“Bu kitap, kendi bilgi ve görgülerim dışında, bir lokma ekmek için kötü iş şartları içinde zehir gibi bir hayatı yaşayanlardan derlenmiş malzemeyle meydana gelmiştir. Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece sabaha kadar okudum onlara. Dinlediler. ‘Pardon,’ dediler, ‘bu bu kadar olur. Bütün anlattıkların doğru. Eksik bile. Çukurova’nın bereketli topraklarında öyle işler olur ki, aklın durur. Sana anlatsak, bir değil beş roman çıkarırsın…
1
Orta Anadolunun seksen evlik köylerinden Ç. köyünün erkekleri o yıl da çalışmak için çeşitli iş bölgelerine dağıldılar: Sekizi onu Kayseri Dokuma fabrikasına gitti, dördü beşi Sivas çimento fabrikası, Cer atölyesine. İçlerinden üçü de Çukurova’nın yolunu tuttu.
Bu üç kişi, İflahsızın Yusuf, Köse Hasan, Pehlivan Ali köyde kapı komşuydular, çocuklukları bir arada geçmişti. Bir az palazlanınca şunun bunun tarlasına, dağa oduna birlikte gidip geldiler. Birbirlerinden çokluk ayrılmadılar. Yalnız İflahsızın Yusuf, birinde Sivas Cer atölyesinde iki ay hamallık etmişti. Ötekilerse köyden siftah çıkıyorlardı.
Omuzlarında beyaz torbaları, koltuklarında birer er kaputu gibi kıvrılıp kınnapla çeke çeke bağlı yorganları, trene indiler. Sıvastan gelen tren, köyün üç saat ötesindeki ufacık istasyonda birkaç dakika dururdu.
Üç arkadaş gece yarısı vardılar istasyona. Kaba bir rüzgâr ortalığı altüst ediyordu. Yukarda da öfkeli, kapkara bulutlar.
En uzunları İflahsızın Yusuf, burnunun bir deliğini tıkayıp ötekinden var gücüyle hıhlıyarak elinin tersiyle burnunu sildi, sonra, yeşil bir fener tutan istasyon makasçısına sokuldu:
— Öyle mi hemşerim? Tren geç mi gelecek ola? Köse Hasan’la Pehlivan Ali de sokulmuşlardı. Karnı fena halde sancılanan makasçı kesti attı:
— Ne zaman gelirse o zaman binersiniz! Barakaya girdi.
Köse Hasan’la Pehlivan Ali barakanın duvarı dibine çömeldiler. İflahsızın Yusuf karşılarına bağdaş kurdu. Cigaraları yaktılar..
Ufaktefek, kupkuru Köse Hasan:
— Uyur muyuruz da, dedi. Yusuf lâfını ağzına tıkadı:
— Uyunur muyunur muymuş? Evel Allanın izniyle Çukurovaya diye çıktık köyden!
Kalın bedenli Pehlivan Ali tamamladı:
— Tabanlarımızı hassaydık bir kerre Çukurova toprağına sağlıcakla!
İflahsızın Yusuf bu sefer de burnunun öbür deliğinden hıhladı:
— Allah diyen neden geri kalmış? Basacağız evvel Allah’ın izniyle tabanlarımızı da, gövdelerimizi de. Lâkin biz biz olalım, şehir yerinde göz kulak olalım kendimize kardaşlar. Neden derseniz, şehir yeri köy yerine benzemez. Şehir adamı köylüyü cin çarpar gibi çarpar. Birbirimize iyice sarılalım, elsözüne kulak asmıyalım. Anca beraber, fkanca beraber! Pehlivan Ali:
— Tabii canım, dedi. Kulak asılır mı? Gurbete çıktık meselâ…
— Emmim derdi ki, uşaklar derdi, gurbete düştünüz mü, siz siz olun, sılayı içinizden atın derdi. Atamadınız mı yandınız derdi.
Köse Hasan içini çekti:
— Emmin de, fıkara.. Sıla deyi deyi…
— Sılaya hasret kaldı. Lâkin emmimin avradı… Avrat dediğin öyle olmalı. Tam Osmanlı. Köy yerinde o kadar ettiler de ere vardı mı?
Köse Hasan’la Pehlivan Ali az kalsın güleceklerdi, kendilerini tuttular.
Yusufsa kendi kendini yanıtladı:
— Varmaz. Niye varmaz? Eski toprak, hâlis Osmanlı da ondan!
Kaba rüzgâr, kaynaşan bulutlar… Yusuf su dökmeğe kalkınca, Köse Hasan kıs kıs güldü:
— Emmisinin avradı, duyuyor musun Ali? Ali de güldü:
— Hâlis Osmanlı mıymış?
Yıldız dolu, berrak bir yaz gecesini hatırladılar. Ağustos ortasında, sıcak bir geceydi. Suyu çekilmiş derede çerçiyle bastırmışlardı. Çerçi korkmuş kaçmış, Dudu abla korkmamıştı. Yattığı yerden kımıldamamıştı bile. ilkin Pehlivan Ali işini bitirmişti, sonra Köse Hasan.
Köse Hasan içini çekti:
— Lâkin zorlu avrattı ne yapacaksın onu, dokuzu! — Zorlu da söz mü? Hamurlu avrattı…
— Ne dediydi? Gâvurlar, kimseye derseniz öldürürüm sizi dediydi.
— Dediydi ki dediydi kahbe!
— Şimdi olmalı ki, hı? Ne diyorsun?
— Yusuf olmamalı ki tadı çıksın.
— Tabii canım.
Yusuf uçkurunu bağlıyarak geldi:
— Lâkin bu gurbet, dedi. Gurbet gibi kötü var mı? Gâvurdan beter dinime imanıma…
Torbasını omuzuna vurup evden çıktığı sırayı hatırlamıştı. Köse Hasan anlamadı:
— Niye?
— Kötü tekmil. Adamın gözü ardında kalıyor. Ben Sivas’tayken köy aklımdan töbe çıkmazdı. En biri emmim.. Gurbete düştün mü, sılayı yüreğinden atacan derdi, derdi ya, kendi atabildi mi? Ne mümkün? Adamın vatanı derdi, vatan başka derdi…
Yerden bir taş aldı, karanlıklara fırlattı.
Köse Hasan da evden ayrılışını hatırlamıştı, tçinden bir sızı geçti:
— Doğru. Adamın içi bir tuhaf oluyor. O, bu değil ya, gittiğimize göre zorlu birer iş tutaydık bari..
— Tutarız Allanın izniyle. Bizi yurdumuzdan, yuvamızdan eden Allah…
— Doğru, yurdumuzdan, yuvamızdan…
— Kadere kırk beş!
— Bu işde de var bir hayır…
Pehlivan Ali başını havaya kaldırdı. Ayın önünde kaynaşan simsiyah bulutlar korkunçtular. Ürktü.
— Yusuf lan, dedi. Bulutlara hele. Hep baktılar.
— Ne var bulutlarda?
— Kara kara.
— Allahm bulutu.
— Doğru. Yusuf!
— Hı?
— Allahımız o bulutların öte başında mı? Yusuf’un pek bir fikri yoktu. Gene de:
— Töbe estafurullaaaah, dedi.
— Günah mı?
Yusuf başını kıvrattı. Nelerine gerekti günah, sevap. Hasan’a baktı:
— Benim oğlanı biliyon mu? dedi. Cip sakarlandı bu yıl. Bıldır çelik gibiydi..
Hasan başını salladı:
— Ekinlere kara kurt indi ondan. Benim Emine de kulak asma. O, bu değil, ardımdan melil melil bakışı yok mu, töbe aklımdan çıkmıyor. Ne dediydi biliyon mu?
— Ne dediydi?
— Babam babam dediydi, gelirken bir saç tokasıyla bir de üstü işli tarak getir dediydi, anasından gizli. Pek korkar anasından..
Yusuf kurnazca göz kırptı:
— Anası ne istedi gayri?
— Hiç bir şey. Hani avradım diye değil, bunca yıllık eyâlim meselâ, töbe istemez. Benim uğrumda su içmez be!
— Benim avrat gibi.
— Lâkin iyi bir para kazandım mı…
— Nörecen?
— Biliyorum ben nöreceğimi. Sen nörecen?
— Ben mi? Ben iyi bir gazocağı alacağım arkadaş. Köy yerinde söylensin!
— Gazocağı da ne ki lan? İflahsızın Yusuf gururla güldü:
Sen bilmezsin! Gazocağımın pompası var. Bastın mı ateş püskürür, hem de yılan ıslığı gibi seda verir. Sivas’ta, Cer atölyesinde hamalken, bizim bir şef vardı. Lâkin iyi adamdı. Namaz mamaz kılmazdı ya, iyi adamdı. Onda vardı. Bir yakardı ki, eh. Yemek mi pişireceksin? Koy üstüne tencereyi, su mu kızdıracaksın? Koy tenekeyi. Anide. Onbeş, yirmi bankonota veriyorlarmış…
Hasan’m gözleri büyüdü:
— Onbeş, yirmi bankonot mu?
— Ne belledin ya!
— Çok lan.
— Lâkin tevatür bir şey. Pompası da var. Bastın mı ateş püskürür. Bizim şef bir yakardı ki…
— Demek yılan sedası gibi?
— Yılan sedası gibi dinime imanıma.
— Bak hele Yusuf, bu şehir dedikleri de aboo değil mi?
— Ne diyon Köse ne diyon? Gece olmaz mı, sokaklarda tekmil elektrikler yanar, gündüz gibi, ipil ipil. O to-mafiller, o avratlar, o ne bileyim canım, dille tarifi müm-künsüz. Siftah gidince adamı bir çarpar ki eh. kendi kendini yitirirsin, ne yana bakacağını şaşırırsın. Lâkin kar-daşlar, biz biz olalım, şehirlinin dolabına düşmiyelim. Anam avrAJım olsun, bizi yek ekmeğe muhtaç ederler!
— Bir şey olmaz evel Allanın izniyle. Şehir adamı olduysa…
— Orası öyle.
— Biz kardaştan ileriyiz. Değil mi?
— Tabi canım. Bizim gibi var mı?
— Biz şehirliyi yanıltırız değil mi?
— Yanıltırız ya, gene de şehirli… Şehirli bir cin. Şehirliyi biliyor musun sen?
Pehlivan Ali’ye baktılar. Alaca karanlıkta yüzü görünmüyordu pek. Görünmüyordu ya, kötü kötü düşündüğünü anladılar. Yusuf:
— Ne düşünüyon kardaş?…