Dünya gazetelerinin manşetleri tanıdık terimlerle dolu: El-Kaide, Irak, Kosova, Ruanda, gulag, küreselleşme ve terörizm. Bu terimler okuyucuların aklına çarçabuk bazı fikirler getirir ve bunlar, siyasi liderlerimiz ve dünya sahnesindeki yorumcular tarafından bizler için belli bir kalıba sokularak takdim edilir. Birçokları için günümüzdeki dünya, iyilik güçleri ile şer güçleri arasında gerçekleşen bir mücadeleden oluşur. Ve hepimiz iyilik güçlerinin tarafında olmayı isteriz. Şer güçleri ile savaşmanın belli başlı politikalarının önemini münakaşa ederken, onlarla savaşmamız gerektiğinden asla bir şüphe duymayız ve genellikle de şer güçlerinin kimde ve nede somutlaştığı konusunda pek bir tereddütümüz yoktur.
Pan-Avrupa dünyası liderlerinin -sadece onlar olmasa da özellikle Birleşik Devletler ve Büyük Britanya- büyük medyanın ve kurucu entellektüellerin retoriği, politikalarının temel meşrulaştırma aracı olarak evrenselciliğe yapılan referanslarla doludur. Özellikle de “ötekilerle” ilgili politikaları üzerine konuştuklarında bu durum çok daha açıktır. Sözkonusu ötekiler, Avrupa dışındaki ülkeler, yoksul halklar ve “az gelişmiş” uluslardan oluşmaktadır. Konuşmanın tonu çoğu zaman ne hak edildiğini vurgulayan, sert ve küstahça bir tonda iken; politikalar her zaman evrensel değerleri ve doğruları yansıtıcı olarak takdim edilir.
Bu şekilde evrenselciliğe başvurmanın üç temel değişik türü vardır. Birincisi, Pan-Avrupa dünyası liderlerinin kabul ettiği politikalar, “insan haklarının” korunması ve “demokrasi” olarak adlandırılan şeyin geliştirilmesi içindir. İkincisi, uygarlıklar çatışması jargonu içinde dile getirilir. Buna göre, “Batı” uygarlığı evrensel değerlere ve doğrulara dayanan tek uygarlık olduğu için “öteki” uygarlıklardan daima üstün olarak varsayılır. Ve üçüncüsü, devletlerin neo-liberal ekonominin yasalarını kabul etmek ve uygulamak dışında “hiç bir alternatiflerinin olmadığı” gibi piyasanın güya bilimsel doğruları iddiasına dayanmaktadır.