Roman (Yerli)

Perina

Albay başını önüne eğmiş düşünüyordu, aniden atıldı. “Çok üzgünüm Mikail! Kızını kaybettiğin için cidden üzgünüm. Ne olur ölüm haberini evdekilere duyurmadan birazcık daha düşün! Bunu Anastasia’nın kurtuluşu için kullanabiliriz.

Mikail şaşkın ve öfkeliydi.

“Neler söylüyorsun Albay? Ben çocuğumu kaybettim, anlamıyor musun? Başka hiçbir şey  düşünecek durumda değilim!”

“Anlıyorum Mikail, Perina’nın ruhu için, Rus halkı için bunu yap! Kızını kaybettin tamam ama Anastasia’yı yaşatabilirsin.”

İşte yıllarca süren yaşam mücadelesi bu cümlelerle başlıyordu. Çar II. Nikolay ve ailesinin  korkunç sonundan tek kurtulan, kızları Anastasia’ydı. Genç kız hiç tanımadığı bir ailenin koruması altına alınıp, bambaşka bir kimlikte hayatına devam edecekti. Bu tüyler ürperten planın, Prenses Anastasia’yı bir anda bambaşka bir geleceğe sürükleyeceğini kim bilebilirdi ki?

Perina’nın; Ukrayna’da başlayıp, Elazığ’da son bulan acı dolu hayat hikayesini okurken, yüreğinizin bir yerlerinde hissettiğiniz sızının ve içinizde yeşerttiğiniz umudun kırıntılarıyla tanışacaksınız.

Naşide Gökbudak’ın eşsiz anlatımıyla hayat bulan Perina; sizi çok uzak bir iklime, yarım kalan bir aşka, yürek yakan bir vatan hasretine ve bitmek bilmeyen bir yaşam mücadelesine götürüyor…

***

Bu sıcak Temmuz gecesinde, Ukrayna’da Donetski’de Nen Bölgesinin nehir kıyısına yakın bir köyünde yaşayan, aristokrat Averkiy ailesinin evinde üzüntü ve ümitsiz bir bekleyiş hakimdi.

Zaman gece yarısına yaklaştığı halde ev halkı ve hizmetkârlar hâlâ oturuyorlar, dua ediyorlardı. Zaten yapabilecekleri başka bir şey de yoktu. Kasabadan gelen yaşlı Dr. Brikin, ağır bir zatürree geçiren, evin küçük kızı Perina’yı iyice muayene ettikten sonra, kendisini büyük bir korku ve merak içinde izleyen orta yaşlı Averkiy’lere bakarak, başını iki yana salladı. Çok üzgün bir ses tonu ile: “Maalesef sevgili dostlarım, Perina’nın durumu ümitsiz. Kızcağızı bana getirdiğinizde hastalık çok ilerlemişti. Sizin gibi insanların, bu konuyu nasıl bu kadar ihmal ettiğini anlayamıyorum doğrusu.” Baba Mihail Averkiy, bitkin bir ifade ile: “Durumları biliyorsun Brikin, kasabada kan gövdeyi götürüyor.” dedi. “Günlerce dışarıya çıkamadık ki. Sen bana kızımı kurtarıp kurtaramayacağını söyle! Hiç mi ümit yok?” Doktor yine başını iki tarafa salladı: “Dua edin, belki İsa ve Meryem Ana size yardım edebilir. İnanın artık benim yapabileceğim bir şey yok. Bir mucize beklemelisiniz.” Kolay kolay üzüntülerini belli etmeyen, soğuk bir tip olarak tanınan Sandra anne, en yakın koltuğun kenarına tutunarak oturdu. Aslında buna oturmak değil yığılmak denebilirdi. Ne kadar güçlü olursa olsun o bir anneydi ve çocuğunu kaybetmek üzereydi. Gözlerindeki yaşlar yanaklarından aşağıya iki çizgi halinde iniyor, bulduğu kırışıklıkların içine doluyordu. Mihail baba, kızının başında hareketsiz duruyordu.

Dr. Brikin hem aile doktoru hem de güvenilir dostlarıydı. Mihail Averkiy, ailesi ile Çar’ın hizmetinde çalışırlarken tanışmışlardı. İkisi de görevlerinden ayrıldıktan sonra, saraydan, Çar’dan ve kaynayan siyasetten uzak olsun diye oldukça ücra köşelere yerleşmişlerdi. Ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, Bolşeviklerin başlattığı bu iç savaşın acılarından ve korkularından saklanmaları mümkün olamamıştı. Rusya çok kötü olaylar yaşıyordu ve de nelere gebe olduğu pek kestirilemiyordu.

Vakit gece yarısını geçmiş olmalıydı. Ama doktor böyle bir anda Averkiy ailesini yalnız bırakıp gidemezdi. Hem kendi güvenliği açısından da sokağa çıkmaması çok daha iyiydi. Yollar hiç tekin değildi.

Büyük evin giriş kapısı üzerindeki büyük tokmak hızla ve sabırsızca vuruluyordu. Oturma odasında küçük kardeşlerinden haber bekleyen dört kardeşten en büyüğü Yergeniv, isteksiz bir şekilde söylenerek yerinden kalktı. Kandilin yanındaki mumu alarak odadan çıktı. Sonra birdenbire içini bir korku sardı: ‘Bu saatte kim bu şekilde kapı çalabilir? Bolşevikler olabilir mi acaba?’ diye düşündü. Adımlarını zorla atarak, birinci kata inip, kapıya doğru yürüdü. Kapının önüne gelince: “Kim o?” diye yüksek bir sesle sordu. Dışarıdan duyulmaktan ürken, fısıltı halinde tok bir erkek sesi cevap verdi:

“Benim Mihail! Ben, Albay Gramiko Yeltsin, kapıyı hemen aç! Bekleyecek durumda değilim.”

Yergeniv merak içinde kapıyı açtı. Albayın yanında iki adam vardı ve bir battaniyeye iyice sarmalanmış bir şey taşıyorlardı.

Bu bir insana benziyordu. Albay: “Bunu bir yere, kimsenin göremeyeceği bir yere götürmeliyiz. Sen Mihail’in oğlu olmalısın.”

“Evet”, diyen Yergeniv, eli ile arkalarından gelmelerini işaret ederek, bu tuhaf kafileyi alt kattaki sandık odası gibi bir yere soktu. Adamlar ellerindeki sarılı yükü, gördükleri ilk kanepeye uzattılar. Yergeniv biraz yaklaşınca bunun bir insan olduğunu gördü. Sarılan kişinin yüzü kısmen açıktı. Bu daha ziyade, genç kızlığa henüz yeni adım atmış bir kız çocuğunun yüzüydü. Çok renksizdi, cansız gibi duruyordu; hatta cansızdı. Albay, Yergeniv’e bakarak:

“Hemen babanı çağır Yergeniv” dedi.

“Babam gelebilir mi bilemiyorum.En küçük kız kardeşim ölmek üzere ve yanında doktor var.”

“Kardeşin için çok üzgünüm. Bu da bir ölüm kalım meselesi. Lütfen iki dakika için gelsin.”

Yergeniv yine isteksiz; ama daha seri adımlarla merdivenleri çıktı. Gecenin sessizliğinde yılların yükünü taşıyan ahşap merdivenlerin gıcırtısı, ev halkının gergin olan sinirlerini daha da geriyordu. Yergeniv korku içinde Perina’nın yattığı odaya girdi. Annesi koltukta sessiz sessiz ağlıyordu. İçinden :‘Annem ağladığına göre durum çok vahim’ diye düşündü.

Babası ile Doktor yatağın yanında gözlerini Perina’nın bembeyaz yüzüne dikmiş, öylece bakıyorlardı. Baba Mihail’in dudakları hafiften kıpırdıyordu. Galiba doktorun tavsiyesine uyarak, yapabileceği son görevini yapıyor, dua ediyordu. Tanrı’ya, İsa ve Meryem Ana’ya… Kapının açılmasına bile aldırmadılar.

Yergeniv babasının yanına kadar sokuldu:

“Baba, aşağıda seni bekleyen birileri var. Oldukça garip görünüyorlar.”

Mihail Baba şaşkın: “Aman Tanrım! Bolşevikler mi?”

“Hayır. Adı Albay Gramiko imiş. Muhakkak görüşmesi gerekmiş. Ölüm kalım meselesi olduğunu söyledi.”

Mihail Baba oda kapısına doğru yürürken: ‘Bir gecede iki ölüm kalım meselesi fazla ama bu günlerde her şey olabilir’ diye düşünerek yürüdü. Konu ne kadar ciddi olursa olsun, Bolşeviklerin olmaması onu rahatlatmıştı.

Sandık odasının kapısını açtığında, odada sadece Albay Gramiko ve kanepede sarılı vaziyette yatan bir insan vardı. Bu esrarengiz yükü taşıyan adamlar yoktu. Albay acele ile Mihail’e yaklaşıp, elini uzattı.

“Üzgünüm dostum. Böyle bir anında sana yeni bir mesele çıkarmak istemezdim. Ne yazık ki güvenebileceğim kimse ve yapabileceğim başka bir şey yok.” diyerek sustu. Yergeniv’e bakıyordu.

Albay’ın yalnız konuşmak istediği açıkça belliydi. Mihail Baba oğluna dönerek: “Bizi yalnız bırak” dedi.

Yergeniv şaşkın bir vaziyette ve merak içinde odadan çıktı.

Albay kanepeye doğru yaklaştı. Sarılı bedenin yüzünü açtı.

“Bu, bu gördüğün çocuk, Çar II. Nikolay’ın kızı Anastasia!”

Mihail Baba çok şaşırmıştı. Gözlerini kısarak kanepeye yaklaştı. Önce Anastasia’ya sonra da Albay’a şaşkın şaşkın baktı.

“Bu bir şaka mı Gramiko?” diye sordu. Albay ciddi ve üzgün bir tavırla: “Hiçbirimiz şaka yapacak durumda değiliz Mihail! Rusya’nın her ferdi acı ve ümitsizlik içinde, sokakları kan götürüyor. Bolşevikler, II. Nikolay ve ailesini, buna aşçıları, uşakları ve doktorları da dahil feci şekilde öldürdüler. Kurşunlayarak, defalarca kurşunlayarak… İki buçuk ay evvel, Sibirya’dan yani Tobalski’den Yekateringburg’a getirilmişlerdi.

Dostum mühendis İpatyev’in evinde kalıyorlardı. Onun da artık dostum olduğuna inanmıyorum. Hatta dostum olmadığından eminim. Bazılarına göre, Bolşeviklere karıştı. Başka bir söylentiye göre de, evi elinden zorla alındı. Çar ailesini orada hapsetmek için kullanıldı. Uzun zamandır orada bin bir işkence ve aşağılanma içinde tutuluyorlardı. Aşağı yukarı iki buçuk ay kadar. Bir hafta kadar evvel Romanof hanedanının son üyeleri, Bolşeviklerden gelen bir emir üzerine kurşunlanarak öldürüldü. Bu işi hunharca ve büyük bir zevk ile yaptıklarını duydum.

Bolşeviklerden gelen başka bir emirde ise; cesetlerin Moskova’daki derin maden ocaklarına gömülmesini bildirmişler. Cesetleri üst üste, İpatyev’in kamyonuna koyarak Moskova’ya doğru yola çıkmışlar. İpatyev’in yardımcısı Petro da yanlarında olduğu halde. Kamyon Moskova’ya yetmiş-seksen kilometre kala çamura saplanmış. Ve cesetleri o çamur deryasının derinliklerine acele ile gömüp uzaklaşmışlar. Çünkü o sırada Yaketeringburg, Çar taraflarınca geri alınmak üzere imiş. Alevler içindeymiş. İpatyev’in yardımcısı Petro, Çar’a çok bağlı bir insandır. Korkusundan Bolşeviklerin yanında gitmek zorunda kalmış. Petro cesetlerden birini çamur çukuruna indirirken sıcak olduğunu hissetmiş. Gömme işleminden sonra, başka bir yere, başka bir cinayeti gerçekleştirmek için el koydukları askeri arabaları ile acele uzaklaşan Bolşeviklerin arkasından, Petro acele ile yaşama ihtimali olan kanlar içindeki bedenin çukurunu açmış. (Eli ile kanepeyi işaret ederek) İşte zavallı çocuk, birkaç zamandan beri bu durumda ve benim Yekaterinburg’daki evimde.

Bana getirdi. Çünkü benim evim şehrin oldukça dışında ve gözlerden uzak. Ayrıca benim Bolşeviklerden yana olmadığımı, Çar ve hanedanına da bağlı olduğumu biliyordu. Tıpkı benim sizi bildiğim gibi. Ne yazık ki kaç gündür bu yavrucağı iyileştirmek için, ne doktor getirebildim ne de bir kimseden yardım isteyebildim. Sadece kanını durdurdum. Mikrop kapmamasına çalıştım. Zorla da birkaç damla süt verebildim. Kimseden yardım isteyemedim. İnsan böyle bir zamanda kime güvenebileceğini de pek kestiremiyor. Bazıları korkudan, bazıları inandıkları için bazıları da yılların verdiği kin ile Kızıl Ordu tarafındalar. Dost diyebilecek insan yok gibi. Çar’ın kanını taşıyan tek canlı bu çocuk. Ölüme terk edemezdim. Burası biraz daha olaylardan uzak. Yani en azından şimdilik.”

Albay sözünü bitirmemişti ki, kapı hızla açıldı, doktor içeriye girdi.

“Üzgünüm beyler, ama söylemek zorundayım.” (Biraz duraladı ve sesini alçaltarak, Mihail Baba’ya yaklaşıp, elini omzuna koydu.)

“Perina artık cennette. Annesine bir şey söyleyemedim.” (Mihail’e bakarak) “Senin söylemen daha doğru olur, diye düşündüm.”

Albay başını önüne eğmiş düşünüyordu, aniden atıldı.

“Çok üzgünüm Mihail! Kızını kaybettiğin için cidden üzgünüm. Ne olur? Ölüm haberini evdekilere duyurmadan birazcık daha düşün! Bunu Anastasia’nın kurtuluşu için kullanabiliriz.”

Mihail şaşkın ve öfkeliydi.

“Neler söylüyorsun albay? Ben çocuğumu kaybettim, anlamıyor musun? Başka hiçbir şey düşünecek durumda değilim.”

“Anlıyorum Mihail, Perina’nın ruhu için, Rus halkı için bunu yap! Kızını kaybettin tamam ama Anastasia’yı yaşatabilirsin.”

Doktor şaşkın bir vaziyette konuşulanları dinliyordu. Sonra Albay’a döndü.

“Neler oluyor burada? O kim bakabilir miyim?” diye sordu.

Albay, “Tabii doktor. Mihail’in dostu olduğuna göre, Çar’a da bağlısın demektir.” dedi ve olayı kısaca anlattı. Albay doktora da güvenmek zorunda idi. Her açıdan Anastasia’nın kurtuluşuna yardım edebilirdi. Zira hem Bolşevik değildi hem de bir doktordu.

Doktor şaşkın bir vaziyette Anastasia’ya bakıyordu. Kızın mumyaya benzeyen yüzünde hiçbir hayat belirtisi yoktu. Ama bir doktor olarak, onun yaşadığını anlamıştı. Sonra heyecanla Mihail Averkiy’e döndü.

“Mihail, bunu senden İsa istiyor. Meryem Ana istiyor. Gel bak bakalım. Sadece Perina’dan biraz daha açık renkli. Kızını cennete aldılar, ama Anastasia’nın yaşamasını istiyorlar. Bu kadar büyük bir benzerlik olamaz. Böyle tesadüf olur mu? Tanrım sen nelere kadirsin? Hemen hemen aynı yaşta, aynı görünüşte, kızını kaybettiğin anda kapına Anastasia’yı getiriyorlar ve senden onu yaşatmanı istiyorlar. Henüz Perina’nın öldüğünü hiç kimse bilmiyor. Lütfen kabul et. Bu zavallı yavruyu Perina olarak kabul et! Onun yerine Tanrı ve oğlu İsa, sana bunu gönderdi.”

Albay: “Etmezsen ölüme mahkûm olacaktır Mihail! Tabii ben ve Petro da.”

Mihail Baba taş gibi sessiz duruyordu. Uzun süre öylece kaldı.

Sonra yavaş yavaş başını kaldırdı: “Sandra’ya da sormam gerek” diyerek odadan çıktı.

Anne Sandra aynı durumda, aynı ifade ile oturuyordu. Değişen tek şey, gözünden akan yaşların bütün yüzünü ıslatıp, boynuna ve göğsüne kadar inmiş olmasıydı. Mihail yanına yaklaşıp, elini karısının omzuna koydu.

“Sandra, şimdi söyleyeceklerimi sakin bir şekilde dinlemeni istiyorum. Sakın bağırma, sessiz ol!”

Kadın sessizce kocasına bakıyordu. Yüzünde korku ile karışık bir şaşkınlık vardı. Baba Mihail, bu zor anı hemen bitirmek istercesine, “Perina cennete gitti.” der demez Sandra yerinden fırladı.

Mihail omzundan bastırarak oturttu.

“Karıcığım otur. Kızımız şimdi cennette ve Meryem Ana’nın yanında. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Acımızı da hiçbir şey hafifletemez ama” diyen Mihail Baba, aşağıdaki durumu anlattı. Ve karısının şaşkın bakışları altında konuşmasını sürdürdü.

“Kızımızın ölümünde hiç kimsenin bir suçu yok. İçimde bir kor var Sandra. Senin de içinin yandığını biliyorum. Kızımızı artık hayata döndürmemiz mümkün değil. Ama aşağıdaki çocuğu kurtarabiliriz. İyi düşün! Anastasia için düşün! Şimdi Çar’ın kanını taşıyan, Romanofların son ferdi Anastasia’ya yardım edecek miyiz, etmeyecek miyiz? Şu anda bu hayati kararı vermemiz gerekiyor.”

Sandra şaşkınlıktan ağlamayı kesmiş, gri gözlerini sonuna kadar açmış, öylece kocasının yüzüne bakıyordu. Uzun süre baktı.

“Perinam toprağa gidecek, artık kızım yok. Ben sadece bunu bilirim. Siz ne yapacaksanız yapın! Başka hiçbir şey düşünecek durumda değilim.” dedi.

Anastasia büyük bir sessizlik içinde üst kata taşındı. Sarıldığı iki battaniyeden çıkarılıp, Perina’nın geceliklerinden biri giydirildi ve yatağa yatırıldı. Sonra Perina, Anastasia’nın battaniyelerine sarıldı. Odadan çıkarken annesi koşarak geldi ve kızının çoktan soğumuş yüzünü, gözlerini öptü. Sandra’nın yaşları Perina’nın cansız yüzünü ıslatmıştı. Kandil ışığı altında ıslak yerler tuhaf bir şekilde parlıyordu. Albay, dış kapının açıldığı geniş antredeki kanepede oturan iki adamı sandık odasına geri çağırdı.

“Maalesef fedakâr ve cesur dostlarım, Çarlık hanedanının son ferdini de kaybettik. Şimdi onu büyük bir gizlilik içinde gömmemiz gerek (eli ile oradaki herkesi işaret eden bir hareket yaparak devam etti). Bu hepimizin emniyeti için gerekli. Dostum Mihail büyük âlicenaplık göstererek, aile mezarlığına gömmemize izin verdi. Bunu kimseye göstermeden yapmalısınız. Mihail size mezarlığın yerini ve mezar kazmanız için gereken aletleri verecektir.

Biliyorsunuz çok önemli. Gömdükten sonra üzerini çalı çırpı ile kapatın. Yeni bir mezarın olması dikkati çekebilir. İşiniz bitince buraya dönün. Unutmayın gizlilik çok önemli.” dedi.

İki adam Perina’yı alıp büyük kapıdan çıkarken, Sandra üst kattaki odada: “Yavrum seni böyle mi gömecektik?” diyerek duvarları yumruklayarak ağlıyordu. Mihail yanına yaklaştı: “Sonra, inan ki sonra, gereken her şey yapılacaktır. Yeter ki ortalık biraz durulsun.” dedi.

Doktor çantasından çıkardığı iğne ve ilaçları iyice gözden geçirdi. Bir iki ilacı birbirine karıştırdı. Anastasia’nın kalçasına itina ile bir iğne yaptı. Yerini kolonyalı pamukla iyice ovuşturdu. Çocuk hiçbir tepki vermemişti. Sonra Sandra Averkiy’e döndü:

“Kızınıza bir kalp takviyesi yaptım. Çok kan kaybetmiş. Bakın ensesine doğru kurumuş kan lekeleri var. Kurşunun biri kulak arkasını sıyırarak geçmiş. Öteki de (diye söylenirken, bir taraftan da Anastasia’nın vücudunu kontrol ediyordu) sağ omuz başından. Yaralar öldürücü değil, ama çok kan kaybetmiş. Kurşun yağmuru altında nasıl sağ kalabilmiş anlaşılır gibi değil. Ben size bazı ilaçlar bırakacağım ve neler yemesi gerektiğini yazacağım. Belki de birkaç gün misafiriniz olmam gerekecek.”

Doktor bunları anlatırken, bir taraftan da Anastasia’nın başındaki, vücudundaki kan lekelerini silmeye çalışıyordu. Anlaşılan Albay bunları görememişti. Sandra başını hafifçe kaldırdı: “Doktor, dediklerinizden hiçbir şey anlamıyorum. Anlamak da istemiyorum. Ben kızımı kaybettim. Şu anda başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor, belki zamanla…’’

Kapıya doğru yürüdü, etajerin üzerinde duran çıngırağı aldı. Kapıyı açarak çıngırağı salladı. Bir anda herkes Perina’nın odasının önüne toplandı. Sandra: “Perina biraz daha iyi. Doktor başında. Ben bu gece çok kötü saatler geçirdim. Kızımı kaybettiğim anda, yeniden hayata döndü.” (Sandra son kelimeleri o kadar cansız ve isteksiz söylemişti ki, sanki kızının hayata dönmesinden memnun değilmiş gibi bir izlenim veriyordu.)

“Doktor bazı yeni ilaçlar verecek ve beslenme konusunda önerileri var. (Büyük kızına doğru döndü) Larissa ben hiçbir şey anlayamayacak kadar yorgun ve bitkinim. Doktor sana anlatsın, Perina’nın başında birkaç saat sen dur.”

Larissa bu görevin kendisine verilmesinden, hele hele Perina’nın yaşama ümidinin artmasından çok memnun olmuştu.

Larissa sevecen bir kızdı. Kardeşlerine düşkündü. Özellikle de Perina’ya.

“Tabii anne! Siz biraz uyumaya çalışın. İnanın sizin kadar dikkatli olacağım.” Sandra: “Katya sen de uyuma! Larissa senden bir şeyler hazırlamanı isteyebilir.”

Sandra Anne, sözünü tamamlayamadan yeniden ağlamaya başladı. Larissa yanına yaklaşıp, boynuna sarıldı.

“Şimdi de sevindiğin için ağlıyorsun değil mi anne?” diye sordu. Gerçi annesinin bu kadar duygusal davranmasına alışkın değildi ama “söz konusu olan evladı” diye düşündü.

“Evet, evet öyle olmalı.” Sandra kendilerini dikkatle dinleyen ev halkına dönerek: “Sizler de uyuyabilirsiniz! (Yatak odasına doğru yürürken tekrar başını çevirdi) Katya misafir odasını gözden
geçir. Doktor bir müddet misafirimiz olabilir.” diyerek hızla odasına girdi.

Baba Mihail, Albay ile beraber sandık odasında adamların mezarlıktan dönmesini bekliyordu. Konuşmuyorlardı. Bu gece yaşananların gerçek mi yoksa bir düş mü olduğuna karar verememişlerdi. Sanki ikisi de hiç bilmedikleri, hayal edemedikleri birer rol oynuyorlardı. Gerçekle düş arası bir tiyatro sahnesinde gibi…

Larissa yirmi yaşlarında, ince, uzun, yüz hatları muntazam, ela gözlü, fazla gülmeyen, itaatkâr ve eğitimli sayılabilecek bir genç kızdı. Hatta diğer kardeşlere göre bayağı iyi eğitilmişti. Çünkü onun büyüdüğü yıllarda Averkiy ailesi Çar’ın yakınlarında, başkentte yaşıyorlardı. Hatta birkaç defa saraya bile kabul edilmişlerdi. Bir iki defasında, Çar’ın kızları ile tanışma fırsatı bile yakalamışlardı. Bütün bu etkenler doğrultusunda, ailenin yaşam biçimi ve rahat ekonomik durumundan dolayı köy halkı, onları kendilerinden biri gibi değil de daha çok sayılması gereken bir üst tabaka olarak kabullenmişlerdi. Larissa, annesi odasına girdikten sonra, hemen Perina’nın kapısını çalmış, doktorun “giriniz” diyen sesini duyduktan sonra içeriye girmişti. Doktor hâlâ Perina’nın başında idi ve elinde büyükçe bir kolonyalı pamuk vardı. Larissa neşeli bir sesle: “Kardeşimi kurtarmışsınız doktor?” diyerek yanına yaklaşırken, pamuktaki kan dikkatini çekti.

“Doktor Brikin, Perina’nın bir yeri mi kanadı?”

“Hayır, hayır, birkaç iğne yaptım. Sanki kanı varmış gibi iğne kanama yaptı.”

Larissa dikkatle Perina’ya bakıyordu.

“Doktor Brikin, Perina ne kadar solmuş. Sanki sadece yüzü değil, saçları bile solmuş, hastalıktan mı, gecenin ışığından mı? Sanki bambaşka bir insan.”

“Olabilir Larissa, kansızlık, beslenememek, mikroplarla savaşmak, bedende bazı değişiklikler yapabilir. (Doktor lafı değiştirmek istercesine) Larissa, deminki “kardeşimi kurtarmışsınız” sözünüze teşekkür ederim. Ama kurtaran ben değildim. Tanrı kurtardı. İsa ve Meryem Ana’nın himmeti ile.”

Larissa tebessüm ederek: “Önce onlar, sonra da siz Doktor Brikin. Bu kadar mütevazı olmayın.”

“Larissa, Katya bize pekmez karıştırılmış ılık süt getirebilir mi? Yedirmeye çalışalım.” dedi.

Larissa hemen kapıya doğru gitti. Demin annesinin çaldığı çıngırağı yavaşça salladı. Katya merdiven başında gözükünce, doktorun istediklerini getirmesini söyledi ve ilave etti: “Katya sen bu yakınlarda bir yerde bulun. Gecenin bu saatinde çıngırak çalmak pek de uygun bir hareket değil.” dedi.

Katya elinde doktorun istedikleri merdivenden çıkarken, dış kapının tokmağı yavaşça çalınmaya başladı. Elindeki tepsiyi merdivenlere yerleştirip, kapıya gitmek için merdivenleri inmeye başlamıştı ki, Baba Mihail sandık odasından çıktı. Katya’yı görünce: “Katya, sen işine bak. Ben kapı ile ilgilenirim.” dedi.

Katya odaya girinceye kadar kapıyı açmamaya da özen gösterdi. Mihail Baha’nın tahmin ettiği gibi gelenler, Albayın adamlarıydı. Verilen görevi tamamlamış dönüyorlardı. Tam o sırada, Albay da odadan çıktı.

“Mihail dostum, biz hemen kaçmalıyız. Her açıdan en uygun hareket bu olacak.” dedi.

Mihail, yeleğinin cebine doğru elini götürürken, Albay elini tuttu.

“Ben gerekeni yaparım. Sen bugün insanlık tarihinde yazılması güç bir sayfa açtın; ne denli cesur, ne denli vatanperver olduğunu gösterdin. Bunu hiç kimse yapmazdı. İsa hep sizinle olacaktır. Ve inanıyorum ki bir gün bir şekilde ve bir yerde gösterdiğin bu asil ve cesur hareket, insanlığa anlatılacaktır.”

Adamlar bu sözlerden fazla bir şey anlamamışlardı. Birbirlerine bakıyorlardı. Albay bu sözlerin kuşku yaratacağım düşündü ve hemen ilave etti: “Kimse bizi yanımızdaki ile beraber evine kabul etmek cesaretini gösteremezdi. Birkaç saatliğine de olsa” diyerek telaşla dışarıya çıkmak için bir iki adım attı, sonra hemen geri döndü: “Mihail sana bir şey söylemem gerek. Bir dakika odaya girebilir miyiz?”

Mihail Baba cevap vermeden odaya doğru yürüdü. Albay da onu takip etmişti. Kapıyı kapadı. Ceketinin iç cebinden kadife parçasına sarılmış bir şey çıkarttı.

“Bunu Anastasia’nın göğsünde, kanlar içinde, sutyenine takılmış vaziyette buldum. Bir ucu da göğsüne saplanmıştı. Kanlar içindeydi. Hanedan ailesine ait bir broş. Saklamak mı gerek? Tehlikeli olabilir mi bilemiyorum. Kararı sen verirsin.”

Broş, iki üç karat elmaslarla bezenmişti. Çarlık hanedanının sembolüne benzer bir montürü vardı, muhteşem bir parçaydı. Bu dönemde bu broşu, hiç kimse, hiçbir yerde takmak cesaretini gösteremezdi. Mihail Baba yine de elini uzatıp broşu aldı. İç cebine itina ile yerleştirdi. Albay hızla odadan çıkmıştı. Gecenin sessizliğinde hızla giden araba tekerleklerinin sesinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.

Mihail Baba yatak odasına doğru gitmeden “Anastasia’yı, hayır, Hayır! Perina’yı bir görmeliyim” diyerek, Perina’nın odasına doğru gitti. Kapının önünde birkaç dakika durarak dinledi.

Hiçbir ses gelmiyordu. Kapıyı vurdu. Larissa yavaş bir sesle, “Giriniz”, dedi. Larissa tatlı kaşığı ile Perina’ya bir şeyler yedirmeye çalışıyordu. Doktor da ona yardım ediyordu. Mihail Baba yatağın yanına yaklaştı.

“Nasıl yiyebiliyor mu bari?” diye sordu.

Doktor, “İlk kaşıklarda çok zorlandık. Ağzını zorla açıp döktük, ama şimdi daha iyi” diye cevap verdi.

Larissa: “Baba, Brikini amcanın ve de sizin biraz dinlenmeniz gerekir. Ben Perina’ya en iyi şekilde bakarım. Gerekirse de sizleri haberdar ederim. Baba, lütfen Brikini amcaya odasını gösterir misiniz?”

Larissa, koltuğu Perina’nın yatağına iyice yaklaştırmış, eline etajerin üzerine bırakılmış bir kitap almıştı. Bu Fransız İhtilâli’nin hazırlanmasında rol oynayan yazarlardan Jan Jak Russo’nun bir eseriydi. Küçük kardeşi Boris, bu gibi kitaplara karşı büyük ilgi duyuyordu. Babasına göre bu çocukta ihtilâlci ruhu vardı ve eğer disiplin altında tutulmaz ise Bolşeviklere katılabilirdi. Bu düşünce babasını ciddi şekilde korkutuyordu. Boris bunu zaman zaman açıkça da ifade ediyordu. Buna sebep de işçi sınıfına 1905 yılında yapılan katliam şeklindeki çatışmayı gösteriyor: “Onlar sadece haklarını istiyorlardı. Bu şekilde bir hareketi hak etmemişlerdi” diyerek, ‘Kanlı Pazar’ diye tarihe geçen olayı anlatıyordu. Aslında Boris, bu olayı hatırlayamayacak kadar küçüktü. Galiba okulunda bir öğretmen Lenin taraftarı idi ve genç çocukların, genç dimağlarını etkiliyordu. Larissa, sebep ne olursa olsun, bir insanın bir insanı öldürmesini asla kabul edecek bir yaradılışa sahip değildi. İnsanlar her şeyi konuşarak, anlaşarak ve birbirlerini severek halledebilir diye düşünüyordu. Kitaptan birkaç sayfa çevirdi. Ona çok sıkıcı gelmişti. Birden Perina’nın inlediğini duydu.

Kardeşine doğru eğildi, “Perina hayatım, bir şey mi istiyorsun?”

Perina gözlerini açmaya çalışıyordu, ama o kadar güçsüzdü ki bir türlü gözlerini tam olarak açamıyordu. Biraz çabaladıktan sonra, yorulmuş gibi gözlerini kapadı. Larissa elindeki kitabı bir tarafa koydu. Ballı sütü eline alarak, Perina’ya yedirmeye başladı. Kız, sütü gecekine nazaran daha rahat içiyordu.

Larissa ne zaman uyuduğunu bilemiyordu. Gözünü açtığında perdenin açık kalan yerinden, odaya parlak bir güneş girmiş ve bütün odayı aydınlatmıştı. Acele ile ayağa kalktı. Perina’nın yorganını güzelce örttü. Pencereye doğru gitti. Camı ardına kadar açtı. Sabah saatinde bile hava çok sıcaktı. İçeriye temiz hava dolarken, Larissa yazın kuraklığı ile sararmaya yüz tutmuş, uçsuz bucaksız tarlalara baktı, ‘Bir iki ay evvelki manzara çok daha güzeldi’ diye düşündü. Patates tarlaları çiçek açmıştı. Hafif pembeye kaçan beyaz beş köşeli çiçekler, tek başlarına fazla gösterişe veya güzelliğe sahip değillerdi. Ama hepsi bir arada ve uçsuz bucaksız tarlaları kapladıklarında muhteşem görünüyorlardı. Çiçek denizi gibi…

Pencereyi kapatıp, Perina’nın yanına döndüğünde, kardeşi gözlerini açmış, şaşkın şaşkın ablasına bakıyordu. Bu bakışlarda bir korku vardı. Larissa gülerek, Perina’nın yüzüne doğru eğilip, alnından öptü.

“Benim güzel kardeşim, nihayet aramıza döndün.”

Perina şaşkın şaşkın bakıyordu. Uzun süre tereddüt içinde baktıktan sonra: “Ben neredeyim?” diye sordu. Sesi bir fısıltı halinde idi. Çok değişikti. Larissa şaşkın: “Tatlım odandasın.” diye cevapladı.

“Peki Bolşevikler nerede?”

Larissa şaşkındı; ne demesi gerektiğini düşünürken, oda kapısı açıldı. Baba Mihail içeriye girdi. Üzerinde yatak kıyafeti vardı.

Larissa babasının kolay kolay bu kıyafet ile kimseye görünmediğini bilirdi. Kendilerine bile. O bir beyefendi idi ve Rusya’nın aristokrat sınıfındandı. Gerçi yıllardır basit bir köylü olmaya, köylüler gibi davranmaya çabalıyordu, ama bu konuda pek başarılı olduğu söylenemezdi. Larissa babasına sevgi ile baktı, içinden ‘Yazık kızını merak etmiş. Annem de babam da çok acı çekti’ diye düşündü. Ve mutlu bir sesle: “Baba, Perina uyandı, ama biraz tuhaf davranıyor. Yüzüme beni tanımıyormuş gibi bakıyor. Bana: ‘Ben neredeyim?’ diye sordu. Arkasından da, ‘Bolşevikler nerede?’ diye ilave etti.”

“Kızım o çok uzun süredir hasta ve kendinde değil. Bizim aramızda olamadığı zamanlar nasıl bir dünyanın içindeydi bilemiyoruz. Çocuk hastalanmadan Bolşevikler kanlı ve acımasız olaylar yaratmaya başlamıştı. O korku beyninde nasıl şekillendi? Onu da bilemiyoruz. Sabırlı ve anlayışlı olmamız gerekiyor. Günlerdir ateşler ve acılar içinde kıvrandı. Eh bütün bunların sonucu, fiziksel ve ruhsal kayıpları da olabilir. Kendi içinde ve bedeni ile nasıl bir savaş verdi? Bütün bunlar bu hastalığın bizce bilinmeyen tarafları. Bir süre böyle tuhaflıklar gösterecektir. Sabırlı olmalıyız. Hadi sen çık. Biraz da ben meşgul olayım.”

Larissa itiraz edecek gibi oldu. Mihail Baba elini kaldırarak gitmesini işaret etti. Kapı kapandıktan sonra bir iki dakika bekledi. Sonrada yatağın yanındaki koltuğa oturdu.

“Anastasia, söylediklerimi iyi dinle ve anlamaya çalış. Bunları biraz daha iyileştikten sonra söylemek isterdim, ama çevrendekilere kim olduğunu asla belli etmemen gerekiyor. Sen Çar’ın kızı Anastasia’sın değil mi?”

Kızın yüzünde çok hafif bir gülümseme belirdi. Yine güçsüz bir sesle:

“Evet evet! Nihayet beni tanıdınız siz, tanıdınız ama deminki genç bayan bana başka bir isimle hitap ediyordu.” dedi. Ve hemen ilave etti: “Çariçe annem ve kardeşlerim nerede?”

Mihail Baba söze nasıl başlayacağını ve bu küçük kıza bütün bu acı gerçekleri nasıl anlatacağını bilemiyordu. Ama yapması gerekti. Başka bir yolu yoktu. Yorganın içinden kızın incecik zayıf ellerini çıkardı, ellerinin içine aldı.

“Anastasia sen hiçbir şey hatırlamıyor musun?”

Anastasia biraz düşündü. Sonra birden doğrulmaya, yataktan kalkmaya çalıştı. Mavi göz bebekleri büyümüş, yüzünü bir dehşet ifadesi kaplamıştı. Elleri ile iki kulağını sıkı sıkı kapadı.

Bütün gücüyle: “Hayııırr! Yapmayın! Lütfen yapmayın!” diye bağırıyordu.

Mihail Baba, kızın ellerini bıraktı. Omuzlarına bastırarak, yatmasını sağlamaya çalıştı. Kız bütün ailesinin kurşuna dizildiği geceyi hatırlamıştı.

“Anastasia galiba o korkunç geceyi hatırladın? Kalkmaya çalışma! Kaçmaya çalışma! Buradan başka gidebileceğin hiçbir yer ve hiçbir kimse yok. Sakin olmaya çalış. Biliyorum asla kolay değil. Ama lütfen dene ve çaba sarf et. Annen, baban kardeşlerin ve de yakınlarından hiç kimse yok artık. Evet o korkunç geceyi hatırlıyorsun değil mi?”

Kızın gözleri biraz daha büyüdü. Bu sefer de, yatağın içinde küçülmeye, saklanmaya çalışıyordu. Kurşunlardan korunmaya çalışan bir hedef gibiydi. Tabii bunu içgüdüsel olarak yapıyordu.

Mihail Baba tekrar ellerini tuttu, yüzünü kendine çevirerek,

“Korkma! Sakın korkma! Bak artık emniyettesin. Seni Çar’ın dostu bir albay kurtarmış. Buraya getirdi. Yarı ölü vaziyetteydin. Ve ben de o anda, tıpkı sana benzeyen, senin yaşlarında kızım Perina’yı kaybettim. Yani cennete gitti. Seni aldık onun yerine koyduk. Gerçi kızımı da kaybetmesem, gene sana sahip çıkardım. Belki,” dedi ve biraz durakladı. “Birdenbire evimizde beliren bir çocuğun izahı çok zor olurdu. Bu yaptığımız da hiç kolay değil. Bunun farkındayım. Çevreye ve hatta evdekilerden hiç kimseye Sandra’nın dışında, yani eşimin, senin de bundan sonra annen olacak kadının dışında, bu olayı hiç kimseye anlatmadık. Bugüne kadar çok farklı şartlarda büyüyen, ayrı karakterde bir insanın yerine geçmen çok zor ve de inandırıcı olmaktan da çok uzak. Bu insan bir grandüşes olursa çok daha zor. Özellikle kardeşlerine, yani benim diğer çocuklarıma ve de hizmetkarlara karşı bunu nasıl başaracağız bilemiyorum. Ama yapmak zorundayız. Eğer böyle bir şey duyulursa bu sefer yalnız seni değil, Bolşevikler beni ve bütün ailemi de kurşuna dizerler. Yani göstereceğin özen ile sadece kendinin değil, bizim hayatımızın da koruyucusu olacaksın.”

Mihail Baba bütün gece Anastasia ile nasıl konuşması gerektiğini düşünmüş, kendince güzel ve uygun cümleler bulmuştu, ama hepsi aklından birdenbire uçmuştu. Bu çok tuhaf, karşılaşması mümkün olmayan bir durumdu. Anlamak da anlatmak da imkânsız gibiydi. Kısa cümlelerle konuşmaya devam ediyordu.

Anastasia hâlâ yatağın içinde olabildiğince küçülmüş vaziyette yatıyordu.

“Sen Perina’sın ve bu evin kızısın. İstersen uzun bir süre konuşma! Bunu hastalık sonrası bir şok gibi izah edebiliriz. Bu arada sana çocukluğunla ilgili şeyleri öğretmeye çalışacağım. Senin için, ailem için önemli olan olaylardan bahsedeceğim.”

Anastasia ağlamaya başlamıştı. Mihail, “Tamam, istediğin kadar ağla! Buna fazlası ile ihtiyacın var. Bazı durumlarda insanın rahatça ağlayabilmesi bile bir nimet oluyor. Biz kızımızın arkasından ağlayamadık. Seni kabullenebilmek için, kızımızın ölmediğini bildirmek için. Halbuki doya doya ağlamaya ne çok ihtiyacımız vardı.” derken, Mihail Baba’nın yanaklarından yaş akmaya başlamıştı bile. Ellerinin tersi ile yaşları sildi ve devam etti. “Ben babanım. Adım Petro Mihail Alerkiy. Petro ismi ancak resmi yazışmalarda kullanılıyor. Herkes beni Mihail olarak bilir ve çağırır. Muhtemelen biraz sonra gelecek olan orta yaşlı, kızıl saçlı hanım, annen. Büyük ablanı gördün. Şimdilik sus, hiç konuşma, bir ruhsal bunalım içindeymişsin gibi, olur mu yavrum?”

Anastasia başı ile “peki” işareti yaptı. Başını yorgandan biraz daha çıkardı. Yumruk yaptığı sağ eli ile gözyaşlarını sildi. Birden annesinin sesini duyar gibi oldu.

“Anastasia sen bir grandüşessin! Hem ağlaman, hem de o şekilde gözyaşlarını silmen çok ayıp.”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Doğru Yolun Sapık Kolları

Editor

Rüzgar Avı

Editor

Allah’ın Aslanı Hz. Hamza

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası