Neresinden baksam kırk yıla yakın bir zamandır çeviriyle uğraşıyorum. Bugüne değin gazetecilik yaptım, dergi yönettim, yayınevi yönetmeni oldum, ama çevirmenliği hep ana uğraşım olarak gördüm. 1960’ların sonlarında Memet Fuat’ın benzersiz Yeni Dergi ’sindeki çevirilerle başlayıp bugüne dek süren bu uğraş beni hiç bırakmadı.
Beni hiç bırakmadı diyorum ama, yıllardır bu uğraşı bazen bir gazete, bazen bir dergi, bazen de bir yayınevinde tüm gün çalışmanın yanı sıra sürdürmenin zorluğunu yaşıyorum. Kimileyin sabah çok erken kalkarak, kimi zaman gece geç saatlere kadar çalışarak, kimi zaman da hafta sonlarını çeviriye ayırarak. Böylesi bir çalışma temposu da, kuşkusuz, çeviriyi kesik kopuk kılmakla kalmıyor, hele eldeki epeyce kalın bir kitapsa işin uzadıkça uzamasına yol açıyor.
İşte bu yüzden, dört-beş yıl önce, bir daha George Thomson’ın Tarihöncesi Ege’si gibi 700-800 sayfalık kitaplar çevirmemeye karar vermiştim. Üstelik kararımda ısrarlıydım. Ne ki, kararlılığın da o kadar kararlı olamadığı anlar yok değil; kim bilir, belki kararlılığı da bazen kararında bırakmak gerek… İki yıl kadar önce, bir akşam vakti Nişantaşı’ndaki D&R’a girdim, kitaplara körlemeden bakıyorum. Ne çıkarsa bahtıma. Alt raflardan birinde gözüme Penguinler çarpıyor.
Klasikler… Modern klasikler… Eğilip bakıyorum. Belirli bir kitabı aradığımdan değil. Belki eskiden okumuş olduğum bir romana yeniden takılırım diye. Kim bilir, gizliden gizliye bir istek belki de, La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye’yle yeniden at sürmek, Kaptan Ahab’la bir balinanın sırtında bir kez daha denizlere açılmak, Emma Bovary ile gene arsenik içmek, Gregor Samsa’yla yeni baştan böceğe dönüşmek için…
Gene de, yüreğime bir ürküntü düşüyor. Benim için “okumak” ile “çevirmek” arasında incecik bir ayrım olduğunu bildiğimden, korkuyorum. Yazgı mıdır, nedir? Okuyacak kitap ararken çevirecek kitap bulurum hep! Böyle düşündüğümde de, hep Adnan Benk’in “çevirgen” sözünü anımsarım; “çevirmen” değil, “çevirgen”! ”Kemirgen”den gelen…
Çevirmeden edemeyen… Ve olan oluyor: Penguinlerin sırtlarına göz gezdirirken ansızın Jaroslav Hašek’in Aslan Asker Şvayk’ı gözüme çarpıyor. Beni hiç bırakmamış eski bir dost! Aklım hızla, bizim kuşağın altın çağı saydığım 1960’lara kayıyor. 1963 kışı. Sıraselviler’de, Belçika Konsolosluğu’nun bitişiğindeki iş hanının en üst katı.
Arena Tiyatrosu yeni kurulmuş. Başında Asaf Çiyiltepe; Fransa’dan yeni dönmüş. Kadroda kimler var? İlk ağızda Nurhan Nur, Ergun Köknar, Başar Sabuncu, Ani İpekkaya, Tuncer Necmioğlu, Ege Ernart, Mehmet Güleryüz’ü anımsıyorum. Yanılmıyorsam, Genco Erkal’la Çetin İpekkaya bir süre sonra katıklılardı. Alfred Jarry’den Übü ya da Kral Übü, Marcel Ayme’den Başkalarının Kellesi, Caragiale’den Kayıp Mektup ve Hašek’ten Aslan Asker Şvayk.
Ergun Köknar’ın oynadığı Übu yü de kuşkusuz olağanüstü bir oyun olarak anımsıyorum. Jean Vilar’ın Paris’te, Theâtre National Populaire’deki sahnelemesinden sonra Çiyiltepe’nin İstanbul’a taşıdığı Übü’de yabansı bir güzellik yansıyordu sahneden.
Bu güzellik, Jarry’nin, budala, açgözlü, gözünü hırs bürümüş şişman kralın kötülük ve acımasızlığını anlatırken insan doğasının grotesk, akıldışı, şaşırtıcı yanını olanca gülünçlüğüyle sergilemesinden kaynaklanıyordu belki de. Otuz dört yaşında ölen Jarry’nin Dadacılara, gerçeküstücülere, uyumsuzluk tiyatrosuna öncülük etmesi bundandı sanırım.
Evet, Übü müthişti. Ama Şvayk bana her zaman daha yakın düştü. Arena’da sahnelenen, Fransız yazar Charles Apotheloz’un koca romandan gerçekleştirdiği uyarlamaydı. Aslan Asker Şvayk’ı Selâhattin Hilav’ın çevirisinden izlemiştik. Demek, bir daha kimsenin değiştirmeye kalkışamayacağı, handiyse dilimize yerleşen “Aslan Asker Şvayk” adını Hilav’a borçluyuz.
Genco Erkal’ın biçilmiş kaftan gibi sırtına geçirdiği Şvayk’ı, Ege Ernart’ın sarhoş Papaz Katz’ını bir daha hiç unutmadım… Elimi raftaki The Good Soldier Svejk’e uzatacağım, uzatamıyorum. Açıp kaç sayfa olduğuna bakmama gerek yok; 700 sayfadan az olmadığı sırtından belli. Uzanıp alırsam, biliyorum, çevirmeye kalkarım.
Onun yerine Emily Bronte’nin Wuthering Heights’ını (hani şu Rüzgârlı Bayır diye de, Uğultulu Tepeler diye de çevrilen) çekip alıyorum. Yalandan kim ölmüş! Önüne ardına göz atıp yerine bırakıyorum. Sonra Robert Louis Stevenson’ın Treasure Island ’ını, ilk gençliğimin Define Adası’nı alıp karıştırıyorum. Boşuna! Aslan Aslan Şvayk’ı boş yere ertelemekten başka bir şey yapmadığımın ayırdındayım. Ve kaçınılmaz son:
The Good Soldier Svejk’i çekip alıyorum, hiç açıp bakmadan parasını verip kitabevinden çıkıyorum. Kendi kendime tadını çıkarmalıyım. Valikonağı’ndan aşağı vurup Şakayık’a sapıyorum, manavı geçip Ali Sports Cafe’ye giriyorum. Espressonun teki kesmez, duble olmalı. Kitabı önüme koyup bir sigara yakıyorum.
Kapağında, Josef Lada’nın ilk basımlara çizdiği resimlerden biri: Şvayk, meşhur selamını çakarak Teğmen Lukaş’ın odasına giriyor; birazdan komutanı deli edecek gene. Kapağı açıyorum: Çckçeden İngilizceye çeviren, Cecil Parrott. İngilizcedeki ilk eksiksiz çeviri. İlk basımı 1973’te yapılmış. Bir zamanlar okuduğum bu çeviri miydi, anımsamıyorum.
O günlerde fazla övmüş olacağım ki, biri kitabı evden alıp gitmiş, bir daha da getirmemişti. Sayfaları çeviriyorum: Parrott’ın uzun önsözü, çeviri üstüne notları; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı sırasındaki haritası; Şvayk’ın akıllara durgunluk veren güzergâhının çizimi… Hašek’in kısacık öndeyişinin ardından Aslan Asker Şvayk ve Dünya Savaşı’nda Başından Geçenleri okumaya başlıyorum: Hizmetçi kadın, “Başımıza gelenleri duydunuz mu efendim?” dedi Şvayk’a.
“Sevgili Ferdinand’ımızı öldürmüşler!” Şvayk, yıllar önce, ahmaklığı heyet raporuyla resmiyet kazanınca ordudan ayrılmak zorunda kalmış, köpek satıcılığına başlamıştı; soysuz hilkat garibelerini millete soylu köpekler diye yutturuyordu. Köpek satıcılığının yanı sıra bir de romatizma ağrılarıyla uğraşan Şvayk, kâfuruyla dizlerini ovarken, “Hangi Ferdinand, Bayan Müller?” diye sordu. “Benim bildiğim iki Ferdinand var.
Biri, Eczacı Pruşa’nın çırağı Ferdinand; bir gün yanlışlıkla bir şişe saç yağı içmişti. Öbürü de, Ferdinand Kokoşka; köpek boku toplar hani. İkisinin ölümü de kayıp sayılmaz.” “Yok, efendim, onlar değil. Ekselansları Arşidük Ferdinand; şu şişman, dindar Konopiştiye’li.” “Vay canına!” diye bağırdı Şvayk. “Olacak iş değil! Peki, nerede öldürmüşler Ekselanslarını?” “Saraybosna’da vurmuşlar, efendim, tabancayla.
Arabayla gitmiş oraya, karısı da yanındaymış.” “Ya, demek öyle, Bayan Müller, demek arabanın içindeymiş. Elbette, onun gibi beyzadeler binmesin de kimler binsin arabaya; ama masum bir araba gezintisinin felaketle sonuçlanacağını nereden bilebilirdi adamcağız!” Yaklaşık iki yıl önce Şakayık Sokağındaki cafe’de başladığım çeviri en sonunda tamamlandı.
Hiç kuşkum yok, buna en çok, iki yıl boyunca çevirinin seyrini benden neredeyse her sohbette dinlemek zorunda kalan dostlarım sevinecek. Yakın çevreme verdiğim sıkıntıdan ötürü özür diliyorum.