Altın Işık, düşünce adamı olmasının yanı sıra verimli bir halkbilim araştırmacısı da olan Ziya Gökalp’ın Türk masallarının, halk öykülerinin ve destanlarının bir bölümünü, nazım ya da düzsöz olarak yeniden yazdığı kitabıdır. Kitaptaki on iki metinden yedisi manzum (bunların ikisi, Dede Korkut Hikâyeleri’nden alınmıştır), dördü düzsöz ve biri sahne oyunu biçimindedir. Gökalp’ın halk yazınına yönelmesinin nedeni, onun ulusal Türk düşüncesini yeniden kurmanın, ancak halk yazınının dil ve anlatım özelliklerini belirlemekle mümkün olacağı düşüncesidir. (Tanıtım Bülteninden)
***
İÇİNDEKİLER
ZÎYA GÖKALP…7
Yapıtları…11
Sanatçılığı ve bilim adamlığı…11
ALTIN IŞIK…15
ALTIN IŞIK
KELOĞLAN…21
TEMBEL AHMET…29
KUĞULAR…35
NAR TANESÎ YA DA DÜZME KELOĞLAN…41
KEŞİŞ, NE GÖRDÜN?…49
PEKMEZCİ ANNE…57
YILAN BEYTE PELTAN BEY…63
KOLSUZ HANIM…73
KÜÇÜK HEMŞÎRE…93
DELİ DUMRUL…113
ARSLAN BASAT…119
I.NASIL DÜNYAYA GELDİ?…119
II.NASIL VE NEREDE BÜYÜDÜ?…126
III.DAHA KÜÇÜK BlR ÇOCUKKEN. KIZGIN BİR BOĞAYI NASIL YENDİ?…128
IV.OĞUZ İLİNİ TEPEGÖZDEN NASIL KURTARDI?…130
ALPARSLAN…147
MALAZGİRT MUHAREBESİ…147
BİRİNCİ PERDE…147
İKİNCİ PERDE…155
Cumhuriyet ülküsünün yerleşmesinde, Atatürk devrimlerinin gerçekleşmesinde düşünceleri en büyük esin kaynaklarından biri olan Ziya Gökalp, 23 Mart 1876’da Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Mehmed Ziya’dır; Gökalp adı, düşüncelerine uygun olarak daha sonra edindiği ve ilk kez “Altın Destan” şiirinde kullandığı (öztürkçe) takma addır. Babası, o dönemde Diyarbakır’da il evrak müdürlüğü, nüfus müdürlüğü, il yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunan ve Diyârıbekir gazetesinin başyazarlığını yapan Mehmed Tevfik Efendi’dir. Küçük Mehmed Ziya, dört yaşmdayken babasım yitirdi.
Ortaöğrenimini Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye’de tamamladıktan (1886-1891) sonra, 1886’da Mekteb-i İdâdî-i Mülkî’ye (sivil lise) girdi; ancak beş yıllık olan bu okul, kendisi son sınıftayken yedi yıla çıkarıldığı ve son sınıf öğrencilerine beş yılda bitirme olanağı tanınmadığı için 1894’te okuldan ayrıldı.
Daha önce amcası müderris (medrese öğretim üyesi) Hacı Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça dersleri almış; yine amcasının etkisiyle İslâm felsefesi ve tasavvuf konularında çalışmıştı. Lisedeyse, okul müdüründen Fransızca dersleri aldı ve deneysel bilimlere tutkunluk derecesine de ilgi duydu. Özellikle bu okuldaki “tabiîye (doğa) bilgisi” öğretmeni Yorgi Efendi’nin onun üzerinde büyük etkisi oldu. Birbirine karşıt bu iki eğilim, Osmanlı ülkesinde olduğu gibi, genç Ziyanın iç dünyasında da sarsıntılara, kuşkulara ve bunalımlara yol açtı. “Ayrıca II. Abdülhamit baskısına direnme duygulan içinde yaşayan genç Ziya, bir ruh kargaşası geçirmekteydi. O yıllarda İdâdi’de öğrencileri üç defa ‘Pâdişâhım çok yaşa!’ diye bağırtmak usulü vardı. Çoğu yazarlar, dördüncü sınıf öğrencisi genç Ziya’nın bir gün ‘Milletim çok yaşa!’ diye bağırdığını, bu yüzden soruşturma açılmışsa da, anlayışlı yöneticilerin bu sözü ‘Pâdişâhım, milletinle çok yaşaî’ kılığına sokarak olayı örtbas ettiklerini yazmışlardır. Eldeki bir belgede1 okulun son sınıf öğrencilerinin “Millet, çok yaşaî’ diye bağırdıkları, bunun saraya jurnal edildiği, soruşturma açılarak okulun yatılı bölümünün kaldırıldığı (…) yazılı ise de Gökalp’ın adından söz edilmemektedir. Ziya Gökalp’ın bunu tek başına değil, bir topluluk içinde yapmış olduğu anlaşılıyor.”
Bir süre bocaladıktan sonra, yüksek öğrenim görmek için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Ancak kendisini büyüten amcası ve dayısı, bu isteğini kabul etmeyerek, Diyarbakır’da kalmasını istediler. Aslında yeğenlerini siyasal ve toplumsal karışıklıklar ve güçlükler içindeki başkente göndermek istememeleri pek de haksız değildir. Bundan dolayı Ziyanın bunalımları daha da arttı. Bir gün kafasına bir kurşun sıkarak canına kıymak istedi; ama kurşun kafatasında kaldı, bu nedenle de ölmedi (1894).
Yapacak bir şey kalmayınca, 1895’te İstanbul’a gitti; parasız yatılı olduğu için sınavla Baytar Mektebi’ne girdi. Ancak kültürel bunalımına da bir çâre bulması gerekiyordu; bundan dolayı, o sırada tanıştığı Dr. Abdullah Cevdet’in etkisiyle, Abdülhamid yönetimine karşı gizli çalışan derneklerle bağlantı kurdu; Paris’e kaçmış bulunan jöntürklerle mektuplaşmaya başladı. Son sınıftayken dinlence için Diyarbakır’a gitti. Burada da rahat durmadı; yasak kitaplar okuduğu, zararlı eylemlerde bulunduğu gerekçesiyle tutuklandı (1898). Bir süre tutuklu kaldıktan sonra İstanbul’a, okuluna döndü. Ne var ki, okula dönünce, gençleri Diyarbakır’da vâliye karşı kışkırttığı konusunda hakkında ihbar bulunduğu, inceleme yapıldığı gerekçesiyle okula alınmadı. İncelemenin sonucunu bir otelde beklerken yeniden tutuklandı; on üç ay tutuklu kaldıktan sonra da, 1900 yılında memleketi Diyarbakır’a sürgün edildi.
Okulunu bitirmekten umudunu kesince, Diyarbakır Ticaret Odası’nda yazman olarak çalışmaya başladı (1903), daha sonra Diyarbakır Vilâyet İdâre Meclisi yazmanlığı yaptı (1905-1908); Askeri Rüşdiye’de (ortaokul) Fransızca öğretmenliği için başvurduysa da, kabul edilmedi. Bu arada, o sırada ölmüş olan amcası Hasip Bey’in kızı Vecihe Hanımla evlendi.
Diyarbakır’daki vaktinin çoğunu okumakla ve yazmakla geçirdi; bir yandan da siyasetle uğraşıyordu. İlk yazılarım, bir zamanlar babasmm başyazarlığını yaptığı Diyarıbekir gazetesinde yayımladı; Abdülhamid karşıtı demeklerle de bağlantısını sürdürüyordu. Bu sırada sarayın tuttuğu İbrahim Paşa adlı bir Kürt reisinin Türklere eziyet etmesi üzerine, çevresinde topladığı gençlerle telgrafhaneyi basıp saraya telgraflar yollayarak ve bu arada halkı ayaklandırarak, İbrahim Paşa’nın kentten sürülmesini sağladı. Bu olayla ilgili olarak Şaki İbrahim Destanı’nı yazdı (1908).
II. Meşrutiyet ilân edilince, 1908’de İttihâd ve Terakki Cemiyeti’nin Diyarbakır şubesini kurdu. 1909’da Peymân (Yemin) gazetesini çıkardı, siyasal ve kültürel konulu yazılarım da hem Diyârıbekir gazetesinde, hem de bu gazetede sürdürdü. Hazırladığı bir raporun dikkati çekmesi üzerine, 1909’da İttihâd ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’teki kongresine Diyarbakır temsilcisi olarak çağnldı. 1910’da Cemiyet’in merkez yönetim kuruluna seçildi. Burada Türkçülüğün düşünce önderlerinden Yusuf Akçura ile tanışarak, onun, “Rusya’daki Türklerin Osmanlı Türklerine oranla daha uyanık oldukları, onların ulusal varlıkları için savaşıma başladıkları, OsmanlIlarınsa uyudukları, onları uyandırmak gerektiği” yolundaki görüşlerinden çok etkilendi; bu arada öykücü Ömer Seyfeddin ve Ali Cânib’le (Yöntem) tanıştı. Bu tanışma, özellikle dilde Türkleşme bakımından çok büyük bir önem taşır. 191 İde Ömer Seyfeddin ve Ali Cânib’le birlikte Genç Kalemler dergisinde görev aldı ve yazılar yayımladı.
1912’de, Ergani sancağı milletvekili olarak Meclis-i Meb’üsan’a (Vekiller Meclisi) girdi. Ancak Meclis’in kısa bir süre sonra kapatılmasının ardından, 1913’te Dârülfünûn’da yeni öğretilmeye başlanan “ilm-i içtimâ” (toplumbilim) dersi müderrisliğine (profesör) getirildi ve bu görevini 1919’a dek sürdürdü. Bu arada İttihâd ve Terakki’deki düşünce önderliği görevini de sürdürüyor; özellikle Millî Tetebbûlar Mecmüası’nda yazdığı makalelerdeki düşünceler, Türkçülük hareketinin de temelini oluşturuyordu. I. Dünya Savaşı’nın zorlu günlerinde Yeni Mecmua’yı çıkarmaya başladı. Bu dergi çevresinde toplanan aydınlar, Türkçülük konusunda, Cumhuriyet dönemi aydınlarını derinden etkileyecek yazılar yayımladılar. Bu yazıların en dikkate değer yanlarından biri de, “ulusçuluk”un klasik anlamdaki “milliyetçilikken özenle ayrılmasıdır.
İstanbul’un işgalinden sonra, 1919’da işgalci İngilizlerce tutuklandı. İttihâd ve Terakki Partisi’nin yöneticileriyle birlikte Malta adasına sürüldü. Bu adada büyük güçlüklerle geçirdiği iki yıldan sonra, 1921’de Ankara hükümetinin de kararlı çabalarıyla yurda döndü; bir kaç ay Ankara’da kaldıktan sonra Diyarbakır’a gitti. Diyarbakır’da düşünsel çabalarını sürdürdü, 1922 Haziranından 1923 Martına dek Küçük Mecmuayı çıkardı. Eğitim bakanlığına bağlı Telif ve Tercüme Heyeti üyeliğine seçilince, dergiyi kapatarak Ankara’ya gitti. Aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ikinci dönem milletvekili olarak seçildi.
Bir yıl kadar sonra hastalandı ve 25 Eylül 1924’te öldü. Mezarı Sultan Mahmud türbesindedir.
Yapıttarı
Şiir: Şaki İbrahim Destanı (1908), Kızıl Elma (1917), Yeni Hayat (1918), Altın Işık (1923). Ziya Gökalp’ın bütün şiirlerini derleyen yapıt: Ziya Gökalp Külliyatı-1 / Şiirler ve Halk Masalları, Fevziye Abdullah Tansel, Türk Tarih Kurumu yayını, 2. bas. 1977;
Bilimsel yapıtlar ve denemeler: İlm-i İçtimâ Dersleri (Toplumbilim Dersleri, 1913), İlm-i İctimâ-ı Dînî (Din Toplumbilimi, 1913), İlm-i İçtimâ,ı Hukukî (Hukuk Toplumbilimi, 1914), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak (Türkleşmek, İslâmlaşmak, Çağdaşlaşmak, 1918), Türkçülüğün Esasları (1923), Türk Töresi (1923), Doğru Yol (1923), Türk Medeniyeti Tarihi (1925);
Mektupları: Ziya Gö- kalp’ın Hayatı ve Malta Mektupları (deri. A. N. Göksel, 1931), Ziya Gökalp’ın Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mektupları (deri. A. N. Göksel, 1956), Ziya Gökalp Külliyatı-2 / Limni ve Malta Mektupları (deri. Fevziye Abdullah Tansel, 1965).
Sanatçılığı ve bilim adamlığı
Düşünce ve sanat yaşamımızda Türkçülük akımım ve Millî Edebiyat dönemini (düşündeşleriyle birlikte) başlatan Ziya Gökalp’m sanatçılığı ile bilim adamlığı birbirinden ayrılamaz; başka bir deyişle, Türkçülük ve toplumbilim konusundaki çalışmalarında vardığı sonuçlan, aynı zamanda şairliği ile de yaygınlaştırmaya çalışmıştır.
İlk şiirlerini aruzla yazan Gökalp’ın şair olarak verimine bakıldığında, onun şiiri yalnızca düşüncelerini yayma aracı olarak gördüğü, bu nedenle de yazdıklarının “manzume’* olmaktan ileri gidemediği söylenebilir; ancak, şiire bu bakış açısını da bilinçli olarak seçmiştir. Kendi ifadesiyle:
«Şuur devrinde şiir susar, şiir devrinde şuur seyirci kalır. İçinde bulunduğumuz zaman, gâlibâ birinci devreye aittir: Şairler müzlerinden (esin perilerinden] uzak düşmüş, vezinle kafiye şuurlu müteşâirler [şairlik taslayanlar] eline geçmiş…
Bu hâli, çocukların hayatında da görürüz: Ders saatleri arasında oyun fasılaları [aralan] var… Aynı zamanda, çocuk terbiyesinde bir takım dersler oyun tarzında verilir; bunun gibi, halk terbiyesinde de bâzı fikirlerin vezin kisvesinde [şiir biçiminde] arz edilmesi fena mı olur?»
Gökalp, bu sorunun yanıtım şiirleriyle veren bir şairdir; kendisini “şuurlu müteşâir’’ sayması, ülkenin “şuur dev-r’inde yaşadığını göstermektedir. İlginçtir; ilk paragrafın son cümlesinde Gökalp, “şiir” sözcüğünü değil, “vezinle kafiye” sözcüklerini kullanmayı yeğlemiştir. Bu da onun, “şuur devrinde” şiirin tanımını da “düşüncelerin, vezin ve kafiye ile ifade edilmesi” olarak kabul ettiğini göstermektedir.
Gökalp’m şiirlerinde iki yön göze çarpar; ilki, çeşitli makalelerinde ve Türkçülüğün Esaslan kitabında ileri sürdüğü görüşleri, yukandaki şiir tanımına uygun olarak, bir de şiir diliyle yazmasıdır. Onun özellikle “Lisan”, “Vatan”, “Ahlâk”, “Vazife”, “Köy”, “Kadın”, “Medeniyet”, “Kavm”, “Sanat”, “Meslek Kadım”, “Devlet”, “Büdce Birliği”, “Dârülfünûn” gibi şiirleri, özellikle Türkçülüğün Esasları kitabındaki kimi bölümlerin “vezin ve kafiye” ile ifade edilmiş biçimleridir. Örneğin “Lisan” şiirinde, Türkçülüğün Esaslan’nın “Dilde Türkçülük” bölümündeki düşüncelerle yazıldığı görülmektedir: “Güzel dil Türkçe bize”, “Müterâdif [eşanlamlı] sözlerden / Türkçesini almalı”, “Halkın söz yaratmada / Yollannı benimse”, “Arapça’ya meyletme / İran’a da hiç gitme” ve son kıta olan “Türklük’ün vicdânı bir / Dini bir, vatanı bir / Fakat hepsi ayrılır / Olmazsa lisânı bir” dizeleri, günümüzde de önemsenmesi gerek görüşlerdir.
İkincisi, Türkçülüğün Esasları’nda ve başka makalelerinde öne sürdüğü görüşlere uygun olarak yalın bir konuşma dilini, halk yazını biçimlerini ve hece ölçüsünü kullanmasıdır: Konuşma dilinin yazın dili olarak kullanılması özlemi. Tanzimat döneminden beri vardır: ancak bu ilke, 191 l’den sonra Ziya Gökalp. Ömer Seyfeddin ve öteki Türk çüler tarafından bir gündeme bağlanıp gerçekleştirilmiş, böylece de Cumhuriyet döneminde başlatılan Türk dil devriminin yolu açılmıştır. Onun şiir diline örnek olarak “San’at” şiirinin dördüncü kıtasını alalım:
Aruz sizin olsun, hece bizimdir,
Halkın söylediği Türkçe bizimdir,
“Leyi” sizin, “şeb” sizin, “gece” bizimdir,
Değildir bir ma’nâ üç ada muhtâc.
Gökalp Divan, Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemi şiirlerinde kullanılan nazım biçimlerinin de ulusal biçimler olmadığı için kullanılmaması gerektiğini düşünerek şiirlerini halk yazınından aldığı biçimlerle, çoğunlukla aaab / cccb / dddb… uyak örgüsüyle koşma biçiminde yazar. Bu kaygısının nedeninin, halktan kopuk “aydın yazımım halka bağlamak olduğu açıktır. Böylece halkın ulusal bilincindeki binlerce yıllık şiir sesi birikimini yakalamaya, dolayısıyla da düşüncelerini daha etkili biçimde belletmeye yönelmiştir. Halk yazını nazım biçimlerini kullanmakta başarılı olduğu söylenebilir.
Gökalp halk yazınıyla ilgilenmesi başlayınca, şair Mehmed Emin’in (Yurdakul) de etkisiyle hece ölçüsüne yönelir ve halk şiirini, yine halkın binlerce yıllık birikimini yakalamak amacıyla şiirlerinde hece ölçüsünün kullanılmasını savunur; ona göre, hem Divan, Tanzimat ve Servet-i Fünûn şiirlerinin halkla bağlantı kuramamasının en önemli nedenlerinden biri de, halkın kulağının alışık olmadığı, Arap dili için en uygun ölçü olduğu hâlde, uzun sesli içermeyen Türk dili için hiç de uygun ve gerekli bir şiir ölçüsü olmamasıdır. Üstelik aruz ölçüsü kullanan şairler, uzun sesli içeren Arapça ve Farsça sözcükleri dilimize doldurmuşlardır. Gökalp’a göre, hece ölçüsünün kullanılması, bu sakıncaları kesinlikle ortadan kaldıracaktır.
Ancak hece ölçüsünü kullanırken, Gökalp’m pek de başarılı olduğu söylenemez. Bunun nedeni hem şiiri yalnızca “vezin ve kafiye” olarak görmesi, hem de şiirde şiirselliği değil düşünce iletmeyi, bir başka deyişle şiiri makale gibi kullanmayı amaçlamasıdır. Bunu bilinçli olarak yaptığını, yukarda söylemiştik.
Ziya Gökalp, bilimsel alanda da ilk toplumbilimcilerimizdendir ve üniversitede ilk toplumbilim dersi veren “müderris tir. Onun toplumbilime yönelmesi, elbet de okuduğu yabancı yazarların, özellikle Desmolins’in, Alfred Fouillee’nin ve Gabriel Tarde’ın etkisiyledir. Önceleri, Namık Kemal’in de etkisiyle “Osmanlı unsurlarının birliği” görüşünü benimsemiştir; bir başka deyişle “Osmanlı ulusçuluğu”nu savunur. Divan şiiri tarzında şiirler de yazmıştır. Ancak kendisini en çok, Emile Durkheimın toplumbilim anlayışı etkilemiştir. Türkçülüğün Esaslarinın “Tarihsel Maddecilik ve Toplumsal Ülkücülük” başlıklı yazısında:
“Toplumsal olguların yorumlanmasında ve açıklanmasında birbirine hem yakın, hem de uzak olan iki toplumbilim dizgesi [sistemi] vardır: Bunlar, “tarihsel maddecilik” ve “toplumsal ülkücülük” dizgeleridir. Bunlardan birincisi Kari Marx tarafından. İkincisi Emile Durkheim tarafından ortaya atıldı.
İlk bakışta, bu iki dizgenin birbirine yakın olduğunu görürüz; çünkü, ikisi de toplumsal olguların, doğal nedenlerin sonuçlan olduğunu; maddesel, hayatsal ve ruhsal olgular gibi doğal yasalara uymak zorunda olduğunu ilke olarak kabul ediyor. Bu görüşe, bilim dilinde “gerekircilik” adı verilir,” dedikten sonra, Kari Marx’ın nerede “yanıldığım” belirterek, neden Durkheim’ın toplumbilimine yöneldiğini açıklar. Aslında, hemen hemen hiç bir sanayisi ve bilinçlenmiş bir işçi sınıfı bulunmayan bir ülkenin düşünürü olarak maddeciliği temel alan Marx’ı değil de, ülküyü temel alan Durkheim’ı seçmesine de şaşmamak gerekir. Çünkü ona göre sınıf bilinci, ulusal bilinçten sonra ortaya çıkar; bu nedenle Marx’ın toplumbilimi, Osmanlı ülkesi için geçerli değildir. Yine ona göre, önce Türk oğluna neden Osmanlı olmadığım, neden Türk olduğunu anlatmak, dilden inanca, ekonomiden aile yaşamına dek binlerce yılda ortaya çıkan bilinç birikiminin toplumsal yaşamda yeniden egemen olmasını sağlamak gerekir.
Ziya Gökalp’ın neden Durkheim’m düşüncelerini daha doğru bulduğu konusunda Hilmi Ziya Ülken şunları söylüyor: “Bu yazılarında iktisâdı soruyu ele alarak iki düşünürü karşılaştırıyor. Durkheim ve Marx. Durkheim iktisâdı olayı kollektif tasavvur sayar. Başka toplumsal olaylar gibi, orada bir değer hükmü araştırır; Marx’ın teorisi ise, toplumsal hayatı üretim araçları ile açıklamaya çalışan, toplumun başka görünüşlerini onun sonucu sayan bir teoridir. Gökalp için iktisâdı hayatın toplum içinde önemi çok büyük ise de, başka toplumsal olayları gölge-olay saymak doğru değildir. İktisâdı olaylar teknikten ibâret olmayıp, her şeyden önce değer hükmü olan olaylardır ve başka kollektif tasavvurlarla karşılıklı münasebet ve etki hâlindedirler. Böylece onun İktisâdi görüşü, Durkheim’a dayanarak tarihsel materyalizme karşı cephe almış bir görüştür.”
ALTIN IŞIK
1923 yılında yayımlanan Altın Işık, Ziya Gökalp’m, Türk masallarının, Türk halk öykülerinin ve destanlarının bir bölümünü derleyip, nazım ya da düzsöz olarak yeniden yazdığı kitabıdır. Kitaptaki on iki metinden yedisi manzum (bunların ikisi, Dede Korkut Hikâyelerinden alınmıştır), dördü düzsöz ve biri sahne oyunu biçimindedir. Bu kitaptaki ve 1917’de yayımlanan Kızıl Elma kitabındaki metinlerin yazılış tarihleri, kitaplaştıkları tarihlerden elbet de daha eskidir.
Aynı zamanda verimli bir halkbilim araştırmacısı da olan Ziya Gökalp’m halk yazını verimlerine yönelmesinin nedeni, onun ulusal Türk düşüncesini yeniden kurma çabasma koşut olarak, ulusal yazının, başka bir deyişle halk yazınının dil ve anlatım özelliklerini belirlemek; anonim halk şiirinin ve öykülerinin çağdaş yazmm çıkış noktası olup olamayacağını araştırmak; bunun yanı sıra yabancı sözcüklerden ve dilbilgisi öğelerinden arınmış halk Türkçesini yazın dili olarak denemektir. Kitaptaki metinler bu gözle incelendiğinde, bunların Gökalp’m şiirlerinde olduğu gibi iki amaca yönelik olduğu anlaşılır:
Birincisi, Gökalp’m halk masallarını, öykülerini ve destanlarını yeniden yazarken, ulusal bilinci araştırarak sonuçlara varması ve bunları ulusa iletmek için öğretici bir tavır almasıdır. Kimi zaman doğrudan doğruya, kimi zaman dolaylı olarak Türk’ün (kendisinin deyişiyle “seciyye”sini (ökyapısını. karakterini) saptamaya çalışması; bir bakıma, Türklerin bu günüyle uzak geçmişini birleştirmeyi amaçlaması, Osmanlı düşüncesine duyduğu tepkinin sonucudur.
İkincisi, halk Türkçesinin olanaklarının. zamanın geçerli yazın ve yazı dilinin karşısındaki gücünü ortaya koymaktır. Bu bakımdan amacı, belki de halkbilimci Avrupa yazarlarının, örneğin Andersen in halk masallarını yeniden yazma amacıyla aynıdır. Ancak bu hareket, ne yazık ki ülkemizde çok geç başlamış; bu da uluslaşma sürecinin gecikmesine yol açmıştır.
Kitaptaki manzum metinlerde ve manzum yazılmış kısa oyununda aa bb cc çç dd… biçiminde mesnevi uyağı kullanılır. Bu uyak biçiminin kullanılmasının nedeni, her beyitte uyağın değişmesinin sağladığı uyak bulma kolaylığıdır. (Ancak Gökalp başka şiirlerinde dörtlük birimini kullanır.) Bir iki metindeyse, aradaki konuşumlarda (diyalog) aaab olarak uyaklanan dörtlük birimini de kullanmıştır. Ancak, bu metinleri şiir olarak değil, “manzume*’ olarak değerlendirmek gerekir; çünkü şair bunlarda hem ölçü ve uyak dışındaki şiir öğelerini hemen hiç kullanmamış; şiirsel bir tat vermeyi değil, öğreticiliği yeğlemiştir. Bu nedenle kitaptaki manzum öyküler, “manzum anlatı” olarak adlandırılabilir.
Düzsöz olan metinlerde, an, duru bir konuşma dili vardır. Dönemin genel yazı dilinin halk dilinden kopukluğu ve yapaylığı düşünüldüğünde, Gökalp’ın yazı dilinin yalınlaşması ve yazı diliyle konuşma dilinin özdeşleşmesi konusunda ne denli büyük bir adım attığı görülür.
Gökalp, Altın Işık’taki manzum metinlerde de düzsöz metinlerde de, Türkçülüğün Esasları kitabının “Dilde Türkçülük” başlıklı makalesinde söylediklerini başarıyla uygulamıştır. Örneğin, bu metinlerde, Türkçe’de karşılığı olan Arapça ve Farsça sözcüklere, tamlamalara ve öteki dilbilgisi öğelerine yer vermemiş; konuşma dilinin İstanbul ağzını kullanmış; söyleyeceklerini süslemeden, en kısa yoldan söylemiş; böylece “temiz dil’in yetkin örneğini vermiştir.
Altın Işık’ta yer alan ve Gökalp’ın “iki perdelik manzum piyes” olarak nitelediği “Alparslan Malazgirt Muharebesi” başlıklı metinse, aynı dil ve anlatım özelliklerini göstermesine karşın, oyun uygulayımı olarak hiç de başarılı değildir; ama aslmda onun bu metnini başlı başına bir oyun olarak değil, halk öykülerinde ve Dede Korkut uygulamalarında olduğu gibi düşüncelerini anlatmanın bir aracı olarak ve belki de oynanmak için değil, yalnızca okunmak için yazdığı düşünülebilir. İlk perdesinde Malazgirt savaşmm hemen öncesini, ikinci perdesinde de hemen sonrasını ele alan Gökalp, bu metinde de Türk ulusunun ne denli yücegönüllü, ne denli bağışlayıcı olduğunu, biraz da aşın biçimde okura belletmeye çalışmaktadır.
Kemal Bek
Not: Altın Işık kitabındaki metinler, aslında günümüz diline yakın bir dille yazılmıştır. Ancak Ziya Gökalp’m kullandığı, zamanın okurları tarafından bilinen bir çok sözcük bu gün kullanımdan kalkmış olduğundan ve günümüz genç okurlarının bu metinleri anlamakta zorlanacağım düşündüğümüzden, kitaptaki düzsöz biçimindeki metinleri pek az da olsa değiştirip günümüz diline uyarladık. Bunu yaparken Gökalp’m cümle düzenine ve anlatımına dokunmadık; yalnızca anlaşılmayan sözcüklerin yerlerine günümüz sözcüklerim koymakla yetindik. Manzum metinlerdeyse, şairin kullandığı uyakları değiştiremeyeceğimiz için, bu metinlerin diline dokunmadık: bilinmeyen sözcüklerin anlamlanın sayfa altındaki dipnotlarda açıkladık.