St. Mary Mead sıradan bir İngiliz taşrasıydı, ta ki ünlü film yıldızı Marina Gregg gelene dek. Gossington Malikânesi’ni satın alan Marina bir davet verir. Davet sırasında konuklardan biri ölür. Kokteyl kadehine zehir konmuştur.
Tüm ipuçları asıl hedefin Marina olduğu ve zavallı Heather Badcock’un yanlışlıkla öldüğü yönündedir. Gerçekten de olay bu kadar basit midir? Miss Marple bu cinayette de bir gizem olduğunu düşünür, çünkü en sessiz ve huzurlu köylerde bile karanlık sırların saklandığına defalarca tanık olmuştur…
***
BİR
Mis Jane Marple pencerenin önünde oturuyordu. Pencere, bir zamanlar kendisi için büyük gurur vesilesi olan bahçeye bakıyordu. Ama artık o günler mazi olmuştu. Şimdi pencereden dışarı bakınca tüyleri ürpererek yüzünü buruşturuyordu. Bahçe ile fiilen uğraşması bir müddet evvel kendisine yasak edilmişti. Eğilmeyecek, çapa çapalamıyacak, bahçe kazmıyacak, çiçek dikmeğe kalkışmıyacaktı… Olsun olsun da ancak hafif tertip çiçek budamasına izin vardı. Haftada üç gün gelen ihtiyar bahçıvan Laycock bahçeye çeki düzen vermek için, tabii, elinden geleni yapıyordu. Fakat onun mükemmel dediği (ki hiç te mükemmel değildi) ancak kendi ölçülerine göre mükemmeldi. Yoksa bu ölçüler hanımının ölçülerine kat’iyen uygun değildi. Mis Marple bahçede neler yapılmasını istediğini gayet iyi biliyordu ve bir işin yapılmasını istediği zaman Laycock’a gerekli talimatı veriyordu. İşte o zaman ihtiyar Laycock dehasını gösteriyordu. Ama ilk hevesi geçtikten sonra gayrete gelip emredilen şeyleri yapmak için zerre kadar heves göstermiyordu.
— “Çok haklısınız, hanımefendi. Şuraya şakayıkları dikeriz, duvar dibine de iri çan çiçeklerini sıralarız, Dediğiniz gibi bu hafta her şeyden evvel bu iki işin yapılması lâzım.”
Fakat Laycock’un işleri asmak için daima mâkul mazeretleri bulunuyordu; en beylik mazereti de hava şartlarıydı. İşler gecikti mi, muhakkak hava ya çok kuruydu, ya da çok yağmurlu… Veyahut ta toprak çok su emmiş oluyordu… Veyahut ta hava don yapacağa benziyordu. Ya da sırada, o işlerden çok daha evvel yapılması gereken mühim bir iş oluyordu. Bu mühim şey de umumiyetle onun, hesapsız yetiştirmeğe meraklı olduğu lahanalarla veya pırasa fideleriyle ilgili bir iş olurdu. Laycock’un bahçıvanlık sanatı hakkındaki prensipleri gayet basitti; bir bahçe sahibi ne kadar bilgili olursa olsun, ona bu prensiplerinden feragata zorlayamazdı.
Pencereden bahçeye bakarken Mis Marple hep bunları düşünüyordu. Sonra bakışlarını bahçeden kaçırdı, tekrar yün işini eline aldı..
İnsan gerçeklere korkusuzca bakmayı bilmeliydi: St. Mary Mead artık eski St. Mary Mead değildi. Bir bakıma, her şey değişmişti. İnsan bunun suçunu harplere (her iki harbe), genç neslin ihmalkârlığına, kadınların artık evlerinde oturmayıp işe gitmelerine, atom bombasına veya sadece, hükümete yükleyebilirdi… Fakat insanın artık her şeyin değiştiğini düşünürken asıl kastettiği insanın kendinin yaşlanmakta olduğuydu. Çok mâkul bir yaşlı hanımefendi olan Mis Marple bunun gayet iyi farkındaydı. Ne var ki, yaşlandığını St. Mary Mead’de garip bir şekilde çok daha fazla hissediyordu, çünkü bu kasaba çok. uzun senelerdenberi onun yuvası idi.
St. Mary Mead, yani ilçenin özü sayılan eski kasaba, hâlâ mevcuttu. Mavi Domuz hâlâ yerindeydi; kilise, papazın kaldığı ev, Kıraliçe Anne’ın küçük yuvası, George devri üslûbunda yapılmış evler… Kendi evi de onlardan biriydi. Mis Hartnell’in evi hâlâ yerindeydi, son nefesine kadar medeniyete ve yeni gelişmelere karşı koymak için mücadele eden Mis Hartnell de o evdeydi. Mis Weatherby vefat etmişti, şimdi onun evinde banka müdürü ile ailesi oturuyordu, evi de, kapılarıyla çerçevelerini açık tatlı maviye boyayarak biraz eli yüzü düzgün hale sokmuşlardı. Eskiden kalma öbür evlerin de çoğunda yeni kiracılar oturuyordu, fakat yeni kiracılar, onları kendilerine satan emlâk komisyoncuları, o evlerde bulunduğundan bahsettikleri “eski: zaman havası” nı bozmamak için hiçbir şeyi tadile kalkışmadıklarından binaların çoğunun dış görünüşü değişmemişti. Yeni kiracılar bu evlere yalnız modern birer banyo ilâve etmiş, su tesisatı için avuçla para harcamış, elektrikli ocaklar, bulaşık yıkama makineleri falan koydurmuşlardı.
Evler eskisine nisbetle hemen hiç farketmediği halde, kasabanın ortasından geçen cadde için ayni şey söylenemezdi. Cadde üzerindeki dükkânlar sahip değiştirdi mi, yeni mal sahipleri derhal mağazaları ve dükkânları tamamen modern bir kafayla yeniliyorlardı. Balıkçı dükkânı, içinde dondurulmuş balıkların pırıl pırıl yattığı yeni lüks vitrinleriyle artık tanınmaz hale gelmişti. Kasap muhafazakâr kalmış… gerçekten de parası olan için etin daima iyi kalitesi makbuldü. Paranız yoksa, daha ucuz etleri, sert incikleri alır ve onlarla iktifaya mecbur kalırdınız.
Bakkal Barnes te hâlâ eski dükkânındaydı, hiçbir şeyi değiştirmemişti, Mis Hartnell ile Mis Marple ve diğerleri Allahın günü bunun için Allaha şükrediyorlardı. Barnes çok mültefit bir adamdı, tezgâhının önünde alışveriş ederken oturup şöyle rahatça dinlenebilecek cinsten koltukları vardı. Oraya oturup şöyle peynir çeşitlerinden, zeytin kalitesinden bahsetmek ne zevkli oluyordu. Maamafih, caddenin nihayetinde, bir zamanlar Mr. Toms’un hasırcı dükkânının bulunduğu yerde de gıcır gıcır, pırıl pırıl büyük bir mağaza duruyordu… Ve bu yeni mağaza St. Mary Mead’in yaşlıca hanımları için bir felâket alâmetiydi.
Mis Hartnell: “İnsanın isimlerini bile duymadığı bir sürü şeylerle dolu binlerce paket” diye söyleniyordu. “Binlerce çocuk maması. Halbuki çocuk dediğin salamlı yumurtayla doğru dürüst beslenir. Hem sonra neymiş o, yok eline bir sepet alacaksın, lâzım olan şeyleri arayıp bulup onun içine dolduracaksın… bazan insanın istediği şeyi bulabilmesi için en azından bir çeyrek saat etrafına bakınıp durması lâzım geliyor… Sonra bir de bakıyorsun, aradığını bulmuşsun, ama ya çok kocaman bir paket içinde, ya da çok küçük. Hiçbir vakit istediğin şeyi istediğin miktarda bulamıyorsun. Sonra da alışverişini bitirdikten sonra para ödeyeceğim diye kuyruğa gir, yarım saat ayaklarına kara su insin. Müthiş yorucu bir şey. Tabiî, böyle şeyler Yeni Şehir’de oturanlar için fevkalâde…”
Sözünün burasına gelince durdu.
Çünkü, şimdi âdet olduğu üzere, söz ne zaman o noktaya gelirse, cümle sona eriyordu. Kasabanın kenarında bir Yeni Şehir kurulmuş ve kuruluyordu. Bu şehrin tamamen kendisine mahsus bir havası vardı. Başlı başına bir âlemdi Yeni Şehir.
Mis Marple öfkeyle bir çığlık attı. Yine yün örgüsünde bir sıra atlamıştı. Hem de yeni değil, hayli zaman evvel ördüğü bir kısımda.
Ve o sırayı atladığının farkına da ancak şimdi, artık örgüyü boyun için sırayı darlaştırmaya ve sıraları saymaya başladığı zaman farketmişti. Yedek tığlarından birini aldı, örgüyü şöyle yana, ileriye, ışığa doğru tuttu, ona endişeli bakışlarla baktı. Yeni gözlükleri bile bir işe yaramıyordu. Yine. yaşlanmakta olduğunu hissetti. Öyle bir gün geliyordu ki, göz hekimleri, bütün o lüks bekleme salonlarına, en modern cihazlarına, göz. bebeğine tuttukları o parlak ışıklara ve istedikleri son derece yüksek ücretlere rağmen, insanın gözlerinin görme kabiliyetini düzeltmek için fazla bir şey yapamıyorlardı. Mis Marple, daha birkaç sene öncesine kadar (pek bir kaç sene öncesine kadar denilemezdi ya) gözlerinin ne kadar iyi gördüğünü hatırlayarak hasretle göğüs geçirdi. St. Mary Mead’de neler olup bittiğini gayet iyi görecek bir yerde bulunan bahçesinin stratejik mevkiinden faydalanır ve keskin bakışlarından hemen hiçbir şey kaçmazdı. Ve kuş gözleme dürbünlerinin yardımıyla (ki o dürbün de ne kadar işine yaramıştı)… neler neler görmeye muvaffak olmamıştı ki… Sözünü orada yarım bıraktı, sonra düşünceleri mâziye yöneldi. Ann Prothoroe’in sırtında incecik bir yazlık emprime, Papazın bahçesine gidişi. Ya Albay Prothoreo… zavallıcık… çok sıkıcı ve nahoş bir adamdı, muhakkak… fakat öylesine bir cinayete kurban gitmek te… Mis Marple “Olur şey değil” der gibi baş salladı. Sonra papazın güzel ve genç karısı Griselda’yı düşünmeye başladı. Sevgili Griselda… Ne sâdık bir dosttu… Her Noel’de muhakkak bir kart yollamayı unutmazdı. O bir içim su bebeği de şimdi bayağı boylu poslu bir delikanlı olmuştu; hem de çok iyi bir iş tutmuştu. Mühendisti galiba, değil mi? Mekanik trenlerini nasıl da söker, paramparça ederdi? Papazın evinin ötesinde, tarlalar arasından kıvrıla kıvrıla giden bir yol ile Çiftçi Giles’in sağırları görünüyordu… Onların da ötesinde vaktiyle meranın olduğu yerde… şimdi…
Evet, Yeni Şehir yükseliyordu orada şimdi.
Ama nesi vardı Yeni Şehirin? Mis Marple bu suali kendi kendine huşunetle sormuştu. Terakkinin önüne geçmeye imkân yoktu. Halk için modern evler, blok apartımanlar şarttı ve Yeni Şehrin binaları da pekâlâ gayet güzel inşâ edilmişti. Veyahut ta kendisine öyle söylemişlerdi. “Plânlama mı ne?” demişlerdi. Ne var ki, her sokağın isminin arkasına bir Close takmışlardı. Buna aklı ermiyordu işte Mis Marple’in…
Tıpkı eski moda eşyayla dolu misafir odasına “oturma odası” diyen Chery Baker’in kullandığı tâbirlere benziyordu bu Close’lu blok apartıman sokaklarının isimleri de… Ama ne zaman “oturma odası” dese, Mis Marple daima gayet nazikâne Cherry Baker’in hatasını düzeltir, “Misafir odası, Cherry” derdi. Cherry de, genç ve mültefit olduğu için, daima o odadan bahseder, misafir odası sözünü hatırlamaya gayret ederdi, misafir odası kelimesini kullanmak ona gayet acayip geldiği halde yine de her seferinde dili sürçüyordu. Mis Marple, Cherry’den çok hoşlanıyordu. Asıl ismi Mrs. Baker’di ve Yeni Şehir’de oturuyordu. Cherry de böyle mağazadan alışveriş eden, St. Mary Mead’ın sakin sokaklarında hızla çocuk arabası süren yüzlerce genç anneden biriydi. Hepsi de zeki ve iyi tahsil görmüşlerdi. Saçları temiz ve bakımlıydı. Kahkahalarla gülüyor, konuşuyor ve sokaklarda birbirlerine sesleniyorlardı. Cıvıl cıvıl bir kuş (sürüsünden farkları yoktu bu genç annelerin… Hepsinin de kocaları iyi ücret aldıkları halde o sinsice herkesin bütçesini allak bullak eden taksitli alış verişler yüzünden daima para sıkıntısı çekiyorlardı. Cherry eli çabuk ve hamarat bir ahçı ve zeki bir kızdı, telefonla gelen haberleri hatasız not ediyor, bakkalın, manavın faturalarında, defterlerinde hatalı hesaplar varsa onları sır diye bulup meydana çıkarıyordu. Öyle Allahın günü şilteleri alt üst etmeye meraklı değildi ve bütün bulaşıkları da birden küvete doldurup hepsinin üzerine sabun tozu dökerek yıkamaktan zevk alıyordu. Onun için Cherry bulaşık yıkarken Mis Marple hiç mutfak kapısından içeriye bakmamaya çalışıyordu. Mis Marple bu arada antika Worchester işi kıymetli çay takımını da ikidebir kullanılmasın diye göz önünden kaldırmış, onun yerine beyaz üzerine soluk gri desenli ve bulaşık esnasında silinmesin diye yaldızsız modern bir servis satın almıştı…
Halbuki ne kadar farklıydı eskiden bu işler… Meselâ, o sâdık hizmetçisi Florence, o hizmetçilerin ecesi Florence… Sonra onun ardından Amp, Clara ve Alice gelmişlerdi. Hepsi de St. Faith Yetimhanesinden gelmiş zarif kızlardı, kendisinin yanında “iş öğrenmiş”, sonra da başka yerlerde daha iyi ücretli işlere gitmişlerdi. Hepsi de zaman gelmiş, evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuşlardı. Mis Marple onların küçük yavrularına ördüğü minicik yünlü elbiseleri tatlı tatlı hatırladı. O eski hizmetçileri hiçbir zaman telefonla doğru dürüst konuşmayı öğrenememiş, hele hesap işlerinin içinden hiçbir vakit çıkamamışlardı. Buna mukabil çamaşır yıkamayı ve yatak yapmayı çok iyi bilirlerdi. Tahsilli değildiler, sadece hünerliydiler. Ne garipti, şimdi bütün ev hizmetleriyle tahsilli kızlar meşgul oluyorlardı. Avrupadan tahsile gelmiş kızlar, tatildeki üniversiteli kızlar, Yeni Şehirdeki apartımanlarda oturan Cherry Baker gibi genç anneler çekinmeden evlerde hizmetçilik ediyor veya ona benzer işler görüyorlardı.
Tabiî, hâlâ Mis Knight gibileri de mevcuttu.
Mis Knight’i, onun üst kattaki yürüyüşüyle şömine seti üstündeki aplikler çıtırdayarak sallanınca birden hatırlamıştı. Mis Knight herhalde öğleden sonra uykusundan kalkmış, şimdi öğleden sonra yürüyüşü için sokağa çıkacaktı. Bir saniyeye kalmaz aşağıya inip Mis Marple’a kendisine kasabadan herhangi bir şey isteyip istemediğini sormaya gelirdi.
Mis Knight’i düşününce Mis Marple’in dimağında o her zamanki tepki belirdi. Sevgili Raymond (yeğeni) şüphesiz onu kendisine yardımcı vermekle büyük bir âlicenaplık eseri göstermişti ve Mis Knight’tan daha candan bir insan bulunmazdı, çünkü geçirdiği bronşit kendisini pek dermansız bırakmıştı ve Dr. Haydock ta onun dairesinde yapayalnız oturmamasının, birinin mutlaka sık sık gelip ziyaret etmesinin, onunla alâkadar olmasının şart olduğunu söylemişti… Mis Marple düşüncelerinde o noktaya gelince durdu. Çünkü “Ah, ne olur, bana yardıma gelen Mis Knight’tan başka biri olsaydı” diye düşündü, ama bu düşünceye devam edebilmek imkânsızdı. Bugünlerde yaşlıca hanımlar için kadere boyun eğmekten başka hiçbir şey yoktu. Eski zamanın sâdık hizmetçileri çoktan demode olmuşlardı. İnsan gerçekten hasta olduğu vakit, hastaneden profesyonel bir hemşire getirmekten başka çâre yoktu, onlar da çok yüksek ücretler istiyorlardı. Ona rağmen bir hastabakıcı tedariki çok zordu. Veyahut ta bir hastaneye gidip yatmak lâzım geliyordu. Fakat hastalığın o nâzik devresi geçtikten sonra insan yine Mis Knight’ların ellerine kalıyordu.
Doğrusunu söylemek gerekirse, Mis Knight’ların hiç bir kusurları yoktu; yalnız pek, sinir bozucu mahlûklardı. Son derece müşfik, son derece mültefit, hastalarına karşı her an şefkat ve ilgi göstermeye hazır, onları neşelendirmeye, onlarla şakalaşmaya, onların yanında daima güler yüzlü olmaya çalışmaktaydılar.
Mis Marple, kendikendine: “Ben” dedi, “belki yaşlıyım, ama kafadan sakat bir çocuk değilim.”
Tam o anda, Mis Knight, âdeti veçhile, derin derin soluyarak çevik adımlarla odaya girdi. Elli altı yaşında, iri yapılı, adaleleri pörsümüş bir kadındı ve sararan kır saçları gayet muntazam bir şekilde toplanmıştı. Gözlerinde gözlükler, uzun bir burnu ve bu burnun altında da gayet zarif bir çift dudak ile zayıf bir çene vardı.
Hastasının moralini yükseltmek ve yaşlıların o hüzünlü havasını dağıtmak gayesini güden coşkun bir neşeyle: ““Nasılız bakalım?” diye bağırdı. “İnşallah bir parçacık şekerleme kestirmişiktir umarım.”
Mis Marple: “Şekerleme falan kestirmedim, yün örüyordum” diye cevap verdi, sonra zaafını sıkıntılı ve mahçup bir ifadeyle belirterek devam etti: “Bir sıra atlamışım örgümde.”
Mis Knight: “Ah, bakın, bu haber fena!” dedi. “Eh, ne yapalım, ilk fırsatta söker, yeniden öreriz o kısmı, olmaz mı?”
Mis Marple: “Artık onu siz yaparsınız” dedi. “Ben, maalesef, onu yapabilecek halde değilim.”
Sesinin tonundaki hafif acı serzenişi Mis Knight hiç farketmemiş gibiydi. Yine de, iri yapılı kadın, daima yardıma hevesli idi.
Birkaç dakika sonra: “İşte bakın, gördünüz mü” dedi. “Tamam, hah şöyle. Şimdi gayet rahatsınız, güzelim.”
Mis Marple, kendisine eş ve dostunun, manavdaki kadının veya kırtasiyeci dükkanındaki tezgâhtar kızın güzelim (hattâ şekerim) sözlerine muhatap olacak kadar tatlı bir kadın olmasına rağmen, Mis Knight’in kendisine “güzelim” demesi fena halde sinirine dokunuyordu. Bu da yaşlı hanımların, bugünün havası içinde tahammül etmeye mecbur oldukları hususlardan bir diğeriydi. Mis Knight’a kibarca teşekkür etti.
Mis Knight, gayet neşeli: “Eh, ben de artık şöyle biraz yürüyüşe çıkıyorum” dedi. “Ama fazla sürmez, döneceğim.”
Mis. Marple, nazikâne ve samimiyetle: “Rica ederim, dönmek için acele etme.” dedi.
— “Ama ne olursa olsun, sizi burada böyle yalnız başınıza bırakmak istemem, güzelim. Belki bir sıkıntınız falan olur.”
Mis Marple: “Sizi temin ederim ki, halimden çok memnunum” dedi. “Biraz mahmurluğum üstümde. Herhalde.” (Gözlerini yumdu, ) “Biraz şekerleme yapsam fena olmayacak.”
— “Hah şunu hileydiniz, güzelim. Çarşıdan almamı istediğiniz herhangi bir şey var mı?”
Mis Marple gözlerini açtı, düşündü.
— “Longdon’a uğrayabilirseniz bakın bakalım, perdeler hazır olmuş mu? Mrs. Wilay’den de bir çile mavi yün alırsanız, memnun olurum. Eczaneye de bir uğrayıverin, bir kutu hap daha alın bana mümkünse. Sonra kütüphaneye uğrayıp kitabımı da değiştiriverin… fakat sakın yerine benim listemde olmayan kitaplardan birini alayım demeyin. Son kitap berbattı. Okumaya bile tahammül edemedim.” Sonra İlkbahar Uyanıyor adlı kitabı yanındaki masadan alarak Mis Knight’a uzattı.
— “Ah, rica ederim. Hoşunuza gitmedi mi bu kitap? Halbuki ben çok seveceğinizi sanmıştım. Ne kadar tatlı bir romandı.”
— “Ve şayet, sizin için pek yorucu olmazsa, lütfen Halletlere kadar da uzanıp şu eski usûl yumurta çırpacak tellerinden var mı, bakar mısınız?”
(Mis Marple Hallederde, sipariş ettiği çeşitten yumurta çırpacağı olmadığını biliyordu, fakat Mis Knight’tan mümkün olduğu kadar uzunca bir zaman kurtulmak istediği için onu ana caddenin en nihâyetinde bulunan Halletlere’a kadar yolluyordu.)
— “Tabii bütün bunların hepsi sizi fazla yoracak olursa…” diye mırıldandı.
Mis Knight aşikâr bir samimiyetle cevap verdi: “Ne münasebet, bilâkis memnun olurum.”
İşte Mis Knight bunun üzerine pencerenin önünde koltuğuna kurulmuş, sükûn içinde gözlerini yummuş, dinlenen cılız, yaşlı hanıma son bir nazar atfettikten sonra, odadan çıktı.
Mis Marple, Mis Knight filesini, çantasını veya bir mendilini falan unutup ta (ki her şeyini orada burada unutur ve üç, beş dakika sonra da hatırlayıp muhakkak dönüp geri gelebilir diyerek hemen gözlerini açtı, ayağa fırladı, örgüsünü bir kenara fırlattığı gibi metin adımlarla odayı geçti, hole çıktı. Derhal yazlık mantosunu askıdan aldı, holdeki bastonluktan da bir baston çıkardı, kalın keçe terliklerinin yerine ayağına alçak topuklu bir çift sağlam ayakkabı geçirdi. Sonra evin yan taraftaki kapısından dışarı çıktı.
Kendi kendine: “Mis Knight, caddenin nihayetine kadar gidip bütün istediklerimi alana kadar en azından bir yarım saat geçer” diye tahmin yürüttü. “En azından o kadar çeker… Şu saatte bütün mağazalar kalabalıktır. Yeni Şehirde oturanlar hep bu saatte alış verişe çıkarlar.”
Mis Marple, bir an Mis Knight’ın perdeler için Longdon mağazasına uğradığını düşündü. Onun hakkında yürüttüğü tahminler akıllara durgunluk verecek kadar isabetli olurdu. Mis Knight şu anda muhakkak: “Tabii, ben daha hazır olmadıklarını zaten biliyordum. Yine de bir uğrayayım dedim, çünkü ihtiyar hanımefendi ısrarla perdeleri soruyor. Zavallı ihtiyarcıklar, artık hayattan o kadar az ümit edecek şeyleri kaldı ki. İnsan onların gönüllerini hoş etmeye bakmalı. Üstelik o kadar da tatlı bir hanım ki. Tabii, ihtiyarladığı için biraz şaşkınlığı var, ama başka ne beklenebilir ki bu yaşta?… Bütün organları körleniyor insanın. Ah, bakın, şuradaki kumaşa diyecek yok. Acaba başka rengi de var mı onun?” diye konuşmakla meşguldü.
Bu şekilde hoş bir yirmi dakika geçecekti. Mis Knight nihayet mağazadan ayrıldığı zaman, baş tezgâhtar kıs kıs gülerek: “Mis Marple ihtiyarlıyormuş ha?” diye burun kıracaktı. “Gözlerimle görmeden dünyada inanmam. Mis Marple ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, zehir gibidir. Ben daha onun bir gün olsun gözünden bir şey kaçtığını görmedim.” Sonra tezgâhın önünde duran daracık pantalonlu ve sırtında branda bezinden bluz olan bir genç kadına gitti, onun istediği üzerinde pavuryalar bulunan plâstik banyo perdesini aramaya başlıyacaktı.
Mis Marple, bir insanı geçmişte tanıdığı bir başkasına kıyaslarken duyduğu hazla, kendi kendine: “Evet, bana onu hatırlatıyor, Emily Waters’i hatırlatıyor” dedi. “Aynen onun gibi kuş beyinli.” Acaba Emily ne olmuştu? Herhalde, pek bir şey olmamıştı hayatında. Bir defasında, bir papazla nişanlanmasına ramak kalmıştı, fakat senelerce süren ve anlayış içinde geçen bir nişanlılık devresinden sonra iş suya düşmüştü. Mis Marple kendisine vaktiyle hem dadılık, hem hemşirelik eden yardımcısını zihninden çıkardı, etrafıyla meşgul olmaya başladı.
Bahçeyi hızla geçmiş, , yalnız gözünün ucuyla Laycock’un eski gülleri pek fazla budamış olduğunu görmüştü, ama yine de bu manzaranın keyfini kaçırmasına müsaade etmedi. Şimdi kendi başına güzel bir gezintiye çıkmıştı. Hiçbir şeyin neşesini gölgelemesine müsaade etmiyecekti. Tatlı bir maceraya atılıyormuş gibi bir heyecan vardı içinde. Sağa saptı, papazın evinin bahçe kapısından girdi, öbür kapıdan çıktı. Bir zamanlar eski kapının bulunduğu yerde şimdi asfalt yola çıkan demir bir kapı vardı. O kapıdan çıkınca bir derenin üzerinden geçen minicik bir köprüye geliniyordu, o köprünün öbür yakasında bir zamanlar meranın bulunduğu yerde şimdi Yeni Şehir yükseliyordu.