Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, küçük bir köyde, Keloğlan adında saf ama akıllı bir oğlan yaşarmış. Keloğlan, annesiyle birlikte derme çatma bir evde, yarı aç yarı tok, ama gönülleri zengin bir şekilde hayatlarını sürdürürlermiş. Keloğlan, köydeki çocuklarla oyunlar oynar, onlara güzel masallar anlatır, arada da birilerinin koyununu, keçisini güdermiş. Her gün çalışır, azıcık kazandığı parayla anasının karnını doyurur, hallerine şükrederek yaşarlarmış.
Bir gün anası Keloğlan’ı yanına çağırmış. “Keloğlum, keleş oğlum,” demiş. “Artık büyüdün, koca delikanlı oldun. Hayat böyle geçmez, el kapısında koyun gütmekle nereye kadar? Senin de bir iş tutma vaktin geldi.”
Keloğlan, anasının sözlerine hak vermiş ama ne yapsın, başka bir iş bilmiyormuş. Kafasını kaşıyıp düşünmüş, “Sütçü Ese’ye gideyim, belki onun yanında bir iş bulurum,” demiş. Ertesi sabah erkenden, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte Sütçü Ese’nin dükkânına gitmiş.
Sütçü Ese o sırada dükkânında süt sağmakla meşgulmüş ama bu seferki işte bir tuhaflık varmış. Ese, süte usulca su katıyormuş! O kadar dalmış ki bu sahtekârlığa, Keloğlan’ın geldiğini bile fark etmemiş. Keloğlan, Ese’nin yaptığı bu hilekârlığı görünce, içinde bir yaramazlık isteği belirmiş. “Dur şunu bir korkutayım!” diye düşünmüş ve seslenmiş:
“Ese Ağa kolay gelsin!”
Birden bu sesi duyan Ese’nin ödü kopmuş! Elindeki süt kovasını devirmiş, süt yerlere dökülmüş. Arkasına dönüp bakmış ki Keloğlan. Sinirden köpürmüş, “Sen beni mi gözetliyordun, ey keleş!?” demiş. Bir öfkeyle eline geçirdiği kepçeyi kaptığı gibi Keloğlan’ın peşine düşmüş.
Keloğlan tabana kuvvet kaçmış. Köyün tozlu yollarında Ese’den kaçarken ilerde Köse’nin değirmenini görmüş. “Oraya saklanayım,” demiş kendi kendine. Değirmene varmış ve içeri dalmış. Köse de o sırada değirmeninde un öğütmekteymiş ama bu da ne! Köse, başkalarına ait çuvallardan unu kendi çuvallarına aktarıyormuş. O da o kadar dalmış ki Keloğlan’ı fark edememiş. Keloğlan, Köse’nin bu kurnazlığını görünce yine bir yaramazlık yapmak istemiş. Hemen seslenmiş:
“Kolay gelsin, Köse Ağa!”
Köse de bu beklenmedik sesi duyunca ödü kopmuş, elindeki çuvalları devirmiş. Ardından Keloğlan’ı görünce sinirlenmiş, “Vay seni keleş, sen de mi beni gözetliyordun!” diyerek eline geçirdiği bir sopayla Keloğlan’ın peşine düşmüş.
Şimdi Keloğlan önde, arkada öfkeli Ese ve Köse, üçü bir koşu tutturmuşlar. Köyün ortasına geldiklerinde, Keloğlan bir kalabalık görmüş. “Kalabalığın içine karışayım da beni bulamasınlar,” diye düşünmüş ve kalabalığa dalmış. Ama ne mümkün! Ese ve Köse de peşinden kalabalığa dalmışlar. Bir de ne görsünler! Kalabalığın ortasında bir panayır kurulmuş, herkes etrafı sarmış, ortada bir meydan varmış.
Tam o sırada bir çığırtkan kalabalığa seslenmiş:
“Bugün burada bir masal yarışması var! İşte meydana çıkmış üç gönüllü, birazdan bizlere birer masal anlatacaklar. En güzel masalı anlatan büyük mükâfatı kazanacak!”
Meğer bu kalabalık, panayırın masal yarışmasını izlemeye gelmiş. Keloğlan, Ese ve Köse de kendilerini bu yarışmanın tam ortasında bulmuşlar. Ese ve Köse, yarışmanın ödül lafını duyunca Keloğlan’ı unutuvermişler. İkisinin de içinden “Bizim palavradan bol ne var!” diye geçirmişler.
İlk olarak Ese başlamış masalını anlatmaya.
“Benim bir ineğim vardı,” demiş Ese, gözleri parlayarak. “Öyle çok süt verirdi ki altına kova dayandıramazdık. Sonunda gölden kestiğimiz kamışları birbirine ekleyip köydeki tüm evlere süt hattı çektik. İsteyen istediği kadar süt içti!”
Herkes hayretle dinlemiş ama kimse inanmamış tabii. Ardından sıra Köse’ye gelmiş. Köse kaşlarını çatmış, sakalını sıvazlamış ve başlamış anlatmaya:
“Bir gün sultanın ordusuna acil un lazım olmuş. Değirmende sadece bir çuval unumuz vardı. Hemen unları doldurup, topal bir çekirgeye yükledim. Kendim de üstüne binip, hoplaya zıplaya orduya vardım. Ekmek yapıp orduyu doyurduk, hatta artanını köylüye dağıttık.”
Kalabalık bir kez daha hayretle bakmış ama yine de kimse inanmamış. Nihayet sıra Keloğlan’a gelmiş. Keloğlan derin bir nefes almış, gözleri parlamış ve başlamış:
“Bizim köyün gölü kurumuştu. Tarlalarımıza su bulamıyorduk. Derken biri ‘Ese’nin ineğini getirelim,’ dedi. ‘O ineğin sütüne su karıştırırken ölçüyü kaçırmıştır,’ deyince herkes gülmeye başlamış.”
Kalabalık bu şakaya kahkahalarla gülmüş. Ese, Keloğlan’ın ne demek istediğini anlamış ve öfkelenmiş, “Sen ne demeye çalışıyorsun?!” diye çıkışmış. Subaşı, bu durumu fark edip, “Durun bakalım, önce Keloğlan masalını bitirsin, sonra Ese’nin hesabını görürüz,” demiş.
Keloğlan devam etmiş masalına. “İneği sağdık, gölü doldurduk. Ama o da ne! Ese’nin elinin ayarı olmadığı için göl taşmaya başladı. Tarlalarımızı sel basacak diye korktuk. Taşan suyu durdurmak için Köse’nin çuvalını kaptık. Fakat ne görelim, çuvalın dibi delikmiş! Meğer o delikten akan unlar Köse’nin kendi ambarına gidiyormuş.”
Kalabalık yine gülmeye başlamış. Bu kez Köse sinirlenmiş, Keloğlan’a doğru yürümüş. Subaşı tekrar araya girmiş, “Hele bir dur, Keloğlan masalını bitirsin, sonra senin de hesabını sorarız,” demiş.
Keloğlan, masalını tamamlamak için derin bir nefes almış ve son bir kez daha konuşmuş:
“Baktık ki ne Ese’nin ineği, ne de Köse’nin çuvalı işe yaramıyor. Köydeki herkes evindeki fındık kabuklarını topladı. Sonra da köyün karıncalarına söyledik. Onlar da fındık kabuklarıyla suları taşımaya başladılar. Böylece tarlalarımızı selden kurtardık.”
Keloğlan masalını bitirince büyük bir alkış kopmuş. Kalabalığın coşkusu, Keloğlan’ın masalını en güzel bulduklarını gösteriyormuş. Subaşı, Keloğlan’ı tebrik ettikten sonra Ese ve Köse’yi enselerinden yakalayıp, “Şimdi bakalım, sizin karakolda vereceğiniz çok cevabınız var!” diyerek onları götürmüş.
Keloğlan ise yarışmayı kazandığı için ödül olarak sevimli bir eşek kazanmış. Eşeğine “Karakaçan” adını vermiş. O günden sonra Karakaçan’la birlikte odun taşımış pazara, anasına güzel güzel bakmış, mutlu mesut bir şekilde yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…