Komünist Manifesto’nun Doğuşu Komünist Manifesto, bundan yüz altmış yıl önce, 1848 Şubatı’nın ortalarında, Londra’nın Bishopsgate mahallesindeki gösterişsiz bir basımevinde basıldı. Almanca olarak Manifest der Kommunistischen Partei (Komünist Parti Manifestosu) adıyla yayımlanan bu küçük broşür, o sıralar devrimci ayaklanmalarla çalkalanmakta olan Avrupa’nın dört bir yanına ulaşmakla kalmayacak, 1864’te kurulan Uluslararası Emekçiler Birliği’nin (I. Enternasyonal) ve daha sonraki sosyalist ve komünist partilerin programlarının temelini oluşturacak, dünyanın en çok okunan kitaplarından biri olacaktı.
Etkinliklerini gizli olarak yürüten uluslararası işçi örgütü Komünistler Birliği’nin 1847 Kasımı’nda Londra’da toplanan ikinci kongresi, Karl Marx ve Friedrich Engels’i, gerek kuramda, gerek uygulamada yol gösterici olacak bir parti programı hazırlamakla görevlendirdiğinde, Marx yirmi dokuz, Engels de yirmi yedi yaşındaydı.
Marx, ertesi ay Londra’da Engels’le birlikte üstünde çalışmaya başladığı Komünist Parti Manifestosu’nu Ocak 1848’de Brüksel’de tamamlamıştı. Bilindiği kadarıyla, metnin ilk taslağını, sorular ve yanıtlar biçiminde Engels hazırlamış, Marx bu taslak üstünden metni yeniden kaleme almıştı. Engels’e bakılırsa, ortaya çıkan yapıtta kendisinin pek az payı vardı, Manifesto nerdeyse tümüyle Marx’a aitti.
Ama Engels’in özellikle Marx’la ortak çalışmaları konusunda her zaman alçakgönüllülüğü yeğlediği biliniyordu. Kaldı ki, hazırladığı taslak da Manifesto’ya ne kadar önemli bir katkıda bulunduğunu ortaya koymaktaydı. Elyazmaları, Fransa’da Louis-Philippe’in meşruti monarşisinin devrilmesi ve cumhuriyetin ilan edilmesiyle sonuçlanan 1848 Şubat Devrimi’nden birkaç hafta önce Londra’ya ulaşıp baskıya giren, ilk Fransızca çevirisi ise Parisli işçilerin 1848 Haziran Ayaklanması’ndan kısa bir süre önce Paris’te yayımlanan Manifesto’da yazarlarının adları bulunmuyordu.
Marx ve Engels’in adları broşürde ilk kez yirmi dört yıl sonra, 1872 Leipzig basımında yer alacak ve bu basımda broşürün adı Kommunistisches Manifest (Komünist Manifesto) olarak değiştirilecekti. Sonuçta hemen hepsi başarısızlıkla sonuçlansa da 1848 devrimlerinin, nerdeyse tüm Avrupa’yı saran devrimci ayaklanmaların yarattığı devingen ortamda doğan Komünist Manifesto, bilimsel sosyalizmin kitlesel siyaset sahnesine çıkışının belki de ilk ciddi işareti oldu ve bugüne kadar kaleme alınmış sosyalist broşürlerin en etkileyicisi olarak kaldı.
Modern çağda başka hiçbir siyasal hareket, üslubunun gücü bakımından, Manifesto’yla kıyaslanabilecek bir metin ortaya çıkaramadı. Geçmişi, yazıldığı dönemi ve geleceği derin bir kavrayışla, ama aynı zamanda özlü bir biçimde çözümleyen gözü pek bir yaklaşımla yazılmış olan Manifesto’yu, özellikle kimi bölümleriyle, şiirsel bir etki uyandıran benzersiz bir düzyazı olarak görenlerin sayısı hiç de az değildir.
Bertolt Brecht’in yıllar sonra Manifesto’yu altılı ölçüyle koşuk diline dökmeye kalkışmasının da, bu uğraşında başarısızlığa uğramasının da nedeni bu olsa gerektir. 160 Yıl Sonra Manifesto 160 Yıl Sonra Manifesto Marx ve Engels, Manifesto’nun yayımlanmasından yirmi dört yıl sonra, 1872 Almanca basımına yazdıkları önsözde, “Koşullar son yirmi beş yılda ne kadar değişmiş olursa olsun, bu Manifesto’da ortaya konan ana ilkeler bugün de o günkü kadar doğrudur,” demekle birlikte, ilkelerin hayata geçirilmesini her yerde ve her zaman var olan tarihsel koşulların belirleyeceğini vurgulamaktan geri kalmazlar.
Manifesto’nun değişen ve gelişen koşullar karşısında kimi yönlerden yetersiz kaldığını, kimi yönlerden gününü doldurmuş olduğunu kabul etmekle birlikte, “Yine de, Manifesto, artık değiştirmeye hiç hakkımız olmayan tarihsel bir belge durumuna gelmiştir,” sonucuna varırlar. Manifesto’nun, yüz elli yılı aşkın bir süreçteki önemini değerlendirebilmek için, her şeyden önce, ona bağnazca yaklaşmamak, onu kutsal bir metin okurcasına ele almamak gerekir.
Aslında, Marx ve Engels, Manifesto’yu yıllar sonra nasıl değerlendirebileceğimizin ipuçlarını, sonradan çeşitli basımlara yazdıkları önsözlerde vermişlerdir. Marx ve Engels’in değişen koşullar karşısındaki tutumları, 1872 Almanca basımına yazdıkları önsözden on yıl sonra, Rusça basım için kaleme aldıkları önsözde bir kez daha açık seçik gözler önüne serilir: Manifesto’nun kaleme alındığı dönemde, Rusya, “tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedek gücü”nü oluşturmaktadır. Birleşik Devletler, göçler yoluyla, Avrupa proletaryasının fazla güçlerini yutmaktadır.
İki ülke de, Avrupa’ya hammadde sağlamakla kalmamakta, Avrupa’nın sanayi ürünleri için pazar oluşturmaktadır. O yüzden, o sıralar iki ülke de Avrupa’da var olan düzenin temel direkleridir. Oysa 1882’ye gelindiğinde, “durum o kadar farklıdır ki!” Avrupa’dan göçler, Kuzey Amerika’yı dev bir tarım üretimi için elverişli kılmıştır; bu ülkenin rekabeti Avrupa’daki büyük ve küçük toprak mülkiyetini temelinden sarsmaktadır.
Dev boyutlara ulaşan bu göç, Birleşik Devletler’in olağanüstü sanayi kaynaklarını, Batı Avrupa’nın, özellikle de İngiltere’nin o güne kadar süregelen sanayi tekelini kısa zamanda kıracak bir güç ve çapta kullanabilmesini olanaklı kılmıştır. Kuzey Amerika’da, bir yandan küçük ve orta çiftçilerin bütün bir siyasal yapının temelini oluşturan toprak mülkiyeti dev çiftliklerin rekabeti karşısında adım adım çökmekte, bir yandan da sanayi bölgelerinde ilk kez bir proletarya kitlesi ve alabildiğine bir sermaye yoğunlaşması gelişmektedir.
1848 Devrimi döneminde Avrupa gericiliğinin başı olarak gösterilen Çar’ın Rusya’sı ise artık Avrupa’da devrimci eylemin öncüsüdür. Manifesto’nun ertesi yıl yayımlanan yeni Almanca basımının önsözü, Engels’in, “Ne yazık ki, bu basımın önsözünü tek başıma imzalamak zorundayım,” tümcesiyle başlar. Engels,
“Avrupa ve Amerika’nın tüm işçi sınıfının herkesten daha çok şey borçlu olduğu” Marx’ın Londra’da Highgate Mezarlığı’nda yattığı ve mezarının üstünde ilk çimenlerin boy attığı günlerde kaleme aldığı bu önsözde, Manifesto’nun gözden geçirilmesinin Marx’ın ölümünden sonra hiç mi hiç düşünülemeyeceğini söyler ve Manifesto’da baştan sona ortaya konan temel düşüncenin “yalnızca ve bir tek” Marx’a ait olduğunu açıklar.
Manifesto’nun çekirdeğini oluşturan temel düşünce ya da önermeyi de, 1883 tarihli Almanca basımın ve 1888 İngilizce basımının önsözlerinde şöyle özetler: “Tarihin her çağında, var olan ekonomik üretim ve değişim biçimi ve kaçınılmaz olarak bunun yol açtığı toplumsal örgütlenme, o çağın siyasal ve düşünsel tarihinin temelini oluşturur, (…) dolayısıyla, bütün bir insanlık tarihi (…) bir sınıf savaşımları tarihi (…) olagelmiştir;
bu sınıf savaşımları tarihinin oluşturduğu bir dizi evrim sonucunda bugün öyle bir aşamaya ulaşılmıştır ki, sömürülen ve ezilen sınıf proletarya aynı zamanda bütün bir toplumu her türlü sömürü, baskı, sınıf ayrımı ve sınıf savaşımından temelli kurtarmadıkça, kendi de sömüren ve ezen sınıfın burjuvazinin boyunduruğundan kurtulamaz…”
Evet, Marx ve Engels, Manifesto’da ortaya koydukları temel ilkeleri yalnızca yıllar sonra yapılan yeni basımlar için yazdıkları önsözlerde değil, kaleme aldıkları yapıtlarda da savunmayı ve geliştirmeyi sürdürmüşlerdir. Buna karşılık, söz konusu önsözlerin en dikkat çekici özelliklerinden biri de, Marx ve Engels’in, ekonomik, toplumsal ve siyasal koşulların değişmesi karşısında Manifesto’nun kimi bölümlerinin gününü doldurmuş olduğunu açıkça belirtmekten kaçınmamış olmalarıdır. Hiç kuşku yok ki,
Komünist Manifesto’yu ilk yayımlanışından yüz altmış yıl sonra değerlendirmeye çalışırken, Marx ve Engels’in, bilimsel sosyalizmin ana gövdesini oluşturan tüm yapıtlarını bir bütün olarak düşünmek gerektiği gibi, 19. yüzyıl sonlarından günümüze kadar meydana gelen olağanüstü ekonomik, toplumsal, siyasal, teknolojik ve düşünsel gelişim, değişim ve altüst oluşların göz önüne alınması da bir zorunluluktur. Ne ki, böylesi bir değerlendirme, bu “Sunu”nun sınırları ve boyutlarını fazlasıyla aşmaktadır. 20. yüzyılın çok büyük bir bölümü boyunca Sovyetler Birliği, Çin, Küba ve Doğu Avrupa’da milyonlarca insanın sosyalist ya da komünist yönetimlerde yaşaması;
Afrika’da, Latin Amerika’da ve Güneydoğu Asya’daki iç savaşlarda, Fransa, İtalya, Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerdeki siyasal savaşımlarda milyonlarca insanın sosyalist ya da komünist düşüncelerden yola çıkması ya da esinlenmesi; Üçüncü Dünya’nın birçok yöresindeki ulusal kurtuluş hareketlerinin, inançlarını, Marxçılıkla milliyetçiliğin değişen ölçülerdeki bileşimlerinden oluşturmaları; buna karşılık,
1980’ler ve 1990’larda bu siyasal görünümün afallatıcı bir değişime uğraması; 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, 1992’de Sovyetler Birliği’nin, ardından Doğu Avrupa’daki sosyalist yönetimlerin çöküşü, çoğu kişinin nerdeyse dünyanın doğal düzeninin bir parçası olarak kabullendiği “Soğuk Savaş”ın birden sona ermesi: İçinde yaşadığımız “küreselleşme” ortamında dünya solunun kılı kırk yararcasına çözümlemesi gereken tüm bu olguların değerlendirilmesi, gerçekten de bu “Sunu”nun sınırlarının çok ötesindedir.