Dünyayı yaratan Tanrı’nın adıyla. İnsanoğlunu sürekli baskı altında tutan gereksinimler arasında en çetin ve yaygın olanı yeme gereksinimidir. Bu gereksinim yaşamla bağlantılıdır. Çünkü tükettiğimiz güçlerin karşılanması ve bedenimizin zayıf kalmaması için yiyeceklerle onun yerine güç bulmak zorundayız. Yaşam, sönmemesi için sürekli yanıcı maddeyle beslenmesi gereken ateşkedeye benzer.
Açlık öylesine acımasız bir komutandır ki onun zulmü bir an bile rahat bırakmaz bizi. Yaşamak için yemek gerek! Bugün yemeli, yarın yemeli, hep yemeliyiz. Kör ve vahşi bir istek, sağır ve zorunlu bir gereksinim bizi bu işe zorlar hep. Hayvanlardaki tüm hisleri ve iradeyi aynı gereksinim kendine çekmiştir.
Öte yandan, vahşi yaşam sürdüren insanlar yemek dışında başka bir zevk ve mutluluk bilmezler. Uygar insanlar yüce fikirler peşinde olsalar da yeme içme konusunu düşünmekten geri durmamışlardır. Bedendeki tüm organlar midenin kölesi olup, yiyecek aramaya yararlar. Dış duygular bu telaş içinde yol göstermeye çalışırken, psikolojik davranışlar da yiyecek elde etmeye ve bunların iyi veya kötü olduğunu ayırt etmeye yarar.
Bu içgüdüsel istek hayvanlarda çok daha hassaslaşmıştır. Her hayvan kendi bünyesine ve gereksinimlerine uygun olan yiyeceği titizlikle ayırt ederek yer. Ancak, bu yasaya tek başkaldıran canlı insanoğludur. Sanırım bu duygu uygar insanda yoktur.
Her insan topluluğunun seçtiği yiyecek diğer gruptakinin yiyeceğiyle çelişkilidir. Belirli bir yöntem de izlenmemiştir bu seçimde. Bu da insanın diğer canlılar gibi kendi yiyeceğine güvenmediğinin göstergesidir. İnsan yaşamında seçilen yiyecek tarzı kadar önemli bir şey olamaz. Çünkü hepimiz yaşam ışığımızı yiyecekten alırız.
Zihinsel özelliklerimizle bedensel güçlerimiz üzerinde yadsınamaz bir etkisi vardır bunun. İnsanoğlunun uygarlık tarihi yiyecek üstüne kurulmuştur. Kargaşalar, saldırılar, savaşlar, göçler, sınıflararası kin güdüşler, ülkelerde baş gösteren ayaklanmaların temel nedeninde hep besin sorunu yatar. Önemli olan şey şunun bilincinde olmaktır: Doğal ürünlerle dolu dünyamız bizim gereksinimlerimize göre düzenlenmiştir.
Renk renk yiyecekler arasında hangisinin beslenme açısından daha doğal, ahlaksal, sağlıklı ve tercih edilir olduğunu bilmeyiz. Hayvanları üç gruba ayırmışlardır: Otobur, etobur ve her şeyi yiyenler. Görünüşe göre, insan kendisini üçüncü grupta değerlendirmektedir. Biz de felsefe ve tabiat bilimleri ile gözlemlerimizden yola çıkarak insanın yanıldığını, onun doğal ve sağlıklı besininin bitkilerden ibaret olduğunu göstermeye çalışacağız. İşte bu, kitapçığımızın asıl k o n u s u n u o l u ş t u r m a k t a d ı r . P a r i s ,
Konuya girmeden önce otoburluk alışkanlığından kaynaklanan zulüm ve yırtıcılığı göz önüne getirelim. Et yeme gereksinimi ya da lezzetinin her gün binlerce evcil hayvanın öldürülmesine neden olduğunu biliyor musunuz acaba? Avlaklarda, balıkçılarda, tavukçularda vs yerlerde her gün kurban edilmeye mahkûm biçare ve sayısız hayvan ordusunu sayacak olursak, bu hassas varlıkların sayısı dört yüz milyonu aşar.
Bunlar her yıl insanoğlunun fasitleşmiş tat alma duygusu ve mide düşkünlüğü uğruna öldürülmektedirler. Yapılan hesaba göre, bu uğursuz katliamdan oluşan kan selinde rahatça gemi yüzdürülebilir. Ama bunların kurban edilişleri o kadar da kolay gerçekleşmiyor. Öldürmeden önce hayvana vahşice davranıyorlar.
Hayvan sürüleri uzak şehirlerden on beş veya otuz gün boyunca sopa veya kamçı darbeleri altında naklediliyor. Hayvanlar yorgunluktan yığılacak olsalar, üvendirelerle kaldırılıyorlar. Kimi zaman birkaç gün yemeden içmeden yakıcı güneş altında ya da pis ve kokmuş ağıllarda bırakılıyorlar. Bunlardan bazıları ölüyor.
Ya da biri doğuracak olsa, sürüden geri kalmasın diye yavrusunu annesinin gözü önünde kesiyorlar. Hayvancıklar daha yol yorgunluğunu atmadan kamçıyla mezbahaya gönderiliyorlar. Bu pis ve hüzün verici binaya girer girmez yürek sıkıştıran kan kokusu, nemli zemin, her yandan akan taze kan, hayvanların canhıraş feryatları, kendi kanma bulanmış ve seğiren cesetler, iki tarafına leş asılmış yarı canlı cılız atlar, leşleri satın almak için koşuşturan kasaplar, öte yandan koyunların iniltisi, uğultular, insanların küfürleri, bağırıp çağırmaları.
Zavallı hayvanlar bu çirkin manzaradan, kokuşmuş et kokusundan ve kardeşlerinin kanından kendi başlarına gelecek korkunç macerayı tahmin ediyorlar. Onları ağırlayanlar, yırtıcı ve tamahkâr çehreleriyle yaklaşıyorlar. Her birinin elinde kanlı bir bıçak ve satır. Önlükleri kararmaya yüz tutmuş ve pıhtılaşmış kanla parlıyor.
Sonra hayvanları zorla birbirinden ayırarak, sürükleye sürükleye bir köşeye götürüyorlar; ayaklarını bağlayıp büküyorlar. Hayvan ayağa kalkmaya yeltense tekmeyle, zorla yere yıkıyorlar. Bu canavarların elinden canını kurtarmak için delicesine çırpınıyor hayvan. Ama kasap onun başını büktüğü gibi parçalıyor boğazını bıçakla. İşte o zaman kan fışkırmaya başlıyor. Ciğerlerinden her hava çıkışında boğuk bir ses geliyor ve etrafa kan saçılıyor.
Daha sonra bir süre çırpınarak kan revan içinde kalıyor. Henüz canı çıkmamışken başını vücudundan ayırıyorlar. Hayvanın birkaç dakika önce hayat dolu o parlak ve siyah gözlerine ölümün perdesi iniyor. Dili kanlı köpüklerle ağzından sarkıyor. Sonra karnını yarıp mide ve bağırsaklarını çıkarıyorlar. Dışkı kokusu, havaya yükselen buhar ve üstünde sinek ve sivrisineklerin uçuştuğu kokuşmuş galiz kan çirkin ve korkunç bir görünüm alıyor.
Kasaplar hayvanın bağırsak ve kanına ellerini daldırdıktan sonra derisini ayırıyorlar. Sonra hayvanların titrek cesetlerini, kesik başları, morarmış şakakları, parçalanmış karınları, öldürülmeden önce vurulan sopa ve kamçı izlerinin belli olduğu kırmızı ciğerleriyle arabada bir kancaya asarak ya da at sırtında kasap dükkânlarına gönderiyorlar.
Onlar da bu leşleri paramparça ediyorlar. Elleri, önlükleri yeniden kan içinde kalıyor. Öldürülen hayvanın bu parçaları da satışa çıkıyor. İnsanlar midelerini bu murdar etle dolduruyor. Her evden yemek sırasında, bin bir şekilde süslenen, kızartılıp pişirilmiş adalenin mide bulandıran kokusu yükseliyor. Çocuğu, kadını, erkeği bu parçaları yiyor.
Bunlar terbiye, ahlak zarafeti, namus, iffet ve şefkatten dem vuran insanlar! Yargıç, imam, öğretmen, şair, edip, ressam, yazar ve hayatta para ve boğaz düşkünlüğünden daha yüce emellerin olduğunu sanan herkesin midesi, düşünmek istedikleri vakit, bu canlıların leş ve pıhtılaşmış kanlarıyla dolu! Bu hal, hayvanlara işkence etmek bir yana, hiç gerek yokken insanın acıma duygularını ve doğadaki varlıklarla birleşmesini kendi içinde zorla bastırması nedeniyle çok korkunçtur.
Bunlar, insanların sütünü sağdığı, yünlerini giydiği, çocukların oyun arkadaşı olan zararsız ve evcil hayvanlardır. Bu da yetmiyormuş gibi kanlarını içmek isterler. Şefkat! Ne saçma ve boş bir kelime! Birazcık hassas kalpleri olsa, kamu ve özel sektördeki mezbahalarda kesilen tüm hayvanların acizlik ve yakarış dolu bakışlarını, acılı inleyişlerini ve uğradıkları işkenceyi düşünseler, canlıların etini yemekten nefret edeceklerdir.