Hiç tereddütsüz 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak görülebilir Michel Foucalt. Onun önemi, her şeyden önce, çağdaş Batı felsefesinde tarihdışı niteliğe sahip olduğu kabul edilen “özne” kavramını tarihselleştirme çabasından kaynaklanır. Düşünür, başta elinizdeki kitap olmak üzere birçok çalışmasında öznenin bir felsefi kategori olarak kuruluşuna dair kışkırtıcı sorular ortaya atar: “Özne” dediğimiz şey tarihsel süreç içinde nasıl kurulmuştur? Bu kuruluş sürecini hangi söylemsel çerçeveler, hangi bilgi/iktidar mekanizmaları, hangi hakikat oyunları kuşatır? Bireyselleştikçe, yani kendimizi eylemlerimizin birer “özne”si olarak gördükçe özgürleştiğimiz düşüncesini hangi devasa tertibatlar ayakta tutar?
Cinselliğin Tarihi, kariyeri boyunca akıl hastalığının, tıbbın ve hapishanenin tarihi üzerine kafa yoran Foucault’nun son çalışması olur.
Ona göre cinsellik, baskıcı bir iktidarın biçimini işleyişinde merkezi konumda bulunan bir tertibattır. Bu tertibat, kendimizi birer “özne” olarak kurmamızda vazgeçilmez işlevler yüklenir; seks etkinliğimizin bizdeki en “doğal”, en “temel”, dolayısıyla da en “öznel” boyut olduğunu tekrar tekrar anımsatır. Bu tertibata göre bir “özne” olara kendimizi tanımak istiyorsak, cinsellik denen şey üzerine kafa yormalı, onun alabildiğine anlaşılır kılmalı, söyleme dökmeli ve ne olduğumuzu ona sormalıyızdır. Ancak, der Foucalt, söz konusu tertibat, içimizdeki o meçhul “otantik benliği” açığa çıkardığına inandığımız ölçüde bizimle bütünleşir, görünmez hale gelir ve elimizden kaçar.
Bu noktada, elinizdeki çalışmanın başta siyaset felsefesi olmak üzere sosyal bilimlerin tüm alanlarında çığır açan özelliği ortaya çıkar:
Cinsellik sorunuyla birlikte ortaya atılan, her şeyden önce bir iktidar sorunudur. Ancak bu sorunu doğru anlayabilmek için de, Batı’daki klasik siyaset düşüncesinin yüzyıllardır kabul ettiği “baskıcı iktidar” düşüncesini bir kenara bırakmak, yepyeni bir iktidar kuramı geliştirmek; özgürleşmeye alternatif olarak kendini yaratmayı, arzunun özgürleşmesi yerine zevki yoğunlaştırmayı öne çıkarmak gerekir. İşte elinizdeki kitap, bu yeni iktidar kuramının ortaya atıldığı en metinlerden biridir. Bütün ilişkilerde içkin olarak mevcut olan, yukarıdan değil aşağıdan gelen, sadece yok etmeyip aynı zamanda da üreten ve yeni direniş olanaklarını da beraberinde getiren bu yeni iktidar biçimi, en parlak ifadesini bu metinde bulur. Yazık ki tamamlanmamış bu çalışmanın, sadece olağanüstü bir tarih çalışması değil, aynı zamanda sosyal bilimleri derinden sarsan bir felsefe metni olduğunu unutmamak gerekir.
***
İçindekiler
Birinci kitap
Bilme istenci
I. BİZ. (ÖTEKİ) VİKTORYENLER 11
II. BASKI VARSAYIMI 20
A. “Söylem”e kışkırtma 20
B. Sapkın yerleştirme 34
III. SCIENTIA SEXUALIS (CİNSEL BİLİM) 45
IV. CİNSELLİK TERTİBATI 61
A. Amaç 64
B. Yöntem 71
C. Alan 79
D. Dönemselleştirme 87
V. ÖLÜM ÜZERİNDE HAK VE YAŞAM ÜZERİNDE İKTİDAR 99
İkinci kitap
Hazların kullanımı
— Giriş 121
A. Değişiklikler 121
B. Sorunsallaştırma biçimleri 129
C. Ahlâk ve kendilik pratiği 137
I. HAZLARIN AHLAKSAL OLARAK SORUNSALLAŞTIRILMASI 144
A. Aphrodisia 146
B. Chresis 158
C. Enkrateia 166
D. Özgürlük ve hakikat 179
II. PERHİZ BİLGİSİ 192
A. Genel olarak rejim üzerine 193
B. Haz perhizi 201
C. Riskler ve tehlikeler 206
D. Edim, sarfiyat, ölüm 212
III. İKTİSAT BİLGİSİ 224
A. Evliliğin erdemi 224
B. İshomakhos’un hanesi 231
C. Üç itidal politikası 241
IV. EROTİZM BİLGİSİ 256
A. Sorunsal nitelikli bir ilişki 256
B. Oğlanın onuru 270
C. Hazzın nesnesi 278
V. HAKİKİ AŞK 287
— Sonuç 302
Üçüncü kitap
Kendilik kaygısı
I. HAZLARIN DÜŞLENMESİ 309
A. Artemidoros’un yöntemi 310
B. Çözümleme 320
C. Rüya ve edim 326
II. KENDİLİK KÜLTÜRÜ 336
III. KENDİLİK VE ÖTEKİLER 363
A. Evliliğin rolü 364
B. Siyaset oyunu 371
IV. BEDEN 384
A. Galenus 388
B. İyi mi kötü mü? 393
C. Hazların düzeni 402
D. Ruhun çalışması 409
V. KADIN 420
A. Evlilik bağı 422
B. Tekel sorunu 434
C. Evliliğin hazları 443
VI. OĞLANLAR 451
A. Plutarkhos 454
B. Pseudo-Lukianos 469
C. Yeni bir erotizm yaklaşımı 480
— Sonuç 482
— Çevirmenin notu 491
— Metinde adı geçen yapıtlar 493
— Dizin 500
I
Biz, (Öteki) Viktoryenler…*
Rivayet odur ki uzun zaman Viktoryen bir düzene katlandık ve bugün hâlâ katlanıyoruz. O görkemli iffet düşkünlüğü, tutuk, suskun vc ikiyüzlü cinselliğimize adeta mührünü vurmuştur.
XVII. yüzyılın başında belli bir açıkyürekliliğin hâlâ mevcut olduğu söylenir. Buna göre o dönemde davranışlar hiç de gizlilik peşinde değildi; sözcükler fazla duraksamaya, şeyler de pek çehre değiştirmeye gereksinmeksizin söylenirdi; insanların, yasak olanla hoşgörülü bir içlidışlılığı vardı. Kaba, müstehcen ve uygunsuz olanın ölçütleri, XIX. yüzyılınkilerle karşılaştırıldığında oldukça gevşekti. Doğrudan hareketler, utanmasız söylemler, gözle görülür taşkınlıklar, gözler önüne serilen ve kolayca birbirine sarılan vücutlar, yetişkinlerin gülüşleri arasında sıkılmadan ve rezalete neden olmadan dolaşan fırlama çocuklar: Bedenler “cazibelerini sergiliyordu.”
Bu rivayete göre, bu aydınlık gündüz döneminin ardından gelen kısa bir gün batınımın sonrasında Viktoryen burjuvazinin tekdüze gecesine varılmıştır. İşte o zaman cinsellik titiz bir biçimde kapatılır. Yeni bir mekâna taşınır. Karı kocadan oluşan aile el koyar cinselliğe. Ve onu, üreme işlevinin ciddiyeti içinde bütünüyle yutar. Cinsellik konusunda çeneler kapanır. Yalnızca meşru ve döl veren çiftin borusu öter. Kendisini model olarak kabul ettiren, kuralı geçerli kılan, gerçeği avcunda tutan çift, sır ilkesini kendine saklamak koşuluyla söz hakkına sahiptir. Toplumsal uzamda olduğu gibi, her evin de merkezinde, resmen tanınan, aynı zamanda da fayda ve verim getiren tek bir mekân vardır: ana babanın yatak odası. Bunun dışında kalanınsa silinmekten başka çaresi yoktur. Tutumların edebe uygunluğu bedenleri yok eder, sözcüklerin ağırbaşlılığı söylemleri tertemiz yapar. Verimsiz olansa, eğer çok üsteleyecek ve ortalıkta görünecek olursa anormale dönüşür: O statüye girer ve bunun yaptırımlarına katlanmak zorunda kalır.
Üremeye yönelik olarak düzenlenmeyen ya da onun tarafından çehresi değiştirilemeyen hiçbir şeyin ne yeri vardır ne de yasası. Ne de söz hakkı… Bu tür şeyler hem kovulmuş, hem reddedilmiş, hem de suskunluğa mahkûm edilmiştir. Bunlar yalnızca var olmamakla kalmaz, aynı zamanda var olmamak zorundadır ve -edim ya da söz biçiminde- ilk ortaya çıktığında yok edilecektir. Örneğin çocuklar… Çok iyi biliriz ki, çocukların cinselliği yoktur; bu da cinselliği onlara yasaklamak, sözünü etmelerini engellemek, cinselliği sergilemeye kalkışacakları her yerde gözleri kapayıp kulakları tıkamak, onlara genel ve titiz bir suskunluğu dayatmak için gerekli bir nedendir. Baskıya özgü olan şey budur işte; onu basit bir ceza kanununun yasaklarından ayıran da bu olmalıdır. Baskı hem yok olmaya mahkûm etme işlevi görür, hem de bir susma emri, varolmayışın olumlanması ve dolayısıyla da tüm bu konularda söylenecek, görülecek ya da bilinecek hiçbir şey olmadığının tespit edilmesini sağlayacak biçimde işler. İşte burjuva toplumlarımızın ikiyüzlülüğü, kendi sakat mantığı içinde böylecc yol alır. Bununla birlikte birkaç ödün vermek zorunda da kalır bu ikiyüzlülük. İlle de meşru olmayan cinselliklere bir yer ayırmak gerekiyorsa, en iyisi bunların başka yerde gürültü koparmalarıdır: Üretim değilse bile, hiç olmazsa kâr çarklarına yeniden sokulabilecek bir mekânda… İşte hoşgörülen bu yerler, genelevler ve sağlıkevleri olacaktır. Fahişe, müşterisi ve pezevengi, psikiyatrist ve histerik hastası -Stephen Marcus’ün deyişiyle, şu “öteki Viktoryenler”- söylenmeyen hazzı, hesaplanabilir şeyler düzeyine gizlice dahil etmektedir; o zamana değin üstü kapalı bir biçimde hoşgörülen sözcükler ve hareketler, orada yüksek fiyatla alınıp satılır. Yaban cinsellik, gerçek olanın iyice yalıtılmış biçimlerine ve kodlanmış, sınırlandırılmış yeraltı söylemlerine ulaşma hakkına, ancak orada sahip olacaktır. Modern püritenlik, bunların dışında her yerde üçlü yasasını dayatmıştır: yasaklama, yok sayma ve suskunluk.
Cinselliğin tarihinin her şeyden önce yükselen bir baskının güncesi olarak okunmasının mccburi olduğu bu iki yüzyıldan acaba paçamızı kurtarabildik mi? Bu soruya yanıt olarak “pek az” denecektir bize. Belki biraz Freud aracılığıyla… Ama nasıl ihtiyatlı, nasıl tıbbi bir dikkatle, bilimin verdiği bir zararsızlık güvencesiyle her şeyi “taşma” tehlikesi olmaksızın en emin ve en uygun yerde, divanla söylem arasında tutabilmek için, yatak üzerine yararlı bir fısıltı daha yaratmak için, ne tedbirlerle varıldı bu noktaya. Zaten başka türlü olabilir miydi? Madem ki baskı, ilkçağdan itibaren gerçekten de iktidar, bilme ve cinsiyet arasındaki ilişkinin temel kipini oluşturmuştur, bundan ancak hatırı sayılır bir karşılık ödemekle kurtulabiliriz, derler bize. Bunun için de, yasalara karşı gelinmesi, yasakların kalkması, sözün birdenbire ortaya çıkması, hazzın gerçek içindeki yerini yeniden alması ve iktidar mekanizmalarına yepyeni bir düzenin getirilmesi gerekecektir; çünkü en ufak hakikat kırıntısı bile siyasal koşullanmaya tabidir. Dolayısıyla ne basit bir tıbbi pratikten, ne de, sıkı bile olsa kuramsal bir söylemden böylesi sonuçlar beklenebilir. Freud’un uygunculuğu (konformizm), psikanalizin normalleştirici işlevleri, Reich’ın büyük taşkınlıklarının altında yatan onca çekingenlik ve cinsiyet “bilimi”nin ya da seksolojinin pek de karanlık olmayan pratiklerinin güvence altına aldığı tüm bütünleştirici etkiler bu yüzden suçlanır.
Cinselliğin modern biçimde bastırılmasına ilişkin bu söylem, ayağını sağlam yere basmaktadır. Bu da, herhalde, söz konusu söylemin kullanım kolaylığından gelir. Ciddi bir tarihsel ve siyasal kefili vardır bu söylemin. Baskı çağının yüzyıllar boyu süren serbestlik ve özgür ifade sonrasında, yani XVII. yüzyılda başlatılması sayesinde, onun kapitalizmin gelişmesiyle çakışması sağlanır; böylece baskı çağı burjuva düzeniyle tekvücut olacaktır. Cinselliğin ve ona yapılan eziyetlerin küçük güncesi hemen üretim tarzlarının şatafatlı tarihiyle çakıştırılır; bu yolla, söz konusu güncenin değersizliği ortadan kalkar. Olgunun kendisine ilişkin açıklayıcı bir ilke belirir: Cinsellik böylesine katı bir biçimde bastırılıyorsa, bunun nedeni genel ve yaygın bir işe koşma çabasıyla uyuşmazlığıdır; işgücünün sistemli olarak sömürüldüğü dönemde, bu gücün, yeniden üretilmesini sağlayacak olan -ve asgari düzeye indirilmiş durumdaki- hazlar dışındaki hazlara yönelerek dağılması hoşgörülebilir miydi? Her ne kadar cinsellik ve etkileri pek o kadar kolay deşifre edilemese de, bunların uğradığı baskı, bu şekilde konumlandırıldığında kolayca çözümlenir. Ve bu yolla cinsellik davası -hem cinsellik özgürlüğüne, hem de cinselliğe ilişkin bilgi edinme ve konuşma hakkına dair dava- tam bir meşruluk çerçevesinde siyasal bir davanın onuruna bağlanır: Cinsellik de, gelecek içinde yerini alır. Şüpheci bir mantık, cinselliğin tarihine bu denli dikkate değer bir destek sağlamak için alınan tüm önlemlerin hâlâ eski utangaçlıkların izini taşıyıp taşımadığını düşünebilir. Öyle ya, böyle bir söylemin oluşturulması ya da kabul edilmesi için bu türden değer kazandıran bağıntılar kurmak şart olmasa gerekir.
Ama bizim cinsellik ve iktidar ilişkilerini baskı terimleriyle dile getirmemizi böylesine gönül okşayıcı kılan bir başka neden de olabilir. Bunu, konuşanın ayrıcalığı biçiminde adlandırabiliriz. Eğer cinsellik bastırılıyor, yani yasak, yok sayılma ve suskunluğa itiliyorsa, salt onun ve bastırılmasının sözünü etmek bile kararlı bir karşı çıkma havası taşır. Bu dili konuşan kişi, belli bir noktaya kadar iktidar dışında kalır; yasayı sarsan mütevazı bir biçimde de olsa gelecekteki özgürlüğün koşullarını hazırlar. Günümüzde cinsellikten söz ederken başvurulan teşrifatın nedeni budur. XIX. yüzyılın ilk demografları ve psikiyatristleri cinselliğe değinmek zorunda kaldıkları zaman, okurlarının dikkatini böylesine bayağı ve boş şeyler üzerine çektikleri için af dilemeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Bizler ise, onlarca yıldır, bu konudan, biraz olsun hava atmadan söz etmez olduk: Kurulu düzene meydan okumanın bilinci, ne kadar yıkıcı olduğumuzu bildiğimizi gösteren bir ses tonu, bugüne karşı komplo kurmanın ve gelişini çabuklaştırmaya katkıda bulunduğumuza inandığımız bir geleceği davet etmenin coşkusu. Cinselliğin bastırılmasına ilişkin bu söylemde, başkaldırmayı, vaat edilen özgürlüğü, başka bir yasanın yaklaşan çağını çağrıştıran bir şeyler vardır. Kehanetin geleneksel işlevlerinin bazıları bu söylemde yeniden harekete geçer. İyi cinsellik belki yarın, belki yarından da yakındır. Gülünç olma korkusu ya da tarihin burukluğu nedeniyle, pek çoğumuzun bağdaştırmaya çekindiği şeyleri, üstü kapalı da olsa, hâlâ bir arada düşünebilmemiz, bu baskının var olduğunu öne sürmemiz sayesindedir. Bunlarsa, devrim ve mutluluk; ya da devrim ve başka, daha yeni, daha güzel bir beden; ya da devrim ve hazdır. İktidarlara karşı çıkmak, hakikati söylemek ve doyum vaat etmek; esini, özgürleştirmeyi ve çoğaltılmış şehvetleri birbirlerine bağlamak; bilmenin coşkusunun, yasayı değiştirme istencinin ve umut edilen bir cennetin buluştuğu bir söylemi benimsemek. Cinsellikten baskı terimleri ile söz etmekteki inadımızı destekleyen şeyler herhalde bunlardır; aynı biçimde, yalnızca, cinselliğe ilişkin söylenen her şeye değil, aynı zamanda bunun kârını toplamak isteyenlere salt kulak kabartmaya bile verilen ticari değer de belki böyle açıklanabilir. Eninde sonunda, birtakım görevli memurların, insanların cinsellik konusundaki sırlarını dinledikleri için ücret aldıkları tek uygarlık bizimkidir? Sanki cinsellikten söz etme arzusu ve bundan beklenen çıkar dinleme olanaklarını fazlasıyla aşmış gibi, bazıları kulaklarını kiralığa bile çıkarmışlardır.
Ama bana bu iktisadi yansımadan daha temel görünen şey, çağımızda, cinselliğin, hakikatin açıklanmasının, dünyayı yöneten yasanın altüst edilmesinin, başka bir çağın müjdelenmesinin ve belli bir mutluluk vaadinin birbirine bağlı olduğu bir söylemin var olmasıdır. Cinsellik, günümüzde, Batı’nın pek aşina olduğumuz ve pek önem atfedilen o eski formuna, yani vaaza dayanak teşkil etmektedir. Birkaç on yıl öncesinden itibaren toplumlarımızda -kendine özgü kurnaz tanrıbilimcileri ve halk düzeyinde sözcüleri olan- büyük bir cinsel vaaz kol gezdi; eski düzeni çekiştirdi, ikiyüzlülükleri kınadı, dolaysız ve gerçek olanın hakkını dile getirdi, bir başka toplumun düşlenmesini sağladı. Fransiskenleri düşünelim. Ve uzun süre devrim tasarısına eşlik eden lirizmin ve dinsclliğin nasıl olup da Batılı ve sınai toplumlarda, hiç olmazsa büyük bir bölümüyle cinselliğe aktarıldığını soralım kendi kendimize.
Bastırılan cinsellik düşüncesi böylece sadece bir kuram meselesi olmaktan çıkar. İkiyüzlü, meşgul ve hesapçı burjuvazinin döneminde olduğu kadar hiçbir zaman boyunduruk altına alınmamış bir cinselliğin evetlenmesi, cinselliğe ilişkin hakikati söylemeyi, onun gerçek içindeki düzenini değiştirmeyi, ona uygulanan yasayı yıkmayı, onun geleceğini farklılaştırmayı amaçlayan bir söylemin coşkusuyla birbirine bağlıdır. Ezmenin dillendirilmesiyle vaazın biçimi birbirlerine gönderme yapar ve birbirlerini güçlendirirler. Cinselliğin bastırılmadığını, daha doğrusu cinsellikle iktidar arasındaki ilişkinin bir baskı ilişkisi olmadığını söylemek, yalnızca kısır bir paradoksa yol açma tehlikesini taşır. Bunun söylenmesiyle, yalnızca iyice benimsenmiş bir sava çatılmaz; aynı zamanda o savın temelini oluşturan bütün bir düzene, bütün söylemsel “çıkarlar”a da karşı gelinir.
Bu kitabın hem bir girişini hem de ilk kuşbakışını oluşturduğu tarihsel çözümlemeler dizisini işte bu noktada konumlandırmak isterim. Buradaki amaç tarihsel olarak anlamlı birkaç noktaya parmak basılması ve bazı kuramsal sorunların taslağının çıkartılmasıdır. Söz konusu olan, genelde yüz yılı aşkın bir zamandan bu yana, ikiyüzlülüğü nedeniyle kendini gürültülü bir biçimde hırpalayan, kendi suskunluğunun gevezeliğini eden, söylemediğinin ayrıntılarını vermek için çabalayan, uyguladığı iktidarları kınayan ve kendisini ayakta tutmuş olan yasalardan kurtulmayı vaat eden bir toplumun durumunu sorgulamaktır. Gözden geçirmek istediğim, yalnızca bu söylemler değil, aynı zamanda onları ayakta tutan istenç ve destekleyen stratejik niyettir. Dile getirmek istediğim soru “neden baskı altındayız?” değil, neden böylesine tutkuyla ve yakın geçmişimize, günümüze ve kendimize karşı bu denli büyük bir hınçla, baskı altında olduğumuzu söylediğimizdir. Cinselliğin reddedildiğini ileri sürme, onu gizlediğimizi gösterişli bir biçimde gösterme ve cinsellikten konuşmadığımızı söyleme -ki bunu açık sözlerle dile getirerek, cinselliği en çıplak gerçekliğiyle göstermeye çalışarak, onu gücünün ve sonuçlarının olgusallığı çerçevesinde evetleyerek gerçekleştirdik- sonucuna hangi dolambaçlardan geçerek vardık? Cinsellik ile günahın neden böylesine uzun zaman bağdaştırıldığını düşünmek hiç kuşkusuz meşrudur -aslında hem bu bağdaştırma sürecinin nasıl oluştuğunu görmek, hem de aceleci ve bütünsel bir biçimde cinselliğin “mahkûm edildiğini” söylemekten kaçınmak gerekir- ancak cinselliği bir zamanlar günah olarak gördüğümüz için günümüzde neden bu denli suçluluk duyduğumuzu da düşünmemiz gerekir. Cinselliğimize karşı “hatalı” hir duruma ulaşana kadar hangi yollardan geçtik? Peki ya uzun zaman boyunca, hatta bugün bile iktidarı kötüye kullanarak cinselliğe karşı “günah işlediğini” kendi kendine söyleyecek kadar nevi şahsına münhasır bir uygarlık olana kadar ne aşamalardan geçtik? Bizi cinsel etkinliğin günahkâr doğasından kurtarmayı iddia etmesine karşın, hem söz koniisu suçlu doğa üzerine düşünmeye, hem de bu inançtan hareketle felakete götüren sonuçlar çıkarmaya yol açan büyük bir tarihsel suçu omuzlarımıza yükleyen bu dönüşüm nasıl oluştu?
Bu durumda şöyle bir yanıtla karşılaşabilirim: Günümüzde bu baskının var olduğunu kabul eden bunca insan varsa, bunun nedeni baskının tarihsel açıdan apaçık olmasıdır. Yine aynı biçimde eğer insanlar baskıdan böylesine uzun süredir ve bol miktarda söz ediyorlarsa, bu da baskının ta derinlere kök saldığını, sağlam temelleri ve nedenleri olduğunu ve cinsellik üzerine bu kadar ağırlığını koyduğu için ondan tek bir kınamayla kurtulamayacağımızı gösterir; uğraşın uzun olması kaçınılmazdır. İktidarın -özellikle de bizim toplumumuzdaki gibi bir iktidarın- esas özelliğinin baskıcı olması ve gereksiz enerjileri, haz yoğunluklarını ve kuraldışı davranışları özel bir titizlikle bastırması olduğu oranda, bu uğraş daha da uzun sürecektir. Dolayısıyla bu baskıcı iktidara karşı başlatılan özgürleşme sürecinin etkilerinin gün ışığına çıkmasının pek de çabuk olması beklenemez. Cinsellikten özgürce söz etme ve onu gerçekliği çerçevesinde kabullenme girişimi, binlerce yıllık bir tarihin çizgisine öylesine yabancıdır ve iktidara içkin mekanizmalara öylesine terstir ki, uğraşında başarıya ulaşmadan önce uzun süre sürüklenir durur.
Ne var ki benim “baskıcı varsayım” diye adlandıracağım bu görüşün karşısına üç önemli şüphe çıkarılabilir. Birinci olarak, acaba cinselliğin bastırıldığı tarihsel olarak kesin midir? İlk bakışta göze görünen -dolayısıyla da bir çıkış varsayımının öne sürülmesini olanaklı kılan- acaba gerçekten de XVII. yüzyıldan bu yana cinselliğin bastırılmasını öngören bir düzenin belirginleşmesi, hatta kurulması mıdır? Bu bütünüyle tarihsel bir sorudur. İkinci şüphe şudur: İktidar mekaniği, özellikle de bizimki gibi bir toplumda söz konusu olan mekanik, temelinde baskıyla mı ilişkilidir? Acaba yasak, sansür, inkâr gerçekten de iktidarın belki genel olarak tüm toplumlarda, ama özellikle de bizim toplumumuzda işleyebilmesi için uymak zorunda olduğu biçimler midir? Bu tarihsel-kuramsal bir sorundur. Üçüncü şüpheye gelince: Baskıya yöneltilen eleştirel söylem, bu zamana değin sorgulanmaksızın işlemiş olan bir iktidar mekanizmasının karşısına onun yolunu kesmek amacıyla mı çıkar, yoksa “baskı” diye adlandırarak suçladığı (ve mutlaka çarpıttığı) şeyle aynı tarihsel şebeke içinde mi yer alır? Baskı çağıyla baskının eleştirel çözümlemesi arasında gerçekten tarihsel bir kopma mevcut mudur? İşte bu da tarihsel-siyasal bir sorudur. Bu şüpheleri devreye sokmaktaki amacım, yalnızca baştakilerle bakışımlı ve onların tersi karşı-varsayımlar oluşturmak değildir. Amacım, cinsellik, kapitalist ve burjuva toplumlarda değil bastırılmak, tersine değişmez bir özgürlük rejimine sahip olmuştur demek de değildir. Aynı şekilde, bizimkiler gibi toplumlarda iktidar baskıcı olmaktan çok hoşgörülüdür ve baskıya yöneltilen eleştiri geçmişten kopma görünümüne bürünmek istese de, kendinden çok daha eski bir sürecin içinde yer alır ve bu süreç hangi yönde ele alınıyorsa ona göre, ya yasakların hafifletilmesinin yeni bir evresi ya da iktidarın daha kurnaz, daha üstü kapalı bir biçimi olarak görünecektir demek de değildir.
Baskıcı varsayım karşısında duyduğum şüpheler, bu varsayımın yanlış olduğunu göstermekten çok, onu XVII. yüzyıldan bu yana modern toplumlarda cinsellik üzerine var olan söylemlerin genel bir düzeni içine oturtmayı amaçlamaktadır. Neden cinsellikten söz edildi? Cinsellik üzerine ne söylendi? İktidarın, cinsellik üzerine söylenenler yoluyla yönlendirilmiş olan etkileri nelerdir? Buradan yola çıkarak hangi bilgi oluşuyordu? Kısacası söz konusu olan, bizim toplumumuzda, insanın cinselliğine ilişkin söylemi ayakta tutan iktidar-bilme-haz düzenini, işlerliği ve varoluş nedenleri çerçevesinde belirlemektir. Buradan yola çıkarak varılacak olan temel nokta (en azından ilk kertede), cinselliğe evet mi hayır mı denildiğini, yasakların mı yoksa izinlerin mi dile getirildiğini, cinselliğin öneminin olumlanıp olumlanmadığını ya da tersine, etkilerinin reddedilip reddedilmediğini, cinselliği belirtmek için kullanılan sözcüklerin cezalandırılıp cezalandırılmadığını bilmek değil; ondan söz edildiğini, üzerine konuşanları, konuşulduğu yer ve bakış açılarını, ondan söz etmeyi kışkırtan, üzerine söyleneni toplayan ve yayan kurumları, kısacası bütünsel ‘‘söylemsel olgu”yu, cinselliğin “söyleme dökülmesini” dikkate almaktır. Yine aynı bağlamda, önem taşıyan nokta, iktidarın hangi biçimlere girerek, hangi kanallardan geçerek, hangi söylemlerin yanından sıyrılarak en ince ve en kişisel davranışlara ulaştığını, hazzın en ender ya da belli belirsiz algılanan biçimlerine varmasını hangi yolların sağladığını, gündelik hazzı, içine girerek nasıl denetlediğini bilmek olacaktır. Tüm bunlarsa, ret, engelleme, safdışı bırakmanın yanı sıra kışkırtma, çoğaltma gibi yollarla, kısacası “iktidarın çokbiçimli yöntemleri”yle gerçekleşebilir. Buradan da yola çıkılınca, asıl temel noktanın, bu söylem üretimlerinin ve iktidarın bu etkilerinin cinselliğe dair hakikati dile getirmeye mi, yoksa tersine, onu saklamaya yönelik yalanlara mı yol açtığını belirlemek değil, onlara hem dayanak hem de araç oluşturan “bilme istenci”ni ortaya çıkarmak olduğu anlaşılacaktır.
Bir noktada iyice anlaşmamız gerekir: İlkçağdan bu yana cinselliğin yasaklanmadığını, karalanmadığını, maskelenmediğini ya da bilinmezlikten gelinmediğini iddia etmiyorum. O dönemden sonra, eskisine oranla daha az bastırıldığını bile öne sürmüyorum. Cinsellik yasağının bir tuzak olduğunu söylemiyorum; benim söylediğim, bu yasağı, modern çağdan bu yana cinselliğe ilişkin söylenmiş olan sözlerin tarihini yazdıracak temel ve kurucu öğeye dönüştürmenin bir tuzak olduğudur. Baskıcı varsayımın, “hayır” demeye yarayan kocaman merkezi bir mekanizmada bir araya getirdiği tüm bu öğeler -yasaklar, retler, sansürler, inkârlar- yalnızca, hiç de salt bunlara indirgenemeyecek bir
———
* Foucault burada “Nous autres, victoriens” yani “Biz. Viktoryenler” ifadesini kullanmıştır. Ancak kitabın genel savı doğrultusunda, bu ifadede yer alan “autre(s)” sözcüğünün tekil sözlük anlamına, yani “öteki” kavramına çağrışımsal bir gönderme yaptığı düşünülebilir. Zira Cinselliğin Tarihi projesinin ilk kitabı olan Bilme İstenci‘nin bütünü, cinselliği bastırdığı varsayılan Viktoryen zihniyetin, gerçekte, tersine, onu söyleme döktüğü, sorunsallaştğıdır. Dolayısıyla bu Viktoryenler, aslında başka, farklı “öteki” Viktoryenler olarak düşünülebilir (ç.n.)..