1453: 3 Nisan’dan 29 Mayıs’a Fetih Günlüğü Tarihin en büyük ve en görkemli kuşatmalarından birini günü gününe ele alan, fetih hazırlıklarını anbean tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seren dev bir eser…
Bir yanda fethin kumandanları Fatih Sultan Mehmet’ten Zağanos Paşa’ya, manevi mimarları Akşenısettin’den Molla Gürani’ye ve nice isimsiz kahramanlarına kadar tarihi değiştiren kutlu ordunun neferleri…
Diğer yanda İmparator Konstantin, Bizans ordusu kumandanı Jüstinyani, Venedikliler, kilise çanlarının umutsuz çığlıklarına sığınan bir halk ve Roma defterini kapatmak üzere olan bir şehir…
Çağlar değiştiren Fatih’in ideallerinin, hedeflerinin, fethin gecikmesi karşısında duyduğu öfke ve sabırsızlığın, akın akın şehadete koşan erlerini kaybetmenin verdiği hüznün, tüm bu hengâmede eşi Sittin Hatun’la mektuplara dökülen coşkulu duyguların; tarih yazmak, o kutlu müjdeye, “Onu fetheden Kumandan ne güzel Kumandan, onu fetheden asker ne güzel asker” iltifatına nail olabilmek için yola çıkan bir kumandan ve onu takip eden şanlı bir milletin romanı…
***
Ey inananlar!
Aranızdan kim dininden dönerse bilsin ki Allah’ın sevdiği, onların da Allah’ı sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı onurlu, güçlü bir kavim getirecektir.
Bu kavim Allah yolunda savaşır, hiç kimsenin yermesinden korkmazlar. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir lütuftur.
Allah’ın ilmi her şeyi kaplamıştır.
Maide Suresi – 54. ayet
Elindeki Kur’an-ı Kerim’i rahlesinin üzerine koydu. Tefekkürün en derinlerindeydi. Gece, sabahın sarkacına tutunmuş, adım adım kendine çekiliyordu. Gözlerini uyku kıstırmaya başlamış, bedeni ruhuna tutunamıyordu. Saatlerdir, ayetin kadranında ruhunu sürüklüyor, döndürüyor, med cezir gibi gidip gidip geliyordu.
Bahsedilen kimlerdi acaba?
Düşündüğü gibi miydi, kendinin de mensup olduğu bu millet miydi? Yüce Sultan’ın kelamını yanlış yorumlamaktan korkuyordu. Biraz uyursam daha sağlıklı düşünürüm, diye kalktı.
Taş merdivenlerden yukarı çıktı. Gecenin sessizliğinde gürültü yapmamak için ayakuçlanna basa basa odasına geçti. Evinde barınan talebelerini rahatsız etmekten korkuyordu. Dışarıda keskin bir soğuk ve tipi, gecenin yüzünü kanatıyordu. İçi titredi. Üşüyordu. Ocağa birkaç odun attıktan sonra kendini yatağına bıraktı. Yanan odunların çıtırtısı bir anda tatlı bir musikiye dönüştü. Alevler hem aydınlattı hem ısıttı. Yorganına sarılır sarılmaz derin bir uykuya daldı.
Buhara’nın tanınmış bir âlimiydi. İlim irfan sahibiydi. Yüreğiyle konuşan bir adamdı. Medresede görevini yaptıktan sonra geniş bir bahçenin ortasındaki mütevazı evinin bodrum katında kendini kitaplarına ve ibadetlerine verirdi. Sözü senet sayan bir ulu dervişti. Gerçek adını bilen yoktu. Nereden geldiğini bilen yoktu. Adını soranlara “Bana Şeyh Garip dersiniz” der, geçerdi.
Ama halk kendisini bir gönüller sultanı bellemiş ve adını “Şeyh Garip Sultan” diye ana gelmişti.
Şeyh Garip Sultan, bedenini uykunun tüy gibi ellerine bırakmıştı ki bir rüyanın terkisine atlayıp gitti çok uzaklara. Zaman, mekân, eşya, her şey çok geride kaldı.
Diyar-ı Rum’un başkentine gelmişti. Edirne’ye kar yağıyordu. Kardan, tipiden nasıl gelmişti ki buralara? Sarayın kalın duvarlı kapısının önünde durdu. Yüreği deli, efsun bir sevdanın çekimiyle yorgundu. Ağır ağır nefes alıyordu.
Osmanlı’nın şanlı sultanı II. Murat Han işte karşısında duruyordu. Gülümsüyordu. Ellerinden öptü.
– Oo şeyhim, Buhara gülü gibi düştünüz gülzarımıza. Safalar getirdiniz. Yollarınızı uzun zamandır beklemekteyim. Sizin ilim ve irfanınızdan biz ve dahi şehzademiz Mehmet istifade etmek dileriz. Sizden yardım dileriz…
– Estağfurullah hünkârım, biz kimiz ki bizden yardım dilersiniz?
– Sizler akımız, aydınlığımız ve sürurumuzsunuz. Sizlerin görüp de bizim göremediklerimizi bilmek isteriz. Bunu cihadımızın selameti için, bu şerefli millet için dileriz. Şerefli millet diye söylerim. Umarım ki siz bu sözümüzü bir büyüklük ve kibir saymazsınız?
– Estağfurullah, estağfurullah… Hâşâ büyük Mevla’mızın karşısında biz kendimizi bir zerre dahi görmeyiz. Lakin Rabb’imizin sevgisine mazhar olan bir millet olduğumuz aşikâr. Bu güçlü millet Allah yolunda şan ve şeref almak için yürür uzak ufuklara. Bu yürüyüş kutlu bir yürüyüştür. Siz doğru yoldasınız hünkârım. Bu cihat son sürat devam etmeli…
– Şeyhim, biz dört bir yana akıp dururuz, lakin asıl İstanbul’u almak dileriz. Bizans bir fitne kalası olup bizi içimizde kurt gibi kemirmektedir. Bu hal canımızı sıkmaktadır. Bizden evvel biliriz ki atalarımız, dindaşlarımız pek çok kez gitmişler bu fitne kalasının önüne. Lakin kimseler erememiş bu kutlu fethe nail olmaya. Biz dileriz ki bize müyesser ola bu feth-i mübin… Ne dersiniz şeyhim? Yüreğiniz ne söyler bize?
– Efendimiz, bu fitne ve dahi küfür kalası, muhakkak bu soylu milletindir. Lakin bu size değil, Şehzade Mehmet’e nasip kılındı. Siz bunu böyle bilesiniz. Ancak bu şehzadeyi emin ellerin sıcaklığına veriniz ki soyumuz aklana, soyumuz şereflene… Ak Şeyhi, Akbıyık Sultan’ı, Molla Hüsrev’i kat şehzadenizin yanına.
– Bunu mutlaka yerine getireceğim şeyhim. Allah razı olsun senden…
Şeyh Garip Sultan, “ya Fettâh, ya Fettâh’ diye açtı gözlerini. Terlemişti. Sırılsıklam olmuştu. Titriyordu. Bütün gece üzerinde akıl yürüttüğü ayetin ruhunda gezindiğini bu rüyayla anlıyordu. Kalp gözünü çok uzaklara salmıştı bu kez… Sultan II. Murat Han ile tanışmıyordu. Hac için gittiği Mekke’de duymuştu adını Uluğ Hakan’ın. Bu Uluğ Türk’ün kendisiyle böylesine bir tanışma nasip olunmuştu…
Bu gece gittiği menzil çok uzaklarda olsa da kalbinin içinde bir yerlerdeydi aslında… Kalktı. Abdest alıp namaza durdu. Sonra odasının küçük penceresinden dışarıya baktı. Şiddetli bir kar, tipiye dönüşmüş bastırıyordu. Her taraf karın işgali altındaydı. Kar tipiyle savruluyor, yollar, dağlar ve tepeler karın altında görünmüyordu.
Şeyh Garip Sultan, ocağa birkaç odun daha attıktan sonra, yanan ocağın başına çöktü ve ateşin kıvılcımlarına takıldı gözleri. Tefekkür boyutuna geçen düşünceleri hâlâ gördüğü rüyanın tesirindeydi.
Buhara, uzun zamandır soğuk geliyordu yüreğine. Başka diyarlar, bambaşka kentler çağırıyordu kendini sanki. Kimsesi yoktu. Kalkıp gitse nereye gidiyorsun diyecek bir yakını olmamıştı. Kimsesizdi ve sadece kimsesine adamıştı kendini.
Edirne’yi düşündü.
Ne çok Buhara’yı andırıyordu. Kendini Edirne’ye taşıyan, anlık da olsa oralara sürükleyen Rabb’ine hamd etti. Edirne’deki sultan ile Buhara’dan hasbıhal etmiş olmanın derin süruru vardı üzerinde.
İstanbul’u düşündü. Rüyasında İstanbul’u Şehzade Mehmet alacak demişti, Sultan Murat Han’a… Bunu söylerken dayanağı neydi, bilmiyordu. Şehzade Mehmet ismini daha önce hiç duymamıştı. Gerçekten Şehzade Mehmet diye biri var mıydı? Hem olsa bile bıı rüya neden kendini gelip bulmuştu? Bu rüya ile ne anlatılmak isteniyordu? Yüce Allah’ın kendisine hissettirdiği bir müjde miydi yoksa bu rüya? Bilmiyordu…
Şeyh Garip Sultan, rüyanın ne sebeple kendine ilham edildiğini anlamaya çalıştıkça içini derin bir huzur sarıyor; İstanbul, II. Murat Han, Şehzade Mehmet ismi bir sıcaklık katıyordu gönül hanesine.
Sabah namazı vakti gelmişti.
Hemen öğrencilerini sabah namazına kaldırdı.
Kendini namazın cezbesine bıraktı ve savruldu, İlahi efsunun sağanağında. Uzun uzun dua etti. Bütün sözünü O’na saklıyor gibiydi. Az konuşuyor, çokça ibadet ediyordu. Bu öyle bir aşktı ki ne kadar yansa, üşüyordu. Ne kadar ibadet etse az geliyordu.
Bir ilahinin ezgisi gibiydi sabah vakti…
Sabahın seherinde uyanırken cümle mahlûkat, o, hâlâ ayakta idi ve dua ediyordu.
Buhara karlar altındaydı. Gece siyah elbisesini toplayıp gitmeye hazırlanıyordu. Ancak öylesine bir tipi ve kar yağıyordu ki gökyüzü bulutlarla ve atıştıran karla ırgalanıyordu. Penceresinin pervazlarına konan serçelerin yalnızlığına takıldı gözleri. Kalktı, kilere gitti. Elindeki ekmek parçalarını ufalayıp camın önüne koydu. Kuşlar ürkmüyordu. Bütün kışı bu camın kenannda geçirmişlerdi. Bu minik canlar, kısmetlerinin burada olduğunu çabucak öğrenip bağlanmışlardı Şeyh Garip Sultan’a.
Kahvaltısını yapmak için ocağa koyduğu çorbası pişmişti. Öğrencileri kalktıklarında çorbaları hazır olurdu. Onlara kendi çocukları gibi bakar, şefkatini ve merhametini, ilim ve irfanını cömertçe paylaşırdı.
Kendi pişirdiği bir parça buğday ekmeğini yanına katık ettiği sıcak çorbayla yedi. Adeta kuşlara eşlik ediyor gibi bir hali vardı. Yaz aylarında yoksul kadınlara para karşılığında hazırlattığı tarhanasını kaynatıp kaynatıp içerlerdi hep birlikte.
Öğrencilerini ilim ve irfanla donatıp gönderirdi zamanı geldiğinde. Yuvadan uçurduğu bu kuşlarının ardından uzun zaman yas tutardı. Onları uğurlarken sıkı sıkı tembihlerdi. Bir daha kendisini arayıp sormamalarını isterdi. Unutmalarını isterdi. Hocalannın huyunu iyice öğrenen bu çocuklar çaresiz boyunlarını büküp yola koyulurlardı.
Böylesine garip halleri vardı. Herkese son derece cömert, kendisine oldukça cimri idi. Nefsini yerden yere vurur, nefsi için parmağını kıpırdatmazdı. Ne nefsine ağır geliyorsa onu yapar ve bundan sonsuz bir huzur duyardı.
Bir gün, ters bir zamanında, bir öğrencisine sesini yükselttiği için günlerce ağzına bir şey koymamış, en ağır işlere koyulmuş, haftalarca gülmez olmuştu. Kendine karşı bu katılığı nedendi, kimseler bilmiyordu.
Buhara Han’ı, zaman zaman makamına davet ederdi.
Aşırı ısrar etmedikçe gitmez, kendini hiçbir yerde göstermek istemezdi. Bir gün Buhara Han’ı kendisine sarayda danışmanlık görevini teklif etmiş ama şiddetle reddetmiş, Han’ın ısrarı üzerine şunları söylemişti:
– Han’ım! Ben fakiriniz, ben bendeniz, ben tebaanızım. Lakin size danışmanlık yapmak benim tabiatımla örtüşmemektedir. Devlet erkânında görev yapacak liyakatte çok insan var bu görevi severek yapacak. Bırakınız onlar mesut olsunlar. Siz benim nâmurat olmamı istemezsiniz bilirim. Ben yoksul talebelerimle medresemin taş duvarları arasındaki huzurlu ve sımsıcak dünyamda pek mesudum. Her zaman için çağırınız huzurunuza geleyim ama beni bu işe memur kılmayınız. Ben medresemde sizin için daha hayırlı işler yapmak dilerim. Bir talebemin gözlerine Hakk kandilinin ışığını tutuşturursam, tutuşturabilirsem o zaman yararlı oldum sayarım kendimi. Ben sizin gibi bir ulu Han’a nasıl danışmanlık yaparım?
Bunun üzerine teklifini geri çeken Han, bu kez kendisine maddi yardımda bulunmak istemiş, lakin bu teklifi de uygun bir dille geri çevrilmişti.
Basiretli bir derviş kişiydi.
Hakk yolunun yolcusu idi.
Kendini Hakk yoluna adamış, nefsinden ve canından geçmiş, ruhunu ulvi lezzetlerin çağlayanına bırakmıştı. Gürül gürül akıyordu ötelere. Tertemiz akan bir nehirdi sevgiliye doğru. Yalancı dünyanın bir katre bile olmayan bütün güzelliklerini elinin tersiyle itmiş; asıl sevgiliye, gönüller Sultanın dergâhına doğru akıyor, akıyordu.
Sabahın ilk ışıkları pencereden içeriye sızınca, namazdan sonra tekrar uykuya dalan talebelerini uyandırmaya gitti. Onların kahvaltılarını hazırladı.
Sonra birlikte yola koyuldular. Medrese birkaç fersah ötede idi. Yağan kar bir metreyi bulmuş, yolları kapamıştı. Bata çıka yürümeye başladılar. Yabandaki kurtlar, çakallar şehre inmiş uluyorlardı. Talebeler, kurt sesini duyunca korkmaya başladılar. Gülümsedi Şeyh Garip Sultan. Ağır ağır konuştu.
– Kokmayınız evlatlarım, onlar rızıklarını aramaya koyulmuşlar. Hepsi bir can taşıyor. Avlanıp geri çekilecektir hepsi…
İçlerinden en küçüğü olan Mirza korkuyla,
– Hocam ya bizi avlarlarsa, diye sordu.
– Bizi avlamazlar, merak etme evladım. Yüce Rabb’imiz onların rızkını verecektir. Biz onların rızkı değiliz. Vademiz bitmişse ancak o zaman vesile olacaklar, sakın endişe etmeyesin.
Mirza, söylenen sözlerin esrarı karşısında sustu. Korkusu geçti.
Şeyh Garip Sultan, konuşsa da etrafindakilerle ilgilense de hâlâ gece gördüğü rüyanın etkisindeydi. Derin bir halin içerisinde savruluyordu ötelerin ötesine…
Sultan II. Murat Han, sabah namazından sonra uyumamıştı. Sabaha kadar dua etmiş, kitap okumuştu. Sarayın kalın duvarları, dışarıdaki soğuğu geçirmese de bu sabah yüreği pek üşüyordu. Gece, oldukça garip bir rüya görmüştü. Buhara’dan geldiğini söyleyen yaşlı bir zatla etraflıca sohbet etmişler, sonra yaşlı zatın, aniden ortalıktan kaybolmasıyla rüyadan uyanması bir olmuştu. Uzun süre uyku tutmamış, düşünceden düşünceye atlayıp durmuştu. Bu rüyayı kim tabir edebilirdi acaba, diye düşünürken aklına Ak Şeyh geldi…
Bâtınî ilmi kuvvetli biriydi. Oğluna ilim ve irfan öğretsin diye ne diller dökerek saraya davet etmişti.
Hemen içoğlana Akşemsettin’i çağırmasını söyledi.
Az sonra utana sıkıla Ak Şeyh huzura girdi. Sultan Murat Han, ayağa kalktı. Bu salonda mana erlerini kabul eder, onlarla sohbetini uzun tuttuğu için yer gösterirdi. Ak Şeyh’e yerini gösterdikten sonra kendi de oturdu.
Gözleri yorgundu.
Ruhu yorgundu.
Hemen söze girdi. Sesini yumuşatarak:
– Şeyhim, ben bu gece öylesine bir düş görmüşüm ki tabir edilebilir mi bilmiyorum? Hayr olduğunu düşündüğüm bir düş görüyorum. Tam da bu salonda oturuyorum. Birden Buharalı yaşlı bir zatın geldiğini haber veriyorlar. Huzura giriyor. Nur yüzlü, ökçeli sözlü bir adam… Konuşuyoruz. İstanbul’dan söz açılıyor. Kendisine İstanbul’u fethetmek bana nasip olur mu, diye soruyorum. Bana Hacı Bayram-ı Veli pirimizin dediği sözlerin aynısını söyleyip, kalkıp gidiyor.
Şimdi söyleyin şeyhim, bu nasıl bir rüyadır ki gerçeğe çok benziyor. Daha önce senin huzurunda mürşidin Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nin söylediği bu sözleri Buhara’da yaşayan bu ulu zat nasıl tekrar ediyor? Hem de rüyama girerek? Bunun bir hikmeti var mıdır?
Ak Şeyh’in gözleri parladı. Heyecanlandı.
– Amenna. Bu gerçeğin ta kendisidir hünkârım. Bunun hikmeti öyle büyüktür ki bizim aklımız şaşar. İstanbul sade bizim değil, bütün ehl-i İslâm’ın rüyasıdır. Muhammed ümmeti neredeyse orada bir gün İstanbul’un fethedileceği umudu da vardır. Buhara ki aslımızın geldiği, irfanımızın meşalesinin tutuştuğu yerdir. Bu ulu zat öyle zannederim ki Şeyh Garip Sultan’dır.
– Kimdir şeyhim bu Şeyh Garip Sultan?
– Hünkârım, bu öyle bir ulu zattır ki şöhreti Orta Asya bozkırlarını çoktan aşıp Yemen illerine ulaşmıştır. Öğrencileri Semerkânt, Hotan, Kaşgar, Buhara, Taşkent vilayetlerinde bir sahabe sadakatiyle çalışırlar İslam için… Kimseler gerçek adını bilmez. Kimselere borcu yoktur. Nefsinin çok ötelerine atlamış bir gönül ehlidir ki ilmi çok büyüktür.
– Ne diyorsun şeyhim. O halde tiz elden ulaklar yola çıkaralım. Sarayımıza davet edelim. Buyursun gelsin, gönlümüze ilham olsun.
– Elbette hünkârım, elbette. Bizim de gönlümüzün neşesi yerine gelir.
II. Murat Han, hemen başveziri Çandarlı Halil Paşa’yı huzura çağırttı. Büyük Hakan çok etkilenmişti. Zaten nerede bir ilim ve irfan ehlinin şanını duysa hemen saraya davet eder, sahip çıkardı. Bilirdi ki ilim ve irfan ehline kapısını kapatan hiçbir hükümdar muvaffak olamazdı.
Az sonra Çandarlı Halil Paşa’ya durumu bildirdi ve ulaklar birkaç saat içinde yola koyuldular.
Sultan Murat Han, içine çöreklenen sürurun kıvılcımıyla Hüma Hatun’un dairesine gitti. Vefalı hatunu çok sevinmişti. Mor ipek kaftanının içinde pek güzel görünüyordu. Yüzüne sinen belli belirsiz bir hüzün var gibiydi. Çokça yalnız kalmasından kaynaklanıyordu bu keder. Birlikte kahvaltı ettiler.
Cariyelerden şarkılar dinlediler, birbirlerine latifeler ettiler. Rüyasını anlatmayı çok çok dilese de efsunu bozulur diye anlatmaktan vazgeçti. Bu rüyayı gerçek kılacak olan sevgili şehzadesine sevgisi bir kat daha artmıştı. Onu çok özlüyor, ancak mesafesini hiç daraltmıyordu.
Bu küçük çocuğu çok az görüyordu.
Sultan Murat Han, gece gündüz ülkesinin topraklarını genişletmek, tebaasını müreffeh bir hayata kavuşturmak için bütün gücüyle en çetin savaşlara girişiyordu. Her ne kadar askeri başarısı ve bilgisi sınır tanımazsa da çok hoşlanmıyordu savaş meydanlarında ömür tüketmeyi.