Sigmund Freud’un Yaşamöyküsü ve Psikanalizin Başlangıç Evreleri “Şahsımı kasten bir örnek diye öne sürdüm hep, asla model, hele en kutsal bir nesne değil.» O L Freud’a Karşı Yaşamöyküsel İlgi ve öcanalizin* önemi Henüz sağlığında, kurduğu psikanalizin öğretileriyle hesaplaşmalar sürüp giderken, Freud’un özyaşamına karşı da ilgi duyulmaya başlanmıştı.
Aynı ilginin Freud’un yapıtlarıyla uğraşan, Freud’un yavaş yavaş gerisinde silinip gittiği bu yapıtlardaki nesnel dünya üzerine eğilen kişilerde de varlığını sürdürdüğünü tahmin edebiliriz. Böyle bir ilgi haklı nedenlere dayanmakta mıdır? Psikanalizin kurucusuna yönelik yaşamöykUsel sorgulama, bir sansasyon merakı ya da romantizm kokan bir dahi kültü gibi görülerek kolaycacık kaldırılıp bir kenara atılamaz.
Daha çok, Freud’un yapıtlarının tarihçesinden ve psikanaliz yönteminin kendine özgü yapısından kaynaklanıp düpedüz ciddiye alınması gereken kimi nedenlerin böyle bir ilginin dogmasına yol açtığını söyleyebiliriz.
Kuram, sayrıblllm (patoloji) ve sağaltım (tedavi) tekniğinde Freud’un ölümünden sonra başvurulan değişiklik ve bütünlemeleri bir yana bırakırsak, psikanaliz, bilim tarihinde kuşkusuz eşi görülmemiş bir kesinlikle * özanalls, analiz yapan kişinin kendi üzerinde uyguladığı analiz karşılığı kullanılmaktadır. (Ç.N.) bir tek kişinin eseridir.
Başlangıcını da yine kişisel ve bilimsel bunalımın tekil kişide varlığını sürdürüp birbirini karşılıklı etkilemesine borçludur. Bir bulucu (kâşif) olarak Freud’un çalışmalarındaki güçlük ve çetinliği öğrenmek İsteyenler, psikanalizin başlangıcındaki anahtar pozisyonu gözlerinin önünde canlandırmak zahmetine katlanmak zorunda kalacaktır; öyle bir pozisyon ki, zorunlu olarak parça pörçük rekontrükslyonu sırasında yasamöyküsel ilgi sözcüğün gerçek anlamıyla bilimsel ilgiye dönüşecek ya da tersi olacaktır.
İlgili çaba zahmet vericidir, çünkü halk diliyle aktarılan psikanalitik düşünceler günlük yaşama damgasını vurmaya başladığı için, bugün uzman çevreler dışında bile Freud kuramları konusunda ayrıntılı bilgi edinmek, ilgili kuramları gerek düşünce tarihinden, gerek günümüzün düşünsel yaşamından düpedüz kapı dışarı etmekten daha kolaydır.
Psikanalizin başlangıç pozisyonunun rekontrüksiyonu (diriltim) yorucu bir iştir; çünkü söz konusu bilimin önem bakımından birbirine denk Uç sürecin alabildiğine karmaşık biçimde iç içe geçmesinden oluşması, böyle bir rekontrüksiyon (diriltim) İşlemini güçleştirir. Üç süreçten biri, Preud’un fizyolojiden psikolojiye geçişi ve bllinçdışı ruhsal yaşama egemen yasaları birer birer bulgulaması;
ikincisi, sağaltımda blinçdışı etkileme ve telkin yönteminin atılacak yerine serbest çağrışımın ve melodik yoldan sağlanan sağaltımsal özduşününün* geçirilmesi; üçüncüsü de, Freud’un kendine yönelik gözlemlerinin giderek yoğunlaşıp bir özanalize dönüşmesidir. Geçen yüzyılın doksanlı yıllan, yukarıda sözü edilen olayların gerçekleştiği zaman dilimidir, 18S7 ve 1900 arasında doruk noktasına ulaşır.
İsteri konusundaki araştırmalarının tıp fakültesince benimsenmemesi üzerine, Freud daha o zamanlar Viyana” daki üniversile yaşamından çekip alır kendini. Titizlikle uyduğu yoğun günlük çalışma programları yaparak muayenehanesine çeki düzen verir; ancak, ailesini bu yoldan sürekli geçindireblleceği konusunda kuşkuludur.
Masaj, hidroterapi ve elektroterapl, aynca klasik ipnotizma gibi sinir hastalıklannın geleneksel sağaltım yöntemlerinden hanidir vazgeçmiştir. Gerçi psikolojik * Hastanın sağaltım (tedavi) sürecine bizzat düşünerek katılması. (Ç.N.) bir kuramı ele geçirmiş olmaktan henüz uzaktır, ama nevrotik hastalıkların beyindeki bir hasara (lezyon) bağlanamayacağını ya da kalıtsal ve değişken bir sinir yapısından kaynaklanmadığını, söz konusu rahatsızlıktan hastalardaki belli yaşantıları «anımsamalardan» ileri geldiğini artık bilmektedir.
Doksanlı yılların başında Josef Breuer’den devraldığı «katartik» yöntemle çalışır henüz; ilgili yöntemde ipnotizmadan yararlamlırsa da hastanın davranışım kaba bir biçimde etkilemek amacıyla değil, şiddetli duygusal dışavurumlarla kendini belli eden sayıklamalarını (fantazya) ve belirtilerin oluşumunu araştırmak için ilgili yola başvurulur.
Ama kısa bir süre sonra Freud ipnotizmadan da tümüyle el çeker, çokluk geçici sonuçlarından memnun değildir ipnotizmanın, onun yerine dikkatin belli nesneler üzerinde yoğunlaştırılması, yani «konsantrasyon tekniğini» geçirir; adı gecen teknikten yararlanarak hastanın anımsamalarını izlemeye çalışır, hastayı kendi hastalık belirtileri üzerinde konuşturur, ilgili yöntemi desteklemek üzere elini zaman zaman hastanın alnına kor.
18C6’da nihayet bütün bilinçdışı etkilemelere yönelik öğelerden gücü yettiği kadar temizler başvurduğu yöntemi, hastalan serbest çağrışımda bulunmaya, akıllarına ne gelirse olduğu gibi açıklamaya çağırır. Bilinçli bir tutumla belli anılar peşinde koşmanın çokluk başarısız kaldığını, dikkatin her şeyden önce karşıkoymalar üzerine yöneltilmesi gerektiğini, hastalan da hastalık belirtilerine yol açan nedense) ilişkileri görmekten yine ilgili karşıkoymalann alıkoyduğunu anlamıştır.
Serbest çağrışımın devreye sokulmasıyla sağaltım tekniğinde gerçekleşen yenilik, aynı zamanda hekimhasta ilişkisinin yeni •.« tanımını içerir. Freud, serbest çağrışımdan yararlanarak heklmhasta ilişkisinde her şeyi bilip düzenleyen hekim ve kısıtlılık altına alınmış hasta arasında hekimin otoriter davranışından kaynaklanan yükseklik farkını ortadan kaldırır.
Hastanın nevrotik rahatsızlığını onu küçük düşürücü temaruz (simulasyon) kuşkusundan kurtanr, birtakım anlamlı gizli ilişkilerin sayrısal (patalojik) bir dışavurumu görür rahatsızlığı; hekimin her türlü aktif müdahaleden kendini uzak tutarak, yani bir hayli zaman harcayıp adeta «boşlukta süzülen, objesi henüz belirlenmemiş bir dikkate» başvurarak, hastanın bildirimlerinden söz konusu ilişkileri bulup çıkarması gerektiğini ileri sürer, böylece ilk kez hastaya bir İşin kendisiyle ortak yürütüldüğü bir çalışma arkadaşı gözüyle bakar.
Çevresinde egemen birçok geleneğe Freud’un doğal olarak bağlılığı, entellektüel düzeydeki yetersizlikten, kaynaklanan bocalamaları ve kendi içindeki pasif eğilimler karşısında takındığı son derece ambivalent (çelişik) tutum düşünülürse, Freud’ un bu teknik yenilikleri hatm sayılır içsel karşıkoymalan yenerek gerçekleştirdiğini tahmin edebiliriz.
Ne var ki, yaşamının en verimli yıllarında öz varlığındaki karşıkoymalarla da savaşmasını Öğrenmiştir Freud. Gençlik yıllarındaki yazışmalardan ve nişanlıya mektuplardan bildiğimiz kadar, yaşamının henüz erken döneminde kendini yoğun gözlemlere koriu etmiştir; bunu yalnız psikolojik olaylara karşı baştan beri içinde beslediği ilgiden yapmamış, kendi nevrotik bozuklukları da onu buna zorlamıştır.
Daha seksenli ilk yıllarda nişanlısına yazdığı bir mektupta kendini delicesine çalışmaya vererek yatıştırmaya çalıştığı «sinirsellikten» ve «aşırı duyarlılıktan» söz açar, ruhsal durumundaki dönemsel (periyodik) alçalıp yükselmelerden, şiddetli yorgunluktan, başağfılarından ve siyatikten yakınır. Daha o zamanlar, özellikle beyin anatomisi mikroskop incelemeleriyle uğraşan ve zaten psikopatolojinin yetersiz terminolojisine pek aşina sayılmayan Freud, kendisinde «dört başı mamur bir nevrasteninin»2 varlığından söz açar ve bunun ailesinden devraldığı kalıtsal bir özellik sayılacağını söyler.
Ne var ki, geniş bir alana yayılan söz konusu belirtiler doksanlı yıllarda hayli güçlenir. Berlin’den doktor Wllhelm Flless’e, kişisel ve bilimsel gelişimi için son derece nazik bu dönemdeki tek arkadaşına yazdığı mektuplar giderek artan bir bunalımın dışavurumlarıyla dolup taşar.
Huh durumundaki dalgalanmalar kötüye gider zamanla, güçlü bir özgüven duygusu ve alabildiğine şiddetli bir ruh çöküntüsü dönemsel (periyodik) olarak hızla birbirini kovalar; gerçi Freud hekimlik uğraşını titizlikle sürdürür yine, ama hafif bilinç bulanıkhğıyla kendini açığa vuran «komik durumlar —alacakaranlık düşünceleri— delirme kuşkueu»3 bilimsel çalışmalarını ağır biçimde engeller.
Bilimsel araştırmalara ayırdığı akşamları böylesi durumlarda satranç ve İskambil oynamakla geçirir, antik kentlerin konum planlarını inceler, kitapların sayfalarını kesip açar vb. Fliess’e yazdığı mektuplarında şikâyetlerini açıkça «nevroz belirtileri» diye niteler, kendi «küçük isterisi*» diye gösterir bunları.
Küçük isterisinin en belirgin dışavurumlarından biri de yolculukla ilgili korku nöbetleridir; hatta Freud’un kendisi bazan bir «tren fobisinden»» dem vurur. İlgili şikayetlere migrenler, gripal bir enfeksiyonun ardından akut kalp rahatsızlıkları, «en ağırından bir ritim bozukluğu (aritmi), kalp yöresinde sürekli gerilim sıkışma yanma, sol koldan aşağılara inen bir sıcaklık*» gibi bedensel (somatik) belirtiler de gelip katılır; ilgili belirtiler, vaktinden önce yaşlanma ve erkenden ölme konusunda Freud’un ruhundaki aşırı depresif sezgileri haklı çıkarır gibidir.
Ne var ki, bu arada, nikotin düşkünlüğünün ve boyuna yeniden girişilip başarısız kalan vazgeçme (abstinens) çabalarının da yer aldığı söz konusu şikâyetlerden bağımsız, nevrozların semptomatolojisi, hekim ve bilim adamı kimliğiyle sürdürdüğü çalışmaların ana konusunu oluşturmuştur.
Dolayısıyla, bilimsel çalışmayı ve özgözlemi bağdaştıran Freud, nevroz belirtilerini sistemli biçimde kendi üzerinde incelemeye koyulur giderek; çünkü «günün bütün saatlerinde nevrozları anlayacağım diye kahrolan bir hekimin kendi ruhundaki depresyonun mantıksal? bir nedene mi dayandığını, yoksa hipokondrik (hastalık hastalarına özgü) bir durum mu sayılacağını bilmemesi tatsız bir şeydir”.»
Ne var ki, asıl özanalize, yani günün belli bir saatinde şaşmaz bir disipline uyularak sürdürülen metodik bir kendini deşme ve sorgulama işlemine, Freud ancak 1897 yazında kırk bir yaşındayken başvurur. Nedeni de durumundaki son bir kötüleşme, yani analizin çok sonradan gün ışığına çıkaracağı gibi babasının 1896’da ölümünün ruhunda estirdiği korkunç duygu kasırgasıdır. Geride bırakılması gereken yas günleri babasına karşı ilişkisine egemen o köklü ikili duygunun (ambivalens) savunu mekanizmasında gedikler açmıştır.
Beri yandan, yine babanın ölümünden kaynaklanan yas, kendisini Fliess’e karşı duyduğu bağımlılık sorunuyla yüz yüze getirmiştir; bu da, Freud’un ruh dengesinin sarsılmasına yol açan İkinci ana nedendir ve birincisiyle sıkı bir İlişki İçindedir.