Anı-HatıraHikaye - Öykü

Orhan Pamuk – İstanbul Hatıralar ve Şehir

“Ruhumdaki bu kırılmayı hissediyor, yaklaşan yalnızlığımdan telaşa kapılıyor, içine düşmekte olduğum karanlığın bir hayat tarzı olmasından korkarak herkes gibi olmaya karar veriyordum: On yedi-on sekiz yaşlarımda bir dönem herkesi güldüren, her fırsatta şaka yapan, herkesle arkadaşça, hatta serserice iyi geçinen bir cemaat adamı gibi gözükmeyi başardım…

Herkesin kafayı fazla takmadan yaptığı şeyleri yapabilmek için niye benim dişimi sıkmam, gayret etmem, sonra da poz yaptığım için kendimden nefret etmem gerekiyordu?” Pamuk çocukluk ve gençliğini anlatıyor… Yazarın kendini “ben” olarak ilk hissedişinden, annesine, babasına, ailesine yönelen hikâye, bir hüzün ve mutluluk kaynağı olarak İstanbul sokaklarına açılıyor.

Günümüzün büyük romancısının gözünden 1950’lerin İstanbul sokaklarım, parke taşı kaplı caddeleri, yanıp yıkılan ahşap konakları, eski bir kültürün yok oluşuyla, onun külleri ve yıkıntıları arasından bir yenisinin doğuşunun zorluklarını keşfederken Pamuk’un ruhsal dünyasının oluşumunu bir dedektif romanı okur gibi hızla izliyoruz… Bu özgün ve benzersiz eserde, okurken elden bırakamadığımız kitaplara has o ruh ve duygu birliği var.

Orhan Pamuk’un, Ara Güler başta olmak üzere İstanbul’un büyük fotoğrafçılarının çektiği on binlerce kareden ve kendi kişisel albümünden seçtiği fotoğraflar hikâyeye eşlik ediyor. *** Orhan Pamuk 1952’de İstanbul’da doğdu ve Cevdet Bey ve Oğulları ve Kara Kitap adlı romanlarında anlattığına benzer bir ailede ve elinizdeki İstanbul adlı kitabında anlattığı gibi, Nişantaşı’nda büyüyüp yetişti. New York’ta geçirdiği üç yıl dışında hep İstanbul’da yaşadı.

Liseyi Robert Koleji’nde bitirdi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde üç yıl mimarlık okudu, 1976’da İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi., Pamuk 1974’ten başlayarak düzenli bir şekilde yazı yazmayı kendine iş edindi. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları 1979’da Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nı kazandı.

Üç kuşak İstanbullu bir tüccar ailesini hikâye eden ve 1982’de yayımlanan bu kitap 1983 Orhan Kemal Ödülü’nü ve bu kitabın Fransa’da çıkan çevirisiyle de 1991 Prix de la decouverte europeenne’i (Avrupa Keşif Ödülü) kazandı. 1985’te yayımlanan ve Venedikli bir köleyle bir Osmanlı âlimi arasındaki ilişkiyi anlatan tarihî romanı Beyaz Kale Pamuk’un ününü yurtiçinde ve yurtdışında genişletti.

New York Times gazetesinin “Doğu’da bir yıldız yükseldi” sözleriyle karşıladığı bu kitap, belli başlı bütün Batı dillerine çevrildi. 1990’da yayımlanan Kara Kitap, karmaşıklığı, zenginliği ve doluluğu yüzünden çağdaş Türk edebiyatının üzerinde en fazla tartışılan ve en çok okunan romanlarından biri oldu. Pamuk’un 1991’de Rüya adını verdiği kızı doğdu.

1994’te yayımlanan ve esrarengiz bir kitaptan etkilenen üniversiteli gençleri hikâye ettiği Yeni Hayat adlı romanı Türk edebiyatının en çok okunan kitaplarından biridir. 1998’de yayımladığı Osmanlı nakkaşlarının hayat ve sanatları üzerine Benim Adım Kırmızı adlı tarihî romanı olağanüstü bir ilgi gördü, Fransa’da ve İtalya’da En İyi Yabancı Kitap ödülünü, İrlanda’da, bir kitaba dünyada verilen en büyük ödül olan uluslararası Impac Dublin ödülünü (2003) kazandı.

Pamuk, gençliğinden beri tuttuğu defterler, dergi ve gazetelere yazdığı yazılar, denemeler, eleştiri yazıları, röportajlar ve gezi notlarından yaptığı titiz bir seçme ile daha önce yayımlanmamış “Pencereden Bakmak” adlı uzun hikâyesini 1994’te Öteki Renkler başlığıyla kitaplaştırdı. Büyük ilgiyle karşılanan son romanı Kar 2002’de yayımlandı. Orhan Pamuk’un kitapları otuz dile çevrildi ve bütün dünyada iki milyona yakın satıldı.

İstanbul’un sokakları içerisinde bir yerde, bizimkine benzeyen bir başka evde, her şeyiyle benim benzerim, ikizim, hatta tıpatıp aynım bir başka Orhan’ın yaşadığına çocukluktan başlayarak uzun yıllar aklımın bir köşesiyle inandım.

Bu düşünceyi ilk nereden ve nasıl edindiğimi hatırlamıyorum. Büyük ihtimal, yanlış anlamalar, rastlantılar, oyunlar ve korkularla örülmüş uzun bir süreç sonunda fikir içime işlemişti. Bu hayal kafamda ışımaya başlayınca neler hissettiğimi açıklayabilmek için onu en belirgin şekliyle ilk hissettiğim anlardan birini anlatmalıyım.

Beş yaşımdayken bir ara bir başka eve yollanmıştım. Annemle babam, kavgalarının ve ayrılıklarının birinin sonunda Paris’te buluşmuşlar, İstanbul’da kalan beni ve ağabeyimi de birbirimizden ayırmışlardı. Ağabeyim Nişantaşı’nda, Pamuk Apartmanı’nda, babaannem ve aile kalabalığı ile birlikte kalıyordu. Beni ise Cihangir’e teyzemin evine yollamışlardı.

Sevgiyle ve hep gülümseyerek karşılandığım bu evin duvarında beyaz bir çerçeve içerisinde küçük bir çocuk resmi asılıydı. Arada bir, teyzem ya da eniştem duvardaki resmi gösterip, “Bak bu sensin,” diye gülümserlerdi. Resimdeki iri gözlü bu sevimli çocuk, evet, biraz bana benziyordu. Onun da başında benim sokağa çıktığım zaman taktığım kasketlerden biri vardı.

Ama gene de onun tam benim resmim olmadığını biliyordum. (Aslında resim Avrupa’dan gelmiş küsch bir sevimli çocuk röprodüksiyonuydu.) Hep düşündüğüm, bir başka evde yaşayan öteki Orhan bu olabilir miydi? Ama şimdi ben de bir başka evde yaşamaya başlamıştım. Sanki İstanbul’da bir başka evde yaşayan benzerimle buluşabilmek için benim de bir başka eve gitmem gerekmişti, ama hiç memnun değildim bu buluşmadan.

Asıl eve, Pamuk Apartmam’na geri dönmek istiyordum. Duvardaki resmin ben olduğunu söylediklerinde, aklım biraz karışır, ben, benim resmim, bana benzeyen resim, benzerim, bir başka ev hayalleri birbirinin içine geçer, eve geri dönmek, hep orada aile kalabalığıyla birlikte olmak isterdim. Bu istediklerim oldu ve kısa bir süre sonra Pamuk Apartmam’na geri döndüm.

İstanbul’da başka bir evde yaşayan başka bir Orhan hayali ise beni hiç terketmedi. Çocukluğumda, ilk gençliğimde, bu büyüleyici düşünce aklımın kolayca ulaşacağım bir köşesinde hep hazır olarak durdu. Kış akşamları İstanbul sokaklarında yürürken, turuncumsu ışığını gördüğüm ve mutlu huzurlu insanların, rahat bir hayat yaşadığını hayal ettiğim ve içlerini görmeye çalıştığım bazı evlerde öteki Orhan’ın yaşadığı, bir an bir ürpertiyle aklımdan geçerdi.

Yaşım ilerledikçe bu hayal bir fanteziye, fantezi de bir rüya sahnesine dönüştü. Rüyalarımda kimi zaman bir kâbusla bağırarak bu öteki Orhan ile -hep bir başka evde- karşılaşırdım ya da şaşılası ve acımasız bir soğukkanlılıkla, iki Orhan, birbirimize sessizce bakardık. O zaman yastığıma, evime, sokağıma, yaşadığım yere, uykuyla uyanıklık arasında, daha sıkı sarılırdım.

Mutsuz olduğum zamanlar ise, bir başka eve, bir başka hayata, öteki Orhan’ın yaşadığı yere gideceğimi hayal etmeye başlar, derken o öteki Orhan olduğuma biraz inanır, onun mutluluk hayalleriyle oyalanırdım. Bu düşler beni öyle mutlu ederdi ki, bir başka eve gitmeye gerek kalmazdı. Asıl konuya geldik:

Doğduğum günden itibaren, yaşadığım evleri, sokakları, mahalleleri hiç terketmedim. Elli yıl sonra (arada İstanbul’un başka yerlerinde yaşamama rağmen) gene Pamuk Apartmanı’nda, annemin beni kucağına alıp dünyayı ilk gösterdiği ve ilk fotoğraflarımın çekildiği yerde yaşıyor olmamın, İstanbul’un bir başka yerindeki öteki Orhan fikriyle, bu teselliyle bir ilişkisi olduğunu biliyorum. Hikâyemi bana ve bu yüzden İstanbul’a özel yapan şeyin de bu olduğunu hissediyorum: Göçlerin çokluğu ve göçmenlerin yaratıcılığıyla belirlenmiş bir çağda hep aynı yerde, hatta elli yıl hep aynı evde kalmak.

“Biraz sokağa çık, bir başka yere git, seyahat et,” derdi hep annem kederle. Conrad, Nabokov, Naipaul gibi başarıyla dil, millet, kültür, memleket, kıta, hatta uygarlık değiştirerek yazan yazarlar var. Onların yaratıcı kimlikleri sürgünden ya da göçten nasıl güç almışsa, benim de hep aynı eve, sokağa, manzaraya ve şehre bağlanıp kalmamın da beni belirlediğini biliyorum. İstanbul’a bu bağlılık, şehrin kaderinin de insanın karakteri olması demek.

Ben doğmadan yüz iki yıl önce İstanbul’a geldiğinde şehrin kalabalığı ve değişikliğinden etkilenen Flaubert, bir mektubunda Constantinopolis’in yüz yıl sonra dünyanın başkenti olacağına inandığını yazmıştı. Osmanlı İmparatorluğu çöküp yok olunca, bu kehanetin tam tersi gerçekleşti. Ben doğduğumda İstanbul, dünyadaki görece yeri bakımından iki bin yıllık tarihinin en zayıf, en yoksul, en ücra ve en yalıtılmış günlerini yaşıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkım duygusu, yoksulluk ve şehri kaplayan yıkıntıların verdiği hüzün, bütün hayatım boyunca, İstanbul’u belirleyen şeyler oldu. Hayatım bu hüzünle savaşarak ya da onu, bütün İstanbullular gibi en sonunda benimseyerek geçti. Hayata bir anlam verme merakı olan herkes ömründe en azından bir kere doğduğu konum ve zamanın anlamını da sorgular.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Katherine Mansfield – Ölü Albayın Kızları

Editor

Aslı Tohumcu – Abis

Editor

Rasim Özdenören – Ansızın Yola Çıkmak

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası