Roman (Yerli)

Beyaz Güvercin

Hüseyin Akyüz birbirinden güzel sekiz öyküsünün yer aldığı “Beyaz Güvercin” adlı kitabında kahramanlarını kenar mahalle insanlarından seçmiş. Yaşamın zorlu koşulları içinde, her şeye karşın insanca var olmaya çabalayan sıradan insanlar. Genci, yaşlısı, çalışanı emeklisi, dulu; hepsi de mutluluk özlemiyle, bir sevinç parıltısı, bir umut kırıntısı, peşinde ömür tüketiyor. Tıpkı toplum içindeki yerleri gibi , yaşamları da sessiz ve gösterişsiz. Akyüz’ü başarılı bir yazar yapan, bu insanların silik yaşamlarındaki olağanüstü dünyaları ustalıkla ortaya koyabilmiş olmasıdır.

BEYAZ GÜVERCİN

Bir çatı aralığından sevinçle havalandı güvercin. Gökyüzünün giderek her gün biraz daha bulutlardan arınan güzel maviliklerine doğru uçtu. Yağmurlu günlerin ardından artık kararlı sıcaklıklarla parlayan güneşin ışıklarıyla oynaştı yükseklerde, onların peşinden gidip hızla toprağa doğru bıraktı kendini, coşku süzüldü, kanat gerdi, taklalar attı. Kuş yüreğindeki sevinç mutluluğa dönüştü.

Güvercinin küçük, kahverengi gözleriyle gökyüzünden doyasıya seyretmeye çalıştığı ilkyaz, göl kıyısı boyunca bir yılan gibi kıvrılarak uzayan demiryolundan tepelere doğru sıralanan gecekondu mahallesinin en güzel bayramıydı. Bahçelerdeki kayısıların, malta eriklerinin, şeftalilerin ve kalın gövdeli badem ağaçlarının dalları bahar çiçekleriyle pembe ve beyaza bürünmüş, toprak yeşillenmiş, öbek öbek kır çiçekleri yayılmıştı her yere. Gecekondu insanlarının bütün bir kış bir türlü ısınamamış yoksul bedenleri güneşin sıcaklığına kendilerini nasıl sevinerek teslim etmişlerse, yaşama karşı hep kırık duygularla dolu olan yürekleri de hemen doğanın bu büyülü değişimiyle her şey için biraz daha çok umutlanır olmuştu. Evlerin soba dumanından kararmış duvarlarına beyaz kireçler vurulurken, bahçelere yeniden çiçekler ekilirken, kışlık giysilerin çoğu kaldırılıp bir kenara atılırken, ağaç altlarına serilen minderlerde demli çaylar içilirken gelecekteki yaşamın hesabı daha cesaretle yapılmaya başlanmıştı.

Güvercin, demiryolunun göl kıyısından ayrıldığı yerden evlerin üstüne doğru geniş bir yay çizip yeniden gölün kıyısına uçtu. Yorulmuştu. Bir söğüt ağacının dalına kondu. Aşağıda, giderek uzayan çimenlerin, kır çiçeklerinin, çalılıkların arasında cıvıldaşan serçelerin seslerini dinleyerek soluklandı. Tam yeniden kendini gökyüzüne atmaya hazırlanıyordu ki ansızın içini yakan bir acıyla sarsıldı. Ağacın altına sinsice yaklaşmış bir çocuğun parmakları arasında gerilmiş sapan lastikleri boşalınca küçük, sivri bir taş tam kanadının altına saplanmış, canı yanıp, küçük bedeni kanlanmıştı.

Can acısı ve korkuyla kanat çırptı. Gökyüzünü bir uçtan bir uca tutmuş maviliklere doğru uçtu. Daha yükseklere daha yükseklere uçması gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılmıştı. Oysa gücü kesiliverdi çabucak. Yükselmek istedikçe alçaldı ve dökümhanenin arkasındaki bir su birikintisine inmek zorunda kaldı.

Suyun üstünde yüzen yanık makine yağları, zift artıkları beyaz tüylerine, kanatlarına bulaştı hemen ama o canının yanmasından önemsemedi bunu. Ayaklarının içine gömüldüğü suyun serinliği yarasına iyi gelip acısını azalttı sanki. Bu duygu ile güç kazanıp canlandı. Kendini yeniden gökyüzüne attı. Evlerin, ağaçların üstünden geçip göle doğru uçarken ağırlaştı bedeni. Çok geçmeden de kanat çırpamaz oldu. Telaşlı birkaç kanat çırpış denemesinden sonra dengesini yitirmiş bir uçurtma gibi ağır ağır düştü çimenlere.

Enver bir ağacın altına oturmuş uzun bir süre resimli roman okumuştu. Kitabı bitirdiğinde gökyüzünü seyre koyuldu ve o sırada güvercinin çimenlere düşüşünü gördü. Hemen oturduğu yerden kalkıp, koştu. Güvercinin başına gelip şaşkınlık dolu gözlerle baktı ona. Gökyüzünde uçarken görmüştü onu bir ara kitaptan başını kaldırdığında, beğeni ile seyretmişti. Şimdi bembeyaz tüylerinden sular süzülüyordu çimenlere. Kanatlarına çamur renginde makine yağı, zift artıkları bulaşmıştı. Sol kanadının altı ve beyaz karnı kanlanmıştı.

Başını eğmişti güvercinin üstüne. Onun küçücük gözleri güneşte birden ışıyınca korktu. Bir adım geriye çekildi. Hayvanın gözleri yeniden kapanınca elini uzatıp, sevgi dolu bir acımayla onun boynunun tüylerini okşadı. Ne denli ölgün bir yatış içinde olsa da, böylesine güzel bir güvercin görmemişti hiç.

Sonra incitmemeye çalışarak aldı yerden güvercini. Bir süre iki avucunun içinde tutarak seyretti onu. Islak, pislenmiş göğsü belli belirsiz inip kalkıyor, bedeninin sıcaklığı giderek artıyordu.

Kuşu avuçlarında taşıyarak söğüt ağaçlarının altına gitti. Ne yapacağını bilemiyordu. Şaşkındı daha. Avucunun içiyle gölden su alıp güvercinin gagasına tuttu ama içiremedi. Arada bir göz kapakları hafifçe aralanır gibi olsa da, bembeyaz tüylerle kaplı küçük bedeni titriyor gibi bir sanı verse de hayvan kendinden geçmiş bir durumdaydı.

Uzun süre çevresine bakınıp düşündükten sonra yine avuçlarına aldı güvercini. İleride, sazlığın önünde bağrışarak oynayan çocuklara görünmeden demiryolunu geçti. Evlerin aralarındaki daracık, yeni tozlanmaya başlamış sokaklarda yürüyüp eve geldi. Bahçeden evin arkasına dolandı. Bir köşeye devrilmiş kırık dökük, ağaç merdiveni duvara dayayıp çatı arasına çıktı.

Tozlu bir alacalığa alışmasını bekledi gözlerinin bir süre. Çatı tahtaları arasından içeriye uzanan iki ışık demetinin arasına eski elbise parçalarından yırttığı bezlerle bir yer hazırlayıp, oraya yavaşça yatırdı güvercini.

Aşağıya inip eve geçti. Annesi ile ablası yoktu içeride. Dolapları, çekmeceleri karıştırdı. Oksijenli su, tentürdiyot, yara tozu, merhem gibi işine yarayabilecek ne bulduysa taşıdı çatı arasına. Orada burada gördüğünce sildi temizledi yarayı, merhem sürdü, yara tozu ekti. Kuş arada bir gözlerini aralayıp çırpınmak istese de, çabucak kıpırtısız kalıveriyordu yeniden; bu kadar bitkin düşürmüştü bu yaralanma onu.

Kendi de çöküp kaldı sonra onun yanına. İçinden gelmiyordu bir türlü onu yalnız bırakıp gitmek. Saatlerce kaldı orada. Sonra kendisine seslenen bir sesle birden sıçradı oturduğu yerde.

“Enveeer!”

Annesiydi. Bir süre onun sesinin çatı arasında yankılanmasını dinledi kulak verip. Ardından kurumuş, tozlu tahtadaki deliğe gözünü uydurup aşağıya baktı. Gün dönüp, güneş dışarıda alçaldıkça kuşun iki yanına vuran ışık demetleri silikleşiyor, iri bir delikten aşağıdaki odanın aydınlığı daha iyi görünüyordu. Annesi pencereden dışarıya uzanmış, avazı çıktığı kadar bağırıyordu bahçeden sokağa doğru:

“Enveeer! Gözü çıkmayası nereye daldın yine?!”

Odanın dışa açılan kapısı gıcırdadı o sırada. Artık gücünü yitirmeye başlayan güneşin cılız kızıltısı önünden uzun, iri bir gölge düştü içeriye. Babası, Demir Usta girdi odaya sallana sallana. Sarhoştu.

“Bağırma be kadın deli gibi!”

Kadın başını çevirip, göz ucuyla süzdü kocasını. Yalpalayarak birkaç adım yürüdü odanın içinde Demir Usta. Yaşlı bir gürgen ağacından yapılmış takma bacağı, her adımda, döşemenin kurumuş tahtalarının gıcırtılarını bastıracak tok sesler çıkartıyordu. Geçti, odanın bir duvarına yaslanmış, birkaç gözü camlı, tahta dolaptan içinde iki parmak rakı kalmış şişeyi aldı. Havaya kaldırıp gün ışığına tuttu. Gözünün doğrultusuna getirip içindekini ölçtü. Yürüdü, pencere önündeki sedirin bir ucuna iri bedeninin tüm ağırlığı ile çöktü.

“Şuradan bir bardak su getir avrat. Öyle bön bön de bakıp durma adamın suratına hem!”

Sessizce onu izleyen kadının bakışları terslendi. Kendini tutamayıp söylendi.

“Daha nerene içeceksin be adam!”

Başından, siperliğinin kenarları elle tutula tutula yağlanmış kasketini çıkartıp sedirin üstüne attı Demir Usta.

“Dırlanma da su getir biraz!”

Söylenmesini duyulamayacak mırıldanmalarla sürdüren kadın gidip getirdi suyu. Demir Usta, bardaktaki suyun yarısını pencere kenarına dizilmiş saksılardan birinin içine döktü. Fazla gelmişti. Sonra iki parmak rakıyı boşalttı bardağa. Rakının suyla karışıp beyazlamasını seyretti bir süre. Bir yudum içip, sırtını duvara yasladı.

“Birgül nerede?”

“İçerde.”

“Çağır hele bakayım şunu.”

Buruşturdu suratını kadın. Günlerdir evin içini bir cenaze yeri havasına büründüren bağrışmalar, ağlamalar, sızlamalar yeniden başlasın istemiyordu. Dayanamıyordu yüreği artık. Eli ayağı tutmaz oluyor, geceler boyu süren ağrılar giriyordu başına.

“Başlama yine, istemiyor işte kız!”

“Çağır hadi, çok konuşma!”

Aksiliği tuttuğunda başa çıkılmazdı Demir Ustayla. Olanaksız, iç odanın kapısını aralayıp seslendi. Kız duymuştu konuşulanları. Babasının kalın sesinin evin içinde dolaşmasıyla birlikte tedirgin, tetikte bekliyordu. Kapıdan öte geçince olacakları biliyordu. Derin bir nefes aldı. Kendisine bir süre omuz verecek bir soluklanma. Elinden yere sarkan örgüsünü, tığlarını, ipliğini yatağın üstüne atıp çıktı.

“Buyur baba!”

Bardaktan bir yudum daha aldı Demir Usta. Artık uyuşmuş dili damağı hissetmedi bile bu yudumu. Gelip, isteksizce karşısına dikilen kızına baktı.

“Bugün Necati geldi yine bana. Ne isterseniz vermeye hazırım diyor. Başlıksa başlık, baba hakkıysa baba hakkı, ille verin Birgül’ü… Çok üsteliyor…”

Yutkundu Birgül. Önüne eğdi başını. Çiçekli etekliğinin kıvrımlarını seyretti düşünerek. Hafiften titremeye başladı yüreği.

“Ne diyorsun?”

Suskunluğu taştı birden Birgül’ün. İçindeki birikim öfkeye döndü. Kırılgan bir sesle bağırdı babasına:

“İstemiyorum dedim ya! Kala kala bir o kart herife mi kaldım!..”

Kızının sert çıkışı bir tokat gibi patladı yüzünde Demir Usta’nın. Oturduğu yerden sendeleyerek kalktı ayağa. Omuzlarından tutup sarstı Birgül’ü.

“Sana sorduğum kabahat zaten! İster iste ister isteme, gelin isteyin vereceğim kızı sana, dedim Necati’ye…”

Birgül babasının içki kokan nefesiyle bir anda tıkanıp kaldı sanki. Bir köşeden karmakarışık olmuş suratıyla onları izleyen annesine gitti gözleri. Onu görünce, burnu ince bir sızıyla titredi. Göz yuvalarından taşan birer damla yaşın ıslaklığı yanaklarına doğru yayıldı yavaşça.

“Delirdin mi sen herif?!”

Karısını yanıtlamadı Demir Usta. Gözleri hep kızındaydı. Onun karşı koyucu sözleri tümüyle sarsıyordu bedenini.

“Anladın mı, veriyorum seni Necati’ye!”

“Öldürürüm kendimi daha iyi!” dedi Birgül. Demir Usta’nın iri, nasırlı eli kalkıp indi o an suratına. Bir daha….

Kadın atıldı, araya girdi hemen. Kocasının yeniden havaya kalkan elini tutmaya çalıştı. Beceremedi bunu. Onun dökümhane işçiliğinden kalma gücüyle savruldu gitti odanın bir köşesine.

“Kendisini öldürecekmiş… Bok ye daha iyi emi!”

Söylene söylene çöktü yine sedirin köşesine. Rakısını yudumlayıp, sırtını duvara dayadı. Pencereden dışarıya çevirdi başını. Derin bir öfkeyle inip kalkıyordu göğsü. Ağlaya ağlaya iç odaya koşan kızının ardından da bakmak istemedi. Öfkesinin bir acımaya dönüşmesini istemiyordu.

Delikten gözünü ayırdığı zaman deli gibi çırpınıyordu yüreği Enver’in. Dik kirişe sırtını dayadı tozlu tahtaların üstüne oturup. Ağlamanın eşiğindeydi. O evlerin çatılarını uçuran, ağaçların dallarını kıran, sokakları toza dumana katan büyük fırtına tüm acımasızlığı ile esiyordu yine içinde.

Orada büzüldü kaldı öyle. Gün battıktan sonra giderek koyulaşan bir karanlığın ağzında. Durmadan parmaklarının uçlarıyla tüylerini okşadığı güvercin durağan, sessizdi. Küçük bedeninin sıcaklığı elinden yüreğine doğru akıyor sıcak, mutlu bir şeyleri anımsatıyordu.

Delikten aşağıya son bir kez baktı. Elektrik ampulünün cılız, sarı aydınlığındaydı oda. Babası rakısını bitirmişti çoktan. Sedirin üstüne boylu boyunca yatıp sızmıştı. Bir yer minderinde oturan annesi badanası kirlenmiş duvarlara sessizce bakıyordu.

Kuşu eski bir sandığın altına kapatıp, aşağıya indiğinde sokakta yanan ateşleri gördü. Çocuklar, kızlar, genç gelinler, kadınlar, yeni yetme delikanlılar gülüşerek, bağrışarak atlıyorlardı alevlerin üstünden. Bir sevinç duygusu kapladı birden içini. Elinde olmadan gülümsedi. İçeriye, ablasına söylemeye koşmak için davrandı ya kalakaldı kapının önünde. Az önce çatı arasındaki delikten gördüklerini anımsayınca kapıdan öteye geçmek istemedi canı. Sokağa çıktı. Ateşlerin çevresine toplanan kalabalığa karıştı koşarak.

Eve döndüğünde ilerlemişti gece. Mutlu bir yorgunluk içindeydi. Ateşlerin üstünden atlamış, yaşıtlarıyla kovalamaca oynamış, tere batmıştı. İçinde esen fırtına dinmişti. Sessiz ve doygundu duyguları. Ardında sokak da sessizdi artık. Bağrışmalar, gülüşmeler, koşuşmalar kesilmiş, hafif bir serinlikle oynaşır olmuştu sokaktaki ateşlerin külleri. Gökyüzü yıldızlıydı. Arada bir öten bekçi düdükleriyle birlikte, aşağılarda gölde balık avlayanların birbirlerine seslenişleri de duyuluyordu.

Kapıdan girmeye cesaret edemedi. Babasının içki kokan nefesiyle karşılaşmak düşüncesi bir karabasan gibi geliyordu ona. Küçük odanın penceresini itip, sessizce atladı içeriye. Ablası büzülüp kalmıştı yatağın içine. Ses çıkarmamaya çalışarak karyolanın altından yatağını çekti, serdi yere. Soyunup yattı hemen. Sokaktaki ateşlerin alevleri gözlerinin önünde yeniden canlanıp, güzel genç kızlar eteklerini savurarak o alevlerin üstünden atlarken uyuyakaldı.

Sabah gün ışığı pencereden vurur vurmaz açtı gözlerini. Derin bir uykunun içindeydi daha ablası. Sırtından aşağıya kadar uzun saçları gece boyu bir o yana bir bu yana dönmekten darmadağın olup birbirine dolanmış, elinin ince, çelimsiz parmakları bir korugan bulmuşçasına sıkıca kavrayıvermişti başının altındaki yastığı.

Çabucak giyindi. Elini yüzünü bile yıkamadan çatı arasına çıktı. Sandığı kaldırdı. Yandaki aralıktan tam beyaz tüylerinin üstüne vuruyordu güneş. Elini uzatıp başına dokundu. Belli belirsiz kıpırdandı kuş. Sonra onun boynunu, göğsünü okşadı. Çırpındı bu kez kuş. Kanatlarını açıp, uçmak istedi sanki. Elinde olmadan ürküp biraz geriye çekti kendini hemen. Az sonra kesildi çırpınışı kuşun. Hızlı hızlı atan yüreği durağanlaştı.

Güvercini eline alıp yaraya baktı. Dün sürdüğü merhemin, ektiği tozun çevresi kanlanmıştı yine. Dudak büküp, düşündü bir süre. Sonra kuşu yatırdığı yerden alıp, sakınarak iki eliyle kendi karnının üstüne bastırarak çatıdan aşağıya indi. Kimseye görünmeden sokağa çıktı. İlkokulun önüne koştu. Öğrenciler içeriye girmiş, ders çoktan başlamıştı. Öğrencilere çekirdek, leblebi tozu, gofret, karamelâ şekeri gibi yiyecekler satan yaşlı bir adam vardı, Çekirdekçi Dede diyorlardı, onu aramaya gelmişti. Onun da bir çok güvercini olduğunu biliyordu. Çocukları da seven, iyi bir adamdı, belki güvercini için bir akıl verebilirdi kendisine. Yoktu ama, okulun demir kapısı önündeki yeri boştu.

Okulun çevresini dolaştı bir süre. Geçen sene diplomasını alıp, sevinçle eve koştuğundan bu yana geçmemişti hiç bu sokaklardan. Yukarı mahalledeki ortaokulun oraya çok gitmişti oysa. Günlerce kapısının önünde gezinmiş, durmadan pencerelerini seyrederek orada öğrenci olarak geçireceği günler üstüne güzel düşler kurmuştu.

Sabah serinliği geçip, güneş tepeye dikilene kadar aradı Çekirdekçi Dedeyi. Sokak sokak, mahalle mahalle dolaştı. Hiç usanmadan taşıyordu kuşu. Avuçlarıyla karnı arasında dikkatle tuttuğu kuşta bazen uzun bir süre hiç kıpırdanma olmayınca hemen onun ölmüş olacağına dair bir korkuya kapılıyor, bir evin duvar dibine çöküp bir süre beyaz tüylerini okşuyor, bu okşamalarla onun kıpırdandığını görüp seviniyordu. Kanadının altındaki yara hafifçe kanıyordu hala ama, üstelik dün onu bulduğundan bu yana da ne bir yudum su içmişti, ne de önüne koyduğu ekmek kırıntılarından gagalamıştı. Bu iki şey çok üzüyordu işte kendisini.

Sonunda bir ara sokağın köşesinde buldu Çekirdekçi Dedeyi. Eğri büğrü bisiklet tekerlekli küçük arabasını bir kenara çekmiş, kendi de sırtını bir evin duvarına verip oturmuştu iri bir taşın üstüne. Ak sakalını sıvazlayarak sigarasını içiyordu.

“Sabahtan beri seni arıyorum be dede!” dedi Enver hemen.

“Niye be oğlum?” dedi yaşlı adam. Çocuğun heyecanlı konuşması onu pek şaşırtmamıştı, çünkü bütün günü çocukların arasında geçer, onlara bu kadar yakın olması ister istemez onların bazı sorunlarıyla da uğraşmasını gerektirir, o da elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışırdı.

Güvercinin sıcak bedeni ile dolu avuçlarını uzattı hemen Enver.

“Vurmuşlar zavallıyı!”

Yaşlı adam yerinden kalkmadan söyle bir baktı güvercine. Sonra derisi buruşmuş elini uzatıp onun kanatlarını tek tek uçlarından tutup kaldırdı. Çırpındı güvercin, acıyla açtı ağzını.

“Ölür bu kuş çocuk!”

Birden titredi yüreği Enver’in. Avucunun içinde çırpınan, uçup gitmek isteyen güvercine baktı önce, sonra yaşlı adamın düşünceli yüzüne.

“Ölür mü?”

“Ölür ya… Bu yara iyileşse bile kanatlarına bulaşan şu donmuş yağları, katranları çıkartamazsın. O zaman da uçamaz güvercin, kahrından ölür.”

Üzüntüyle güvercine çevirdi bakışlarını yeniden Enver. Yüreğindeki sıcacık bir duygunun yavaşça soğumaya başladığını hissetti aynı anda.

“Hiç mi iyileşmez?”

İhtiyar, çocuğun üzüntülü görünümüne, boyun büküşüne düşünerek baktı göz ucuyla. Sonra onun güvercini sakınarak tutmaktan iyice yorulmuş, bu yorgunlukla artık titremeye başlayan ellerindeki güvercini kendi ellerine alıp onun kanatlarına yeniden baktı.

“İyileşir iyileşmesine ya, çocuk işi değil bu. Çok zor. İyi bakım ister, sabır ister, özen ister…”

“Gerçekten iyileşir mi dede?!” diye bağırdı birden Enver coşkuyla. Güldü ihtiyar. Yeniden açtı güvercinin kanatlarını. Kuş çırpındıkça kanayan yaraya baktı. Parmaklarının uçlarıyla tüylere bulaşmış yağları, katranı sıvamaya çalıştı.

“Bak şimdi çocuk… Önce bu yara iyileşmeli. Bekleyeceksin. Kuş sana alışmalı. Çırpınmamalı, korkmamalı seni görünce. Öyle olmalı ki yarasının kanaması dinsin, kuruyup kabuklansın. Sonra, yani yara iyileştikten sonra hiç usanmadan sabunlu suyla sileceksin tüylerdeki yağları, katranları. Her gün yeniden. Hiç usanmadan, sabırla, özenle, tüylerini kopartmadan, kanatlarını kırmadan… Nasıl, yapabilir misin bunu?”

Sevinçle aldı güvercini yine avuçlarına Enver:

“Yaparım dede!”

Yaşlı adam çömeldiği yerden hafifçe doğrulup, saçlarını okşadı Enver’in.

“Hadi göreyim seni!”

Eve döndüğünde umut dolu bir sevinç vardı artık Enver’ in içinde. Sabahtan beri ağzına bir lokma ekmek bile koymamışlığına aldırmadan çıktı hemen çatı arasına. Kuşun yerini yeniden yaptı. Daha yumuşak, daha temiz giysi parçaları buldu bunun için. Bir bebeği kundaklar gibi yatırdı sonra yaptığı yere kuşu. Oksijenli suyla temizledi yaranın kanlarını, merhem sürdü, yara tozu serpti. Bir eli hep onun küçük başını, boynunu, göğsünü okşuyordu. Güçsüzdü güvercin, yorgundu, acı çekiyordu. Bu yüzden arada bir ölgün çırpınmalarla bedeni titrese de, her kıpırdanışının ardından daha uzun bir süre kıpırtısız kalıyordu.

Güvercinin yanı başına oturmuştu. Gözleri çatı tahtaları arasından içeriye sızan ışık demetlerindeydi. Düşünüyordu. Babasının kalın sesini duydu düşüncelerinin arasında. Yüreği fırtınaya tutulmuş bir ağacın dalları gibi titredi birden. Babasından değildi korkusu. Dün akşam delikten aşağıya bakınca gördüklerini, duyduklarını anımsamıştı hemen. Çatı tahtasındaki deliğe gözünü uydurup aşağıya baktı yeniden. Babası tahta bacağını sedirden aşağıya uzatmış, burnundan soluyarak konuşuyordu:

“Ne yapayım başka ben ha, sen söyle?”

“Kızın istediği var herif, yapma!”

“Kimmiş kızın istediği? Belli değil. Ne adını bilen var, ne yurdunu… Yok Almanya’da çalışıyormuş, yok arabası varmış, yok şöyleymiş, yok böyleymiş… Pöh!… Hepsi de kuru gürültü. Gönlü olsaydı çoktan gelir isterdi kızı bizden…”

Sesini çıkarmadan dinliyordu Demir Usta’yı kadın. Elindeki kırmızı çizgili gömleğin söküklerine iğneyle çabuk çabuk, ustaca dikişler atıyordu.

“Dinle kadın, aklını başına topla, dırdırlanmak kolay. Mahallede kimsenin yüzüne bakamaz oldum. Oraya borç, buraya borç. Gırtlağımıza kadar gömüldük içine. Üç aylık maaşım dersen üç günlük. Böyle gitmez bu… Necati iyi çocuk. Evi var, dükkanı var, parası var… Sana küçük bir dükkan açarız, diyor bana. Hem kız iyi gün yüzü görür, hem biz düze çıkarız. Sermaye için üç beş ne gerekirse verecek, tüccara da kefil olacak. Küçük bir dükkan olsa yeter bana. Bardak, tabak, çocuklara lastik top, misket falan satsam yine ekmek parasını çıkartırım…”

Göz ucuyla kocasına baktı kadın. Hırslıydı Demir Usta. Sinirliydi, kızgındı, umutluydu… Birçok duygu kıpır kıpır oynuyordu şimdi her gün biraz daha yaşlanan gözlerinde. Dişlerinin arasındaki plastik ağızlığı sanki bir anda çiğneyip, yutacakmışçasına oynatıyordu durmadan.

“Çürüyorum kadın anladın mı, çürütüyor beni bu bir işe yarayamazlık, bu beş para etmezlik…”

Sedirden kalkıp bir iki adım dolaştı odanın içinde. Yeni bir sigara sıkıştırdı ağızlığının ucuna. Pencere önüne gitti. Ağzını dolduran dumanın yansını ciğerlerine çekip kalanını sıkıntıyla dışarıya üfleyip, camdan baktı. Söylendi yeniden:

“Hey koca Allah’ım, bacağımı alacağına canımı alsaydın daha iyi olmaz mıydı be?!…”

Demir Usta, yıllarca önce, çalışmaya aşık olduğu zamanlar böyle gündüz ışığında pencere önlerinde oturmak nedir bilmezdi. Sabah ilk ayazda, ilk ışıkta daha kalkar düşerdi dökümhanenin yollarına. Onun krallık ettiği bir dünyaydı o cüruf kokan, dumanlı, karanlık atölyeler. Kapıdan içeriye kalın bir merhabayla girdikten ve gömleğinin kollarını şişkin pazılarının üstüne kadar kıvırdıktan sonra yaşamın bütün nimetleri silinirdi artık kafasının içinden. Gözleri kömür isi arasından potalardaki erimiş demirin kızıllığını arar bulur, gün boyu bu kızıllığı görürdü yalnızca. Gençliğinin tam on beş senesini vermişti dökümhaneye ustabaşı olabilmek için. Ocakların cehennem alevleri önünde ölesiye çalıştığı bir on beş sene. Aç susuz gecelediği olmuştu potaların başında. Haftalık almadan çalıştığı zamanlar, eve ekmek götürmediği akşamlar, çocuklarıyla dökümhanenin kapısında öpüştüğü bayramlar olmuştu. Hastalıkmış, soğukmuş, sıcakmış, yağmurmuş, fırtınaymış; böyle şeyleri işe ara vermek için bahane yapmamıştı hiç. Çalışmak çalışmak, yalnızca çalışmak… Dünyada mutlu olabileceği tek yer dökümhaneydi. Ayağına demir eriği dökülüp, hastane köşelerinde aylarca süründüğünde bile dizkapağının altından kesilen bacağına değil de dökümhaneden ayrı kaldığına üzülmüştü en çok. Oysa sokmadı bir daha onu dökümhanenin sahibi Kenan Bey oraya. Topal bacağı ile günlerce dolaştı Kenan Bey’in peşinde. Yalvardı, ağladı, kendini yerden yere attı. Bir köpek gibi geceleri onun evinin kapısı önünde sabahlara kadar inledi inatçı, katı kuralcı patronunun kararını değiştiremedi.

Sonra bir gün elden üç beş kuruş gönderdi Kenan Bey ona.

“Alsın bunu da bir daha çıkmasın önüme. Benim sakat ustabaşına ihtiyacım yok…”

O zamandan bu yana da sigortadan aldığı sakat aylığı ile ev bakar oldu.

“Ne sustun kadın?!” diye bağırdı birden Demir Usta karısına dönüp. “O dırdır, hiç kapanmayan çeneni aç da bir şeyler söyle!”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

DUKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU KİTAP ÖZETİ (PEYAMİ SAFA)

Editor

Tuhaf

Editor

Burada Mutlu Değilim

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası