Roman (Yerli)

Kurutulmuş Çiçek Koleksiyoncusu

kurutulmus cicek koleksiyoncusu 5edbb5cf0ab6417 Ağustos Marmara Depreminde
hayatını kaybedenlerin anısına…

Anılar defterinin kapağını açtı, sayfalarını karıştırdı birer birer. Parmaklarını gezdirdi yazdıklarında.
Hatıraların hepsi arzı endam etti, sıralandı önünde yaşadığı geçmişi. Silik yaşanmışlıklar resme dönüştü, resimler filme.
Oturdu koltuğuna, yaslandı geriye. Müziksiz anılar yürüyüşü içine çekti onu. Filmin içinde o vardı, onun içinde film.
Maceralarla dolu hayatını sesledi, gördü, anladı. Anlamakla kalmadı düşündü üstelik. Kafasında değerlendirdi. O gün değersiz görünen bir anda değer kazandı.
Ama sahipliğine sahip olmadığını fark etti üzülerek.
Ne vardı sanki silip her şeyi yeniden yazabilseydi. Yeniden girebilseydi içine tüm olayların. İçindeki filme elini uzattı, saydam bir cam kuşattı etrafını. Geçmişinin dokunulmazlığını anladı.
Bir hayat bahşedilmişti ona da, bir hayat yaşamak hakkı verilmişti. O da kaçıp gitmişti işte elinden. Ellerinde şimdi ne vardı? Ellerinde şimdi yok vardı. Her şey uçup gitmişti, yokluk elinde kaldı.
Dokunamadığı, değiştiremediği hayatını izlemeye bıraktı kendini. Kendi kendine duyarsız kaldı. Kendine kendi uzak kaldı.
Hayat bir rüyaydı, yokluk bitti, elinde o rüyadan bir roman kaldı…

***

15 Mart, 1978

“Kar yağacak” demişti o gün haber bültenleri, ama yağmadı. Tüm meteorolojik kaynakları yalanlarcasına, bulutlar kaçıştı İstanbul semalarından. Gökyüzü atmosferin mavisine ve güneşin sarımsılığına emanetti. Kışın son demlerinde ılık bir rüzgar esiyordu denizden. Boğazın açıklarından yansıyordu ışık; kalabalık çocukların küçük bir kızın camına ayna tutmaları gibi pırıl pırıl. Bir Cuma günüydü, güneş gök kubbenin tavanından aşağıya doğru salınıyordu edalı edalı…
Boğaza bakan bir caddenin kaldırımında iki kadın kol kola girmiş telaşlı telaşlı yürüyordu, gözlerine batan ışık iğnelerine aldırmadan. İkisi de konuştuğu meseleye öyle dalmıştı ki, martıların bağrışlarını duymadılar bile, gemilerin denizi bir bıçak gibi yarıp süzülmesini görmediler.
Meral Hanım başını kaldırıp sağa-sola bakındı gözünün hizasından geçen bir güvercinden sakındıktan sonra, geriye dönüp yolun başını görmeye çalıştı; durdu yerinde arkadaşının ilerlemesine aldırmadan. “Dur” dedi, “ nereye gidiyoruz böyle?”
Hasibe Hanım da durdu; “hay Allah” dedi, “nasıl dalmışız konuşamaya. Şuradaki taksilerden birine binelim.”
Hasibe Hanım önlerinden geçen bir taksiye el kaldırdı. Taksi yolu siyaha boyayarak durdu bir kaç metre ötede. İkisi de birer kapıdan girip oturdu taksinin arka koltuklarına. Yolu tarif edip yeniden başladılar konuşmaya.
“Anlattığın her şeyi kabul ediyorum;” dedi Meral Hanım, “heyecanını, isteğini, bıkkınlığını, hatta böylesine mistik bir saçmalığın peşinden koşup, kendini izole etmeye çalışmanı bile anlıyorum… ama bir de şöyle düşün, kadının her isteğini dinleyip yerine getirdik, peki sence bu seni anne yapacak mı? ”
“Şekerim hiçbir endişen olmasın” dedi Hasibe Hanım gözlerini büyüterek, “bu kadın çok başkaymış diyorlar! Resmen geleceği görüyormuş. Bana biri anlatmıştı, bir adama, ‘yakın zamanda başına iyi bir şeyler gelecek’ demiş, o sene adama piyangodan büyük ikramiye çıkmış adama… Biliyorsun benim çok fazla şansım kalmadı artık. Bu iş olacaksa olsun, beklemekten sıkıldım…”
“İyi ama” dedi Meral Hanım arkadaşını sakınmaya çalışarak, “daha çok gençsiniz, hemen vazgeçmeyin derim.”
Hasibe Hanım ellerini birbirine vurdu, sinirlenmişti; “otuz yaşındayım Meral” dedi, “tam otuz yaşındayım. Evleneli on sene oldu ve ben meyvesiz bir ağaç gibi kalmaktan sıkıldım, artık bir bebek doğurmak istiyorum. Yoksa kocam benden ayrılmak isteyecek. Ona bir bebek veremezsem yanımda olmasını nasıl isterim? Bu iş bu gün olacak ve ben bir çocuk doğurup doğuramayacağımı öğreneceğim.”
Hasibe Hanım yüzünü taksinin camından dışarıya çevirdi. Suratı asılmıştı. Yanında oturan en eski arkadaşı, dostu, sırdaşı Meral Hanım olmasına rağmen kendini bu yolculukta yalnız hissetti.
Kimse bilemezdi bu derdi, böyle bir şeyi düşmanına bile vermesindi Allah. Hayat akıp gidiyordu durmadan, kırışmaya başlayan yüzüne bakmıştı sabah evden çıkmadan önce. Kabul etmesi ne kadar zor olsa da yaşlanıyordu. Yakında saçlarına da ak düşmeye başlayacaktı ve o bu dünyaya geldiği gibi yalnız yaşlanacaktı bir bebek doğuramazsa. Yalnızca bir bebek, onun nadasta kalmış vücudunu bereketli topraklara dönüştürüp tazeleyebilirdi.
Meral Hanım arkadaşına baktı, onun üzgün halini, çaresizliğini anlamaya çalıştı. Yavaşça sokuldu arkadaşına, saçlarını okşadı, “Hasibe’ciğim tamam ne olur bana küsme,” dedi, “ben de senin iyiliğini istiyorum ama bu böyle olmaz. Bak tıp ne kadar ilerledi. Mutlaka bu sorunun bir çaresi vardır.”
Hasibe Hanım hiddetle döndü arkadaşına, “ya şekerim, mesele bu değil” dedi, “benim gitmediğim doktor kalmadı koca İstanbul’da, hepsi aynı şeyi söylüyor ‘hiçbir rahatsızlığınız yok, sabredin ve denemeye devam edin’. İyi ama on senedir evliyiz ve on senedir denemeye devam ediyoruz… Ha bu gün, ha yarın derken seneler akıp gidiyor. Bir çare bulmalıyım bu meseleye. Yoksa korkarım çocuk doğurma yaşını geçeceğim”
“Peki, sen nasıl istersen öyle olsun” dedi Meral Hanım. Arkadaşının iyiliğinden başka bir şey istemiyordu, “ne olursa olsun ben senin yanındayım. Hayatlarımızın çoğunu beraber geçirdik. Yaptığının doğru olmadığını bilsem bile yanında olmaya devam edeceğim.”
O sırada şoför taksiyi tarif edilen adrese park ediyordu.
“Hanımefendi tarif ettiğiniz yer burası.”
Hasibe Hanım, arkadaşını taksiden aşağı sürüklerken taksici tekrar seslendi; “beklememi ister misiniz?”
Meral Hanım durup Hasibe Hanımın yüzüne baktı; “istersen adam beklesin, geri dönüş için bir araca ihtiyacımız var.”
Hasibe Hanım, elini çantasına sokup bir tomar para çıkardı, “tamam kardeşim, al şu parayı. Bizi burada bekle!” dedi.
Taksiden indikleri yerde etekleri birbirine dolanmış iki tepe vardı. Tepelerin arasından deniz görünüyordu. Bu dar aralıktan girip sağ taraftaki tepeye çıkan yola saptılar.
Yeşillenmeye başlamış toprağın üzerinde temkinli yürüyordu Meral Hanım, Hasibe Hanımsa koşuyordu olanca gücünle. Bir ara arkasını dönüp arkadaşına seslendi: “hadi şekerim, biraz çabuk ol!”
Meral Hanım aldırmadı, adımlarını sürüyerek devam etti yürümeye. Arkadaşı için hala endişeliydi, onun bu hali hiç de tanıdık değildi. “Acele etme!” diye mırıldandı.
Hasibe Hanım geriye döndü, “şekerim kocam eve gelmeden geri dönmem gerekir” dedi “bizimkini biliyorsun bu meseleyi bir duyarsa canıma okur, bitirmek bilmez…”
Yokuşu tırmanmaya devam ederken etrafta ne bir ev, ne de burada bir insan yaşadığına dair bir şey görünmüyordu. Ama adres burasıydı, Hasibe Hanım koşmaya devam etti.
Tepenin ucuna vardıklarında karşılarına büyükçe bir ev çıktı. Hasibe Hanım gördüğü manzaranın karşısında şaşkınlığını engelleyemedi, “mübarek insan” dedi elleriyle ağzını kapatarak, “Allah onu burada tüm dünyanın dışında bırakmış, kirlenmesin diye.” Arkadaşına döndü o arada, “Meral işte geldik, sana demiştim aradığımız kişi burada.”
Meral Hanım arkadaşının yanına vardığında denize doğru uzanan güzel bir yamaçta kurulmuş iki katlı evi gördü. Belini büküp elleriyle dizlerini tuttu, “iyi…” dedi sessizce “geldiğimize çok sevindim…”
Hasibe Hanım manzarasına hayran kaldığı eve baktı, “hadi oraya kadar yarış yapalım Meral” dedi, “bakalım kim kazanacak?”
Meral Hanım, bunun, yarışma isteğinden çok aceleci arkadaşının yeni bir oyunu olduğunu bildiğinden peşinden gitmedi. Sadece eve bakarken başlarına gelebilecekleri tahmin etmeye çalışıyordu. Böyle bir yerde yaşayan insandan nasıl bir iyilik ya da kötülük gelebileceğini düşünüyordu.
Hasibe Hanım henüz evin verandasına varmadan evin kapısı açıldı birden bire. Kırklı yaşlarında bir kadın ve hemen arkasına gizlenmiş sarı saçlı küçük bir kız göründü. Meral Hanım durdu, Hasibe Hanım da durmuş arkadaşına bakıyordu. İkisinin de içini ürperti sardı. Bir birine dönüp olanları anlamaya çalıştılar.
Uzaktan kadının sesini duyuldu, “buyurunuz efendim. Ben ve kızım sizi bekliyorduk!”
Meral Hanım yürümeye devam etti, arkadaşının yanına ulaştı. İkisi de birbirinden destek almak istiyordu. Hasibe Hanım endişeli bir gülümsemeyle durumu izah etti; “sana demiştim bu kadın başka diye. Bak bizim geleceğimizi bile tahmin etmiş!”
Meral Hanım başını salladı. Yan yana verandaya yürüdüler. Eve yaklaştıkça sinirleri bozan endişe kaybolup, yerini tarifsiz bir merak aldı. Sanki kadının sahip olduğu enerji ikisini de kendine doğru çağırıyor, gözlerindeki parıltı onlara gaip hakkında bir şeyler anlatıyordu.
“Buyurun efendim” dedi kadın, “lütfen içeri geçin. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Hasibe Hanım, arkadaşının yüzüne baktı tekrar, “biz… şey… Bir arkadaşımız sizden bahsetti, birkaç şey öğrenmek istiyoruz.”
Kadın tebessüm etti, “size yardımcı olacağım. Şöyle koltuklara oturun lütfen.”
Gösterilen yere yerleştiler. Bu ev dışarıdan ne kadar güzel görünüyorsa içeriden de o kadar gösterişliydi. Renkli, büyük çiçek motifleriyle bezenmiş duvar kâğıtları, ihtişamlı koltukları ve muazzam manzarasına hayran bırakıyordu misafirlerini.
Kadın tebessüm ederek ikisinin de tam karşısına tekli koltuğa oturdu. Yüzündeki tebessüme rağmen tuhaf bir soğukluk vardı kadında, sanki bir katilin soğukluğuydu bu. “Evet, sizin için ne yapabilirim?” dedi.
Hasibe Hanım oturduğu kanepenin üzerinde küçüldü, utandı, “şey… Size nasıl anlatsam bilemiyorum…”
Kadın gözlerini Hasibe Hanıma kilitlemişti,“bir bebek mi istiyorsunuz?” dedi.
Hasibe Hanım yeniden Meral Hanımla göz göze geldi, “evet,” dedi şaşkınlıkla, “ama bunu nasıl bildiniz?”
“Siz bunun için gelmemiş miydiniz buraya?” dedi kadın, sanki olağan bir şeyden bahseder gibi, “Zannederim yıllardır bunun için sabrediyordunuz.”
“Kesinlikle öyle” dedi Hasibe Hanım kalbine doğan güvenle, “bize yardım edebilir misiniz?”
Kadın oturduğu yerden ayağa kalktı, odanın kapısına yaslanmış bekleyen kızına seslendi, “hadi kızım sen üst kata çık. Bundan sonrası senin yaşın için uygun değil.”
Kadın, evin salonunun açıldığı odalardan birine girip elinde bir torba ile geri döndü. Kanepelerin önünde ki büyük sehpanın altından çıkardığı gümüş grisi tasın içine bir gazete yakıp attı. Az önce diğer odadan getirdiği torbanın içinden bir avuç beyaz renkli tozu ateşin üzerine attı. Ateş birden parıldayarak büyüdü. Odanın gri renkli sisle kaplandı.
Kadının gözleri kocaman açtı, endişe ile başını yana çevirdi. Bir aksilik olduğu belliydi. O ateşin içinden bir şey kadını korkutmuştu. Ateş yavaşlayarak kayboldu.
Hasibe Hanım ve Meral Hanım merakla kadına bakıyordu. Kadın oturduğu tekli koltukta önüne eğilerek belki on dakika bekledi. Gözleri kapalıydı,“bir kız!” dedi.
“Bir kız mı?” diye haykırdı Hasibe Hanım, “yaşasın.”
Kadın başını kaldırdı, gözleri kan kırmızısına bürünmüştü, “ama…” dedi endişeyle.
“Ama ne? Bir şey biliyorsanız söyleyin lütfen, sakat mı?”
“Ama bu kızın geleceği mutsuzluk olabilir.” dedi kadın, “bakın gaip karanlıktır. Onu ancak yaratan bilir. Bizler birer elçiyiz. Bu çocuğu gerçekten istiyorsanız o olacaktır. Ama sonrası için biraz endişeliyim.”
“Siz neden endişeleniyorsunuz?” dedi Hasibe Hanım “ona bakacak olan bizleriz.”
Kadın üst kata çıkan merdivenleri gösterdi, “ben kendim için üzülmem,” dedi “yaptığım şey için ben ahiretimi sattım. Ama az önce gördüğünüz o sarı saçlı minik kız bundan zarar görebilir.”
Hasibe Hanımın yüzünde anlamsız bir ifade donup kaldı. Kadının söylediklerinden bir şey anlamamıştı.
“Söylediklerinizden hiçbir şey anlamadım. Biraz açabilir misiniz?” dedi.
“Size nasıl anlatacağımı bilmiyorum! Yani siz bu kızı gelecekte mutsuz olma pahasına ister misiniz?”
Hasibe Hanım bir müddet düşündükten sonra kararlı bir şekilde “evet dedi, “onu ne pahasına olursa olsun istiyorum”.
Kadın küllerle dolu tasın içine bakmaya başladı tekrar. Gümüş grisi renk beyaza bulanmıştı.
“Sabredeceksin!” dedi, “tam iki yıl sonra bir kızın olacak. Ama bu senin tek çocuğun olacak. Sana tekrar söylüyorum bunun sonu mutsuzluk olabilir. O çocuk için çok iyi düşün!”
“Sağ olun” dedi Hasibe Hanım sonrada kadına doğru eğildi, “ama bir şey sormak istiyorum, neden bu iş kızınıza zarar verecek?”
“Onu size söyleyemem. Dediklerimi iyice düşünün. Ben olsaydım o çocuğu doğurmak istemezdim!”
Hasibe Hanım kadının parasını vererek hemen dışarıya çıktı. Denizden sert bir rüzgâr esiyordu. Az önce bu eve girerken gönlü o kadar ferahtı ki çıkınca da öyle olacağından emindi. Ama içi daralmıştı. Evin verandasından inip rüzgâra karşı bıraktı kalbini. Kadının söyledikleri içine ok gibi saplanıp kalmıştı. Oradan ayrılırken arkasına bir kez bile bakmadı, unutmaya çalıştı kadını. Ama kadın peşinden geliyormuşçasına sürekli hatırlatıyordu kendini.
Kadınla tanışmalarından ve o konuşmayı yapmalarından sonra neredeyse bir buçuk yıl geçmişti. O sözler hep aklının bir köşesinde kaldı. Rüyalarında defalarca kadının görüp, bu kâbustan kan ter içinde uyandı. Hasibe Hanım tam çocuk yapmaktan vazgeçtiği sırada kadının da söylediği gibi bir kız çocuğuna hamile kaldı.
Bu sırada aklına gelen ilk şey bir hastanede bu çocuktan kurtulmak olduysa da bunu yapamadı, on iki yıl bekledikten sonra bebeğini doğurma arzusu daha ağır bastı.
Diğer taraftan Hasibe Hanım hamile kaldıktan sonra bütün kâbuslardan kurtulmuş kalbinin içi ferahlamıştı. Minik kızının her hareketini içinde hissediyor ve onunla yaşamayı seviyordu. O minicikti, öyle ki; bir kez ellerini karnında dolaştırırken eline kızının eli gelmişti de, o küçüklüğe şaşırıp günlerce aklından çıkaramamıştı.
On iki yıl bekledikten sonra dokuz ay beklemek bir ömür gibi geldi Hasibe Hanıma. Ancak o minik bebeği kolları arasına aldığında bütün hasret sona erdi. O anda yaşama ihtimali bulunan bütün mutsuzluklara karşı haykırdı:
“Sevgi, bu kızın adı Sevgi olsun!”

***

15 Mart, 2010

Odanın ortasına oturmuş bekliyordu, geceydi… Her yer alabildiğine karanlıktı…
Uzaktan odanın penceresine yansıyan bir sokak lambasının aydınlığı da olmasa, bu mezarı andıran yerde boğulup gidecekti. Sanki odanın içinde duvarlar yer değiştiriyor, her şey üzerine üzerine geliyordu.
Biraz olsun sakinleşebilmek istediyse de olmadı.
Ayağa kalkıp yer değiştirdi, saatlerdir kıpırdamadan yerde oturuyordu, her yanı uyuşmuştu. Bu bile onu rahatlatmadı. Yalnızca karanlık görünüyordu gözüne ve karanlıktan doğan ürkütücü bir yalnızlık.
Evin içinde bir hayat belirtisi göremeyince kendine baktı. Aydınlık arıyordu içinde ama olmadı. Ruhunun derinlikleri de aynı bu oda gibi karanlık, soğuk ve ürperticiydi…
Derin bir nefes aldı… Nefesi alırken duyulan ses daha sonra birkaç dakikalığına kayboldu. Sanki o anda kalbi de nefesi gibi durmuştu. Belki de böyle olmasını her şeyden çok istediği için ona öyle geldi. Hayatı, bundan öncesi ve geleceğiyle ilgili derin bir düşünceye daldı.
Düşünmek uzun zamandır her gece yaptığı tek şeydi. Her gece bu odanın içinde hayaletler havada uçuşuyor, olaylar bir bir sıralanıyor ve karanlığın ortasında bir hesaplaşma sürüp gidiyordu. İyiler kötülüklere karışıyor, kötüler şeffaflaşıyor; tüm bildikleri yalanlaşıp, yalanlar gerçek oluyordu.
Ancak ne zaman böyle derin düşüncelerin içine dalsa hayatla ilgili tüm beklentisinin ölmek olduğunu fark edip garip bir hüznün içine dalıyordu. Yaşamak artık onun için heyecansız, yüzeysel birkaç hareketten ibaretti. Yine böyle sabaha kadar derin ve anlamsız düşüncelerin içinde oturacak, sabah olunca odaya sinmiş anason kokusunu temizlemek için tüm camları açacak, yüzündeki yeni morlukları görünce hüzünlenecek; yine ağlayacak, yine susacak ve yine akşam olmaması için dua edecekti. Bu, dün böyle olmuştu, bu gün de böyle olacaktı.
Karanlık gecenin ortasından sabahın aydınlığı odanı içinde yürümeye başlayıncaya kadar çaresiz bir bekleyiş sürüp gitti. Bu arada belki birkaç dakikalık uykulara daldı, kâbuslar görerek uyandı, ağladı, sustu… Her şeyin sonunda bir kara deliği andıran geceyle birlikte bütün korkularının sonu olarak güneş doğdu.
Birçok sabah, her gece yaşadığı o büyük eziyetten sonra kocasının kahvaltısını hazırlayıp başka bir odaya saklanır ve kocasının kapıyı kırar gibi vurup gitmesinden sonra ortaya çıkardı. Yine öyle yaptı. Aceleyle hazırladığı kahvaltı masasının düzenine fazlaca dikkat etmeden ve gittikçe artan bir sesle yerleştirdi her şeyi. En son çaydanlık da yerini aldı ve diğer odanın kapısı onu saklamak için kapandı. Bu sanki kocasıyla aralarında yaptıkları imzasız, sözsüz bir anlaşma gibiydi. Önce kahvaltı masasının hazırlandığını gösteren bir tıkırtı, ardından saklambacın başladığını belirten kapının örtülmesi, yatak odasının kapı gıcırtısı, musluğun açılıp kapanması, arada birkaç küfür ve hakaret içeren söz, çay kaşığının şıkırtısı, daha önceden ütülenmiş elbiselerin giyilmesi ve dış kapının sertçe kapanması… Artık birkaç saat kocasının geri geleceğini düşünmeden, huzur içerinde kanepenin kenarına oturup evin sofasından dışarıyı izleyebilirdi perde arkasından.
Bir süre sonra aynanın karşısına geçecek, karşısına kendini alıp hesaplaşacak, ölen oğlunu sevecek ve yine başlayacaktı korku dolu bekleyiş. Nasıl olsa akşam yine kocası gelecek, yemek masasına oturup içmeye başlayacaktı. Nasıl olsa her biten bardağın arkasından bir tokat inecek, nasıl olsa her inen tokadın arkasından yenisi şiddetlenerek gelecek ve yine bu odanın içinde sabaha kadar korkunç bir hesaplaşma başlayacaktı.
Kocasının evden gitmesinden sonra her gün tekrar tekrar oynadığı senaryoyu oynamaya başlayıp pencerenin başındaki yerini aldı. Belki bir saat hiç bir yeri kımıldamadan dışarıyı seyretti. O pencerenin ucunda hayat vardı, hayata açılan bir kapı, dışarıda günlük bir koşturmaca; bir kadın her gün olduğu gibi bakkalla tartışıyor, simitçinin etrafında okul çocukları, bir köpek meydanın ortasında yatıyor ve manav yeni ürünleri diziyor tezgâhına… İşte hayatın tarifi onun için bu kadar kolay ve basit. Şu bir saat içinde yaşanan bütün olaylar onun hayatının tek hareketli süreciydi.
Hiç hareket etmeden geçen bir saatin sonunda bir irkilmeyle sokaktaki hayattan koptu. Hareketsizlikten üşümüş, akşamdan kalan morluklar sızlıyordu. Topallayarak aynanın karşısına geçti. Kendini bile tanıyamıyordu artık. Gençliğinin en güzel yılları işte bu odanın içinde büyük bir çözümsüzlüğün içinde geçiyordu.
Aynanın karşısındaki yerini alınca geçmişi ile konuşmaya başladı. Bu aynanın karşısında hayatına giren herkes sırayla yerini alıp hesap veriyordu ona. İlk kiminle konuşmak istediğini düşündü bir süre. Sonra annesini anmak istedi ilk olarak, gözlerini kıstı: “Anne, neden benim adımı Sevgi koydunuz?” dedi, “bu kadar büyük bir sevgisizliğin içinde olacağımı bilmiyor muydunuz?”
Anne cevap vermedi, Sevgi de üstelemedi. Sadece isminin neden “Sevgi” olduğunu merak ediyordu. Oysaki biliyordu, bunda merak edilecek bir şey yoktu. Bu sadece bir isimdi, sıfat değildi. Hiçbir anne çocuğunu üzülsün, mutsuz, sevgisiz bir hayat sürsün diye büyütmezdi; o da oğlunu severek, okşayarak büyütmüştü.
Bir zamanlar hayatının tek sığınağı, evi, yurdu, her şeyi olan oğlunu o talihsiz kazada kaybetmesinden sonra başka herhangi bir dayanak kalmamıştı onun için. Ne zaman annesini düşünse oğlu aklına geliyor, ne zaman oğlu aklına gelse gözleri yaşla doluyordu.
Aynanın karşısında annesiyle konuşup oğlunu hatırlarken “oğlum” dedi sadece, “oğlum ben seni nasıl bıraktım?” Sonra hıçkırıklarına boğuldu… ağladı… ağladı… ağladı…
Kocası da hep böyle demişti: “neden oğlanın elini bıraktın? Bütün suç senin! Elini bırakmasaydın bu gün burada olacaktı çocuk. Bütün suç senin…”
Yüzünü öne eğmişti Sevgi, utanmıştı kocasının ithamlarından. Oysa bir anlık gafletti her şey; caddenin karşısındaki oyun parkını gören çocuk Sevgi’nin elini bırakıp fırlayıvermişti yola ve hızla gelen o arabanın altında kalıp can vermişti.
O korkunç sahne Sevgi’nin gözlerinin önünde bozuk bir film kaydı gibi dönüp duruyordu. O kazadan az önce aldıkları elma şekeri tanınabiliyordu ancak, oğlunu ezen tekerin yanında kalmıştı. Olduğu yerde donakalmıştı Sevgi, bir duvar dibi soğuk, bir kaya parçası gibi ağırlaşmıştı. Ve daha sonra arkası gelmeyen bir hüzün… hüzün… hüzün…
Aynaya bakıp ne zaman oğlunu düşünse, oğlunun o güleç yüzünü ve o kazayı hatırlıyordu. “Oğlum” diyordu, “oğlum gitme!” Ama her seferinde küçük çocuk o caddenin ortasına doğru koşuyor ve o araba gözlerinin önünde oğluna çarpıyordu. Bu bir kabus gibiydi, hayatta neyin olmamasını istemişse mutlaka olmuştu, başına neyin gelmesinden korkmuşsa mutlaka başına gelmişti.
Tam iki yıl geçmişti o feci kazadan sonra. Bu iki yıl sadece oğlunu düşünmekle, ağlamakla ve her gün yenilenen morluklarını iyileştirmekle geçti.
Oysa böyle başlamamıştı bu evlilik: evet hiçbir zaman âşık olmamıştı kocasına, evet hiçbir zaman içinden gelerek gülmemişti ona. Ancak öylede olsa büyük kavgaları olmamıştı, itişme kakışma yoktu bu evlilikte. Sadece birkaç küçük tartışma. Aşk yoktu aralarında, sadece saygı vardı. Sevgi kocasını sayıyor, ona kocası olduğu için saygı gösteriyordu. Bunun karşısında kocasından büyük bir sahiplenme ve tutku görüyordu. Ama karşılık vermiyordu kocasının seksüel istekleri dışında hiçbir şeyine. Kocası vücuduna sahipti, kalbi başka bir erkeğindi ve ancak oğlu o kapıyı açıp içeri girmişti ve diğerleri gibi aklının karanlık, korkunç odalarında, karmaşık koridorlarında kaybolmuştu.
Oğlu hayatının ikinci mucizesiydi. İlk mucizesi ona hayat vermiş, ancak yıkılan bir binanın altında kaybolup gitmişti. Oğluysa kopmak üzere olan hayat bağlarını kuvvetlendirmişti. Ama artık ikisi de yoktu ve bu odanın içinde, hemen şu sofanın penceresinde, ağlayarak, solgunlaşarak silinip gidiyordu Sevgi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Sır Küpü (Kaos Teorisi ) – Sıradışı Üçlemenin 2. Kitabı

Editor

Abdullah Ziya Kozanoğlu – Sarı Benizli Adam

Editor

Dorothy L. Sayers – Banyodaki Ceset

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası