmıştı. Neyse ki muavin türküye öylesine kaptırmıştı ki kendini, çevresi ile ilgisi yoktu. Aklı ve gönlü emmisinin kızı Fadime’deydi.

Etraf aydınlanmıştı. Hava soğuktu. Yerlerde kırağı oluşmuştu. Sağ tarafta cılız da olsa bir yeşillik vardı. Oraya doğru hızla koştu. Bir müddet sonra rahatlamış olarak yeşilliklerin arkasından çıktı. Muavin türküyü durdurmuş, kamyondan inmişti. Şimdi de yürüyerek sigara içiyordu. Gurbet hemen yeşilliklerin arkasına geçti. Elleri ile burnunu tuttu. ‘Öff be! Nasılda kokutmuşum,’ diye söylendi. Arada bir başını uzatıp, muavini gözetliyordu. Ne yazık ki muavin aynı pozisyonda sigara tüttürmeye devam ediyordu. Gurbet’in içini daha büyük bir korku sarmaya başlamıştı. ‘Ya kaptan gelinceye kadar, muavin kamyona girmezse?’

Yine korkarak başını uzattı. Çevre iyice aydınlanmış, yoldan geçen arabaların sayısı da artmıştı. Muavin ortalarda gözükmüyordu. Gurbet bütün hızı ile koştu. Kamyonun arka kapağının üzerine tırmanmaya çalışıyordu. Eli kaydı.Yere düşmemek için direnmeye çalışıyor, tek eli ile tutunmaya uğraşıyordu ki; iki güçlü el belinden kavramıştı. Görünmeyen eller Gurbet’i yavaşça yere indirdi. Yüzünü kendisine doğru çevirdi. Uzun süre baktı. Bu da nereden çıkmıştı? Bulunduğu yer, zaman ve de kıyafeti çok tuhaf olan bu kız burada ne arıyordu? Olsa olsa hırsızlık yapmaya çalışıyordu. Zorla kızmaya çalışan birinin edası ile:

“Utanmıyor musun hırsızlık yapmaya?” diye bağırdı. “Senin anan baban yok mu? Bu saatte buralara nasıl salıyorlar seni?”

Gurbet ağlamaya başlamıştı. Hıçkırıyordu. İyice içlenmişti. Şimdiye kadar ona her şey denmişti ama ‘hırsız’ denmemişti. İçini çeke çeke muavine cevap vermeye çalışıyordu:

“Ben hırsız değilim. Anam babam yok. Anamı hiç görmedim. Babamı da iki yaşında kaybettim.”

Muavin:

“Peki bu saatte burada ne arıyorsun?”

“Ben burayı bilmem. Kendim gelmedim.”

Muavin sinirlenmişti.

“Ne demek kendim gelmedim? Kim getirdi?”

“Siz, sizin kamyonun arkasına atladım. Ankara’ya Devlet Baba’yı bulmaya gidiyorum. Bana baksınlar! Beni okutsunlar! Ben kimsesizim.”

Muavin yufka yürekli bir gençti. Kızın samimiyetine inanmıştı. İçi sızladı:

“Yani sen Erzurum’dan beri arkada mıydın?”

Kız cevap vermeden muavin devam etti:

“Hadi atla ve yine aynı şekilde gizlen. Kaptan seni görürse, benimle konuştuğunu, seni gördüğümü sakın söyleme. Birbirimizi hiç görmedik. Tamam mı?”

Gurbet ‘Tamam,’ derken, kamyona da tırmanmaya başlamıştı. Muavin çıkmasına yardım ettikten sonra, içinden, ‘Zavallı kız,’ diyerek kamyonun şoför mahalline doğru yürüdü.

Tahminen iki saat kadar böylece beklediler. Muavinin arada bir söylediği yanık türküler bu acayip ve ürkütücü yolculuğa biraz renk katıyordu. Şimdi de Gurbet’in karnı guruldamaya başlamıştı. Dün öğlen üzeri, kuru ekmekleri doğrayarak yediği üç günden kalma mercimek çorbasından sonra ağzına hiçbir şey koymamıştı. Karnını ovuşturdu. ‘Neyse bu helaya gitmek ihtiyacından daha iyi. Karnım daha fazla guruldamasa da şoför emmi sesini duymasa.’ diye düşündü.

Bir araba yanaşmıştı. Kaptanın sesi geliyordu:

“Mustafa neredesin?” diye bağırdı.

Muavin ‘Kışlalar doldu bugün’ uzun havasını keserek şoför mahallinden atladı:

“Buyur kaptan.”

“Şu gazeteye sarılı ekmekleri içeriye koy! Sonra da ustaya yardım edelim.”

Açık havada taze ekmeklerin kokusu Gurbet’in burnuna kadar nasıl gelmişti? Nasıl gelmişse, gelmişti işte. Kızın canı fena halde ekmek istedi. Hem de ‘taze, kuru ekmek yemekten dişlerim yerlerinden oynadı’ diye söylendi. Ne yazık ki bu taze ekmeği de yiyemeyecekti.

Kamyon şoförü, muavin ve gelen usta, dışarıda uzun süre uğraştılar. Nihayet kaptanın sesi duyuldu.

“Sağ ol usta, borcum ne?”

Gurbet’in aklı taze ekmekteydi. Yine kaptanın sıtma görmemiş sesi geliyordu:

“Mustafa, usta aramaktan bir hela arayamadım. Şurada ihtiyacımı giderip de geleyim. Sen peynir ekmeğini ye!”

Gurbet adamın uzaklaşan ayak seslerini duydu. Bir dakika kadar sonra kamyonun sol köşesindeki branda bezi hafiften açıldı. Muavin kolunu Gurbet’e doğru uzatarak:

“Heyy, kız sen acıkmışındır. Ahan, şununla idare et!” Gurbet çok sevinmişti. Uzanabildiğince uzanıp ekmeği aldı. Yerine oturmuştu ki, kaptanın sesi yine duyuldu:

“Mustafa sen orada ne yapisin?”

“Kaptan branda açılmıştı. Onu kapattım. Önde çuvallar var, ıslanmasın.”

“Aferin ulan, adam olmaya başladın galiba.” Sonra motorun homurdanarak çalıştığı duyuldu.

Gurbet büyük bir iştah ile arasında peynir olan ekmeği yiyordu. Çabucak bitirdi. ‘Ne kadar da lezzetliydi. Baklava gibi,’ dedi. Sonra hiç baklava yemediğini düşündü. Karşıdan görmüştü. ‘Acaba bu peynir-ekmek kadar lezzetli miydi?’ Bir müddet de baklavanın nasıl olabileceğini hayal eden Gurbet yine dalmıştı. Bu şartlarda da olsa, çocuk, çocuktu.

Kamyonun sol tarafından yine muavinin sesi geliyordu.

“Hey küçük kız, kalk artık uyan! Patron yazıhaneye, geldiğimizi haber vermeye gitti. Şimdi adamlar kamyonu boşaltmaya gelir. Seni görmesinler.”

Gurbet hızla sürünüp, kamyonun arkasına doğru geldi. Muavin de oraya gelmişti. Kamyonun arka kapağını açarak, kızın inmesine yardım etti. Kıza şaşkınlıkla bakıyordu:

“Senin hiçbir şeyin yok mu?”

Gurbet önüne bakarak:

“Hayır,” dedi.

“Peki, kim seni alacak? Kime gidiyorum demiştin?”

“Devlet Baba.” Muavin şaşırmıştı. Gece Devlet Baba’yı, Davut Baba gibi bir şey anlamıştı.

“Bacım, Devlet Baba diye bir şey yok. Sen onu bulamazsın.”

“Niye, herkes buli ya.”

“Arayan çok olur ama ben bulanına rastlamadım. Allah bilir, senin paran da yoktur.”

“He, yok.” Muavin ceplerini karıştırdı. Bir sürü bozuk çıkardı.

“Al bunları. Çok darda kalırsan bir işine yarar. Bence sen bir polise git. Burası büyük şehir. Başına çok kötü işler gelebilir.”

“Polisi nerede bulurum?”

“Bak! Şu ortada gördüğün büyük heykelin biraz ilerisinde iki polis var. Git nasıl bir devlet baba aradığını onlara anlat. Başka kimseyle konuşma! Burası Ankara’nın Ulus Meydanı. O heykelde bizi kurtaran büyük adamın, yani Atatürk’ün heykeli. Patron geliyor. Hadi çabuk uzaklaş!”

Kız ürkek bir tavşan gibi, arabaların arasından koşarak karşıya geçti. Heykelin yanına kadar geldi. Dikkatle heykele bakmaya başladı. Bir an ‘Acaba hangisi Atatürk?’ diye düşündü. Atatürk’ü biliyordu. Babası Kurtuluş Savaşı’nda askerlik yapmıştı. Onu anlatırken:

‘Gözlerinden etrafa mavi bir ışık yayılır. Bu ışığı gören herkes birer kahraman olur. O en büyük kahraman, en büyük vatanseverdi,’ diye anlatırdı.

Mavi gözleri olan ve ışık saçan birini aradı. Mavi göz yoktu ama taştan heykel olmasına rağmen, duruşu ile bakışı ile ‘Atatürk benim!’ diyen biri vardı. Gurbet, Atatürk’e gözlerini dikerek, ‘Bu olmalı! Başkası olamaz!’ diye düşündü. Bir süre hayranlıkla baktı. Sonra başını, yanlarına gitmek istediği polislere doğru çevirdi. Polisler yoktu. Gitmişlerdi.  ‘Eyvah! Şimdi ne yapacağım?’ diye düşündü. Sonra heykelin kaidesinin mermerlerine oturdu. Gözünü, polislerin bir müddet evvel durdukları yere dikerek beklemeye başladı. Sabahın erken saatleri olduğu için heykelin kaidesi çok soğuktu. Adeta karın üzerine oturmuş gibi hissetti.  Kalçaları buz gibi olmuştu. Ama başka da oturacak yer yoktu. Devlet Baba’ya gitmesi için polisleri beklemesi gerekiyordu.

Şık giyimli ve süslü iki genç kadın, cüzdanlarından para çıkarıp Gurbet’in kucağına attılar. Gurbet şaşkın şaşkın bakarken; koyu esmer, göbekli ve saçları aylardır yıkanmamış gibi duran orta yaşlı bir kadın, hızla yanına yaklaştı. Gurbet’in kucağındaki paraları acele ile kaptı:

“Hey, kız mısın, erkek misin? Sen kimin adamısın? Burada oturamazsın. Burası bizim bölgemiz.”

Gurbet şaşırmıştı:

“Diyeze, ben polis emmileri beklim. Taşı yemedim ya, biraz otursam ne olur?”

Kadın, polis lafını duyunca biraz ürkmüştü ama yine de öğrenme isteği daha baskın çıktı:

“Ne idecen polisi?”

“Devlet Baba’ya gidecektim. Şoför muavini abi, ‘Devlet Baba’yı bulamazsın, şu polislere git!’ dediydi ama onlar da kayboldular. Bulmak zorundayım.”

Kadın bunun saf biri olduğunu, Ankara’ya yeni geldiğini anlamıştı:

“Ne idecen Devlet Baba’yı?”

“Benim kimsem yok. Bana baksınlar, okutsunlar, diyecektim.”

Kadın bıyık altından güldü.

“Hiç kimsen yok mu?”

“Yok.”

“Ben sana bakarım. Biraz para kazandıktan sonra okuturum da. Gel seni bize götüreyim.”

“Yok, önce polis amcalarla konuşacağım.”

“Konuşsan da onlar sana yardım edemezler.”

Gurbet biraz düşündü. Acaba muavin Mustafa’nın dedikleri doğru muydu? Devlet Baba sahiden yok muydu? Ama babası ona ‘Devlet Baba var. Ata’mız kurdu,’ demişti. Başını kaldırıp, ‘hayır’ anlamında sağa sola salladı.

“Yok, ben Devlet Baba’ya gideceğim. Devlet Baba beni istemez ise, size gelirim.”

Kadın Ulus Meydanı’nda zor kullanarak çocuğu götürmenin imkânsız olduğunu düşündü. Biraz daha yumuşak bir sesle,

“Al, bu paraları geri vereyim. Belki uzun süre oturursun. Nasılsa Devlet Baba’yı bulamayacaksın. ‘Ben polisim, seni devlet babaya götürürüm,’ diyen herkese inanma sakın! Bu paralarla acıkınca bir simit alır yersin. Ben akşamüzeri yine buraya uğrayacağım. Eğer buradaysan seni alırım. Bence boşuna beklemezsen iyi olur. Ha, benim adım Sümbül Bacı.”

Eli ile çevreyi göstererek:

“Aha, buralarda olurum,” dedi.

Sümbül Bacı birdenbire acele ile uzaklaştı. Şoför muavininin polis diye işaret ettiği gibi giyinmiş iki adam heykele doğru geliyorlardı. Gurbet bunları demin ‘polis’ diye gösterilen adamlara benzetmişti ama acaba Sümbül Bacı’nın dediği gibi yalancı polisler miydi?

Adamlardan uzun boylu olanı:

“Sen de yeni mi çıktın? Burada dilenmek yasaktır. Hâlâ anlayamadınız mı?” Öteki acele ile lafa karıştı:

“Sadece burada değil, dilenmek yasaktır. Hele Atatürk’ün heykeli altında dilenmek hiç olmaz.”

“Ben dilenmim amca.”

“Peki, ne yapıyorsun? Bak avucunda paralar da var.”

“Onları şimdi Sümbül Bacı verdi. Acıkırsan simit al, diye.”

“Haa, onun adamısın demek.”

“Adamı ne demek?”

“O kadın seni dilendirip, paralarını alıyor, demek.”

“Hayır, hayır ben devlet babaya gitmek için polis amcaları beklim. O da bana acıdı. ‘Devlet Baba’yı bulamazsın. Seni bizim eve götüreyim, diğer çocuklarımdan ayırmam. Sana da bakarım,’ dedi.”

İki polis birbirine baktılar. Uzun boylu kendi kendine mırıldandı: ‘Demek ki devlet babanın olmadığı yerde, Sümbül Bacılar ve diğerleri türüyor. Ne kadar da çoğaldılar. Sahiden Devlet Baba yok mu oluyor?’

Kısa boylusu sordu:

“Sen nerede oturuyorsun?”

“Hiçbir yerde.”

“Anan, baban, bir yakının yok mu? Hiçbir yerde oturuyorum ne demek?”

“Hiç kimsem yok. Buraya bu sabah geldim.”

“Kim getirdi? Nereden geldin?”

“Bilmim. Bir kamyonun arkasına saklanıp geldim.”

“Kızım ağzından iğneyle laf alınıyor. Doğru dürüst anlatsana.”

“Siz beni polise götürün. Başka bi şey bilmim.”

“Biz polisiz.”

Kız şaşkın şaşkın etrafına baktı:

“Ahan, şurada duracaktınız. Ben ne bileyim?”

Yine uzun boylusu konuştu:

“Rıza, biz bunu karakola götürelim. Kapsamlı bir araştırma yapalım. Devletin olmadığı yerde, Sümbül Bacılar devreye girdiğine göre, bu çocuğu kucaklarına atmayalım.”

Öteki atıldı:

“Benim daha iyi bir fikrim var. Bu kızı yem gibi kullanıp, o kadının çetesini çökertelim. Kim bilir kaç çocuğu perişan ediyordur?”

“Buna biz karar veremeyiz ki?”

“O zaman gidip, Komiser Eşref ile konuşalım.”

“Ben teşkilâta, Komiser Eşref Baba ile görüşmeye gideyim. Sen de bir yerlerde gizlice bu kızı gözetle. Sümbül Bacı bir yerden bizi görüyor olabilir.” Sonra Gurbet’e döndü:

“Kızım, şimdi sana kızar gibi yapıp, buradan kaldıracağız, hatta itekler gibi yapacağız. Şu çevrede bir yerde otur, Sümbül Bacı’yı bekle. Ve seni götürmek isterse, onunla git.”

“Hayır, ben Devlet Baba’ya gidecem.”

“Tamam, ondan sonra seni Devlet Baba’ya götüreceğiz.”

Gurbet neye inanması gerektiğini bilmeyen şaşkın gözlerle polislere baktı:

“Polis emmiler beni kandırmisiz, değil mi?” diye sordu.

Kızın zavallı, çaresiz haline polislerin içi sızlamıştı. Yine uzun boylusu:

“Hayır yavrum. İnan ki kandırmıyoruz. Aslında biz de Devlet Baba’nın en azından eli ayağı sayılırız.”

Gurbet ne demek istediklerini pek anlayamamıştı ama bunlar Sümbül Bacı’ya göre daha inandırıcı geliyordu. Eğer Sümbül Bacı dilenecek kadar yoksul idiyse, o kadar çocuğu niye doğurmuştu? Üstelik kendisine nasıl bakacaktı?

“Peki, olur,”dedi.

Uzun boylu polis, Gurbet’i kolundan tutup, ayağa kaldırdı. Yüksek sesle bağırdı:

“Siz ne arsız mahlûklarsınız! Burada, hatta hiçbir yerde dilenemezsiniz! Hele, hele Ata’nın huzurunda, bizi rezil mi edeceksiniz?”

Sonra yavaş sesle:

“Hadi kızım, biraz kuytu bir köşeye git, otur. Bugünlük dilenmeye başla! Rıza sen de Sümbül Bacı’yı araştır. Eğer buralarda bizi görmüşse, şüphelenebilir.”

Gurbet hâlâ öylece duruyordu. Kadir polis:

“Hadi kızım, hadi git!”

“E, nereye gidem? Bilmim.”

“Bak şu simitçinin arkasında duvarın önünde otur. Akşamüstüne doğru yine bu taraflara doğru gel! Sakın hiç kimseye bu konuştuklarımızdan bahsetme! Sonra Devlet Baba’yı ölünceye kadar bulamazsın! Anladın mı?”

Gurbet anladım manasında başını salladı. Polis bu sefer de arkadaşına döndü:

“Rıza ben gidiyorum. Kızı belli etmeden gözetle!”

Gurbet, Anafartalar Caddesi’ne çıkan yolda yüz, yüz elli metre kadar gitti. Gösterilen simitçinin arkasındaki duvarın önüne oturdu. Yerler hâlâ buz gibiydi. Yine burnuna güzel kokular gelmişti. ‘Bu simitlerden geliyor olmalı!’ diye düşündü. Avucundaki para simit almaya yeter miydi? Daha akşama kadar çok zaman olmalıydı. Sonra yine acıkabilirdi. ‘Acaba daha sonra mı alsam?’ diye düşündü. Dayanamadı, simitçiye yaklaştı. Avucunu açarak, paraları gösterdi:

“Aha, bunlarla bir simit alınır mı?”

On iki yaşlarında bir erkek çocuğuydu. İçinden, ‘Kocaman kız para saymasını bilmiyor,’ diye düşündü. Sonra birden, ‘Belki de hiç parası olmadı zavallının. Sanki benim daha önce olmuş muydu?’ diye düşündü. Paraları saydı.

“Bak, bu on kuruş. Buna bir simit alabilirsin. Bir on kuruşluk daha buldu. Buna da bir simit alabilirsin. Bu iki tanesine, yani delik paralara alamazsın, iki tane daha lazım.”

“Peki, bana bir simit ver.”

Simitçi on kuruşu aldı. Gurbet’e bir simit uzattı. Gurbet öteki paraları şoför muavininin verdiği paraların yanına, rengi belli olmayan entarisinin cebine koydu. Simitten bir lokma ısırdı. ‘Baklava buna benzemeli! Peynir ekmeğe değil.’ diye düşündü. Çünkü simidi daha lezzetli bulmuştu.

Yine duvarın önüne oturdu. Birkaç kişi daha Gurbet’in kucağına bozuk paralar atarak geçtiler. Gurbet bozuk paraların içinde, üç tane daha on kuruş bulmuştu. ‘Hiç kimse gelmezse bile üç simit daha alabilirim,’ diye düşündü. Sonra birden telâşa kapıldı. Gece nerede yatacaktı? Helaya nasıl gidecekti? Susamaya başlamıştı. Nereden su bulup, içecekti? Gurbet bundan sonraki birkaç saati bunları düşünerek, endişe içinde geçirdi. Simitçi, simitlerini bitirip gitmişti. Bari o gitmeseydi. Birden polis amcanın akşamüstüne doğru heykelin oraya gitmesini tembih ettiğini hatırladı. Acaba akşamüstü ne zamandı? Oldu mu? ‘Neyse ben gideyim. Polis amcalar kovmaya gelirlerse, gelsinler,’ diye düşündü. Heykelin kaidesine tam oturmuştu ki Sümbül Bacı başına dikildi:

“Gız nereye gitmiştin?”

Gurbet afallamıştı.:

“Şey, şey… hani senin verdiğin para vardı ya, onunla şurada duran bi oğlandan simit aldım, duvarın dibinde oturup, yedim. Şimdi de, sen gelince beni bul diye, buraya geldim.”

“Devlet Baba’yı bulamadın mı?”

“Yok, şoför muavini haklıydı galiba.”

Sümbül Bacı güldü:

“Var, var da yeterince eli kolu uzun değil. Arada bir o bizi buluyor. Sonra sıkı tutamıyor, hemen kaçırıyor.”

Gurbet bu cevaptan pek bir şey anlayamamıştı. Bu yüzden herhangi bir şey sormadı. Sümbül Bacı:

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Son Sefarad (İmparatorluk II – Sultan Bayezid’in Savaşı)

Editor

Cennet

Editor

Yalnızlığa Kadar Yolun Var

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası