Benliğin Dönüşümü /İl
Hangi Terapi:
Çağımızda Benliğin Dönüşümü / 13
Geleneksel Kişi ve Modem Kişi / 13
Bir Öyküleme Süreci Olarak Psikoterapi / 15
Postmodemizm ve Psikoterapi / 17
Benliğin Boşluğu / 19
Yitirilen Empati / 22
Türkiye Nerede? / 25
Küreselleşme ve Ruh Sağlığı / 29
Küreselleşmenin Psikolojik Boyutları / 31
Küreselleşme: Nedir, Neye Yarar? / 32
Küreselleşme Sorgulanıyor / 34
Küreselleşmenin Ekonomik Faturası / 36
Küreselleşme ve Hoşnutsuzlukları / 39
Sıkışan Dünya, Sıkışan İnsan / 43
Küresel Çağın Simgesi: Göçmen / 46
Yurtsuzluk Duygusu / 49
Küresel Çağda Benliğin Dönüşümü / 52
Ruhun Belirsizliğinden Bedenin Belirsizliğine / 55
Küreselleşme ve Biyokolonizasyon / 56
Siberuzayda Yalnız! / 58
Küreselleşme mi, Küyerelleşme mi? / 60
Küreselleşme ve Kültürel Psikiyatri / 62
Küreselleşme ve Ruh Sağlığı / 65
Sormak Güzeldir / 68
Psikolojik Mekân Olarak Siberalan / 71
Psikolojik Mekân Olarak Siberalan / 73
Bir İzlenim Yaratma Aracı / 74
Online Maskeler / 75
Internet Regresyonu / 77
İnternette Agresyon / 77
İnternette Aşk ve Sevgi / 80 İnternet ve Yalnızlık / 84
Siberalanda Transferans / 86
Siberalanda Gruplar / 87 İnternette Pornografi / 89 Zaman Öldürme Aracı / 90
İnternet ve Bağımlılık / 92
İnternet ve Benliklerin Dönüşmesi / 94
Özgürlüğün Baş Dönmesi / 97
Anksiyete: Özgürlüğün Baş Dönmesi / 99 Kierkegaard ve Anksiyete / 99
Varoluşçu Psikoloji Açısından Anksiyete / 103 Normal ve Patolojik Anksiyete / 105
Umutsuzluk ve Suç /107
Anksiyete ve Değerler /108
İnsan ve Zaman /İli
Seçmek /113
Ölüm ve İnsan /114
Sonuç /116
Ruhsal Hastalığa Yönelik Tutumlar / 119
Ruhsal Hastalığa Yönelik Tutumlar / 121 Simgeleri Okumak /121 Stigma ve Kronisite /122
Ruhsal Hastalığa Yönelik Tutumlar ve Şizofreni /123 Ruhsal Hastalığa Yönelik Tutumlar ve Depresyon / 128 Sonuç/131
Psikiyatri ve Kaos / 133
Kaos Teorisi ve Psikiyatri / 135
Doğrusal ve Dengesel Olmayan Dinamik Sistemlerin Psikiyatride Kullanımı / 135
Kaos ve İnsan Fizyolojisi / 143
Kaos ve İnsan Psikolojisi / 145
Kaos ve Biyolojik Psikiyatri / 154
Eleştiriler / 158
Kaynaklar / 161
Önsöz
Bu kitabı oluşturan altı yazı, ruh sağlığı disiplinlerinin diğer bilimlerin kavşak noktasında işlev gösterdiğini, psikiyatri/ psikoloji ile diğer sosyal disiplinler arasında bir dirsek teması olduğunu ortaya koyduğu kadar, insan ruhunun felsefe, antropoloji, fizik, iktisat gibi farklı bilimlere açılan pencerelerine de işaret ediyor. İnsanın karmaşık iç dünyası ancak farklı disiplinlerin işbirliği ile bütüncül bir biçimde anlaşılabilir. Bu kitapta yazar, varoluşçu felsefeden kaos kuramına uzanan bir yelpaze içinde, ruh sağlığı ve hastalığını anlamak için bütüncül bir paradigma arayışım dile getirmektedir. Dünyayı aynı renge boyamaya sıvanan küreselleşme olgusunun ruhsal yansımaları, benliklerin postmodern çağla birlikte geçirdikleri dönüşüm, varoluşçu düşünürlerin kaygı (anksiyete) kavramına getirdikleri farklı açılımlar, kaos kuramının psikiyatrik rahatsızlıkların ve psikoterapi sürecinin anlaşılmasına yaptığı katkılar, kültürün ruhsal hastalığa yönelik tutumları nasıl şekillendirdiği ve nihayet, artık hayatlarımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelen internetin psikolojik bir okuması bu kitabın temel konularını oluşturmaktadır. Bu kitap vesilesiyle, bir tıp öğrencisi olduğum günlerde ısrarlı bir biçimde beni psikiyatri disiplinine yönlendiren iki sevgili dost ve ağabeyime de teşekkür etmek isterim. Doç. Dr. Kazım Yazıcı çalışma ahlakı ve örnek kişiliğiyle bana öğrencilik günlerimden bu yana yol göstermiş ve ışık tutmuştur. Prof. Dr. Erol Gökanın dinmek bilmez entelektüel merak ve enerjisi de benim için hep bir örnek oluşturmuştur.
Psikiyatri ne ‘ruhsuz’ ne de ‘beyinsiz’ olmayı seçmelidir. İnsanın ruhsal yaşantısı sadece biyokimyasal moleküllere indi rgenemeyeceği gibi, beyin araştırmalarının önümüze şaşırtıcı veriler serdiği bir zaman diliminde ruhsal yaşantıyı beynin işlevlerinden soyutlamak da imkânsızdır. Ama ruh sağlığı disiplinleri insan duygu ve davranışının bir boşlukta ortaya çıkmadığını, onun bir bağlamı olduğunu da gözden kaçırmamalı ve onları doğuran/şekillendiren sosyal matrise de dikkat kesilmelidir. İnsana dair bütüncül bir bakış açısı, bilimsel bilgiye mutlak bir kesinlik atfetmeden, yanılma paylarını ve kuramları doğuran ‘zeitgeist’i hesaba katarak, disiplinler arası geçişler ve yoğun bir zihinsel işbirliği ile sağlanabilir. Aklın ve ruhun uzayında yapılacak keşif yolculukları, bilimin rehberliğine ihtiyaç duyduğu kadar sezginin ışığına da muhtaçtır.
KemalSyar
Kozyatağı, 2002
“Yaşamak, yavaş yavaş doğmaktır
Antoine de Saint Exupery
Benliğin Dönüşümü
Hangi Terapi:
Çağımızda Benliğin Dönüşümü
Türkiye değişirken, dünya değişirken, sosyal değişimler ile benlikler ters yüz olurken ruh sağlığı disiplinleri ‘Ne oluyor?’ diye sormadıkları için, etrafta yaşanan değişimi anlama yolunda bir çaba göstermedikleri için Türkiye’de paradigma değişmemektedir.
Bir açıklama sisteminin, bir paradigmanın mevcut soruları cevaplamakta yetersiz olduğunun kabulü, yeni bir paradigmanın ortaya çıkabilmesi için gereklidir. Ama ya soru soran yoksa?
Kültürel bir bakış açısından bakıldığında bir terapi görüşmesi, belirli hikâyeleri belirli biçimlerde anlatmanın yeridir. Kültürel psikiyatrinin bakış açısıyla, terapi görüşmesi, kişisel öykülerin, ‘ben neyim’, ‘ne olmak istiyorum’ veya ‘beni ne rahatsız ediyor’ sorularına bulduğumuz cevapların, o kültürün böylesi öyküleri dinleme konusunda yetkili kıldığı kişilere anlatıldığı yerdir.
Bu çerçevede, yazımıza, psikoterapinin tarihsel ve kültürel arkaplanına bakarak başlayabiliriz.
Geleneksel Kişi ve
Modern Kişi
İnsanlığın geleneksel, modern ve post modern olarak özetlenebilecek üç kültürel dönemden geçtiği varsayılıyor. Post Modern kültürün bir akış çizgisini ifade etmekten çok modernliğe dönüp bakma ya da onun üzerine düşünmeyi temsil ettiği de söylenebilir. Bu üç dünya birbirinden yalnızca sosyal örgütlenmeler, kurumlar ya da iletişim biçimleri açısından ayrılmaz; birey düzeyinde de birbirlerinden farklılaşırlar. Bir kişi olmanın ne olduğu sosyal olarak inşa edilir ve kişinin içine doğduğu ekonomik düzen, inanç ve akrabalık sistemi ya da ilişkiler ağı gibi farklı etmenlerce biçimlenir. Zamanın değişmesiyle bir kişi olmanın ne demek olduğuna verilen cevaplar da değişmektedir. Terapi bu değişimden hem etkilenmekte, hem de onu ortaya çıkarmaktadır.
Geleneksel toplumların kişisi, diğer insanlara bedensel, ruhsal ya da manevi anlamda yakın yaşayan kişiydi. Böyle- si bir toplumda karar veren ve eyleme geçen bir ‘iç benlik’ fikrini anlaşılır bulmak güçtür: Kişinin kim olduğu, tarihi, çevresi, akrabaları, vazifeleri gibi dış etkenler tarafından belirlenmektedir.
Modernlikle beraber kişinin çevresi daralmakta, ‘topluluk içindeki kişi’den ‘ilişki içindeki kişi’ye gelinmektedir. Psiko- dinamik kuramın içsel ‘benlik nesneleri’ne yaptığı vurgu bu çerçeveden görülebilir. Modernlikle beraber artık içimizde mutluluğu, ilişkilerde yakınlığı, sevmeyi ve sevilmeyi arzulayan, sınırları çizili, özerk bir benlik vardır. Kılavuzluk görevi dinden bilime geçmiştir ve bilimsel kuramların berisinde gizlenen nedensellik ve kontrol anlatısı insana evrenin hâkimi olabileceğini fısıldamaktadır.
Yirminci yüzyılla birlikte bilim evlere girmiş, herkes bilim adamı olmuştur (McLeod 1997). Deprem felaketini izleyen günlerde jeoloji ve jeofizik bilgimizin nasıl bir sıçrama yaptığını hatırlayalım. Cushman (1990) kişiliğin modern resmini, olgunlaşmış kapitalist ekonomilerin yeni bir müşteri tipi yaratarak yeni pazarlar açma yolundaki çabalarının ortaya çıkardığını söylemektedir. Gergen (2000) ise uydu, faks, kablo, internet ve mobil telefonlarla enformasyon bombardımanına maruz kalan postmodern kişinin bir parçalanmayla karşı karşıya olduğunu, kişinin başka insan ya da gruplar tarafından bir bütün olarak tanınmadığını, kendisini farklı ortamlarda farklı benlikler olarak yaşantıladığını öne sürmektedir.
Çoğul kişilik vakalarının tarihin bu diliminde giderek daha fazla bildirilmesi akla gelmelidir. Farklı iletişim kanallarından çok farklı yaşam biçimleri kişinin önüne konulmakta ve adeta şöyle denmektedir: Kim olacağını seçebilirsin. On dokuz yaşında bir genç Prodigy grubunun üyeleri gibi gözlerinin çevresini boyamayı ve metal askılıklar takarak sokakta dolaşmayı kişiliğinin tanımlayıcı bir özelliği sayabilir. Modern ya da postmodern zamanlarda bir başkası olmayı hayal edebiliriz.
Bir Öyküleme Süreci Olarak Psikoterapi
Psikoterapinin bilimsel dilinin altında bir konuşma biçimi, bir buluşma, sosyal bir dramanın yattığı tartışılmaktadır. Geleneksel ya da modern öncesi bir kültürde rahip, sağaltıcı ya da şaman ile kişi arasındaki görüşme kişisel öykünün bir uzlaşı yoluyla topluluğun öyküsüne katıldığı bir olaydı. Kişi böylece yeniden moral bulur ve içinde bulunduğu kültürün moral düzenine kabul edilir.
Modern psikoterapide de daha bireysel ve bilimsel bir çerçeve içinde benzeri bir süreç gerçekleşir. Psikoterapide müşterinin öyküsü sosyal ve kültürel bağlamından soyutlanır ve bunun yerine kişide altta yatan’ patolojik yapıların keşfine soyunulur. Terapiyi modern hayatın güçlü bir unsuru ya da albenili bir ürünü yapan şey, pek çok kişi için terapi odasının gerçekten işitildikleri, öykülerini anlatıp kabul gördükleri ye-
gane yer olmasıdır. Ancak öykünün anlatılmış olması, geçmişin aksine, kişiyi paylaşılan, bir kültürün üyelerini birleştiren daha büyük anlatıya eklemlememektedir.
Geleneksel toplumlarda bir topluluğun tarihi sözel anlatılarla ve efsanelerle nesilden nesile aktarılırken, modern zamanlarda kişilerin tarihi en çok dede ve ninelerine uzanmaktadır.
«
Savaş, göç ve sosyal değişime bağlı kayıpların sonuçları yeni nesiller üzerinde etkili olmuş olsa bile, modern terapilerde kişinin geçmişi çocukluğundan başlatılmaktadır. Modernliğin sınırında artık hikâyeler de farklı biçimlerde anlatılmakta ve işitilmektedir. Hikayeci ile dinleyiciler ayrışmış, efsane hikâyeleri artık dinleyicilerin de katıldığı karşılıklı yaşantılar olmaktan çıkmıştır. Çağdaş söylence öyküleri CNN tarafından yayılmakta, milyonlar tarafından izlenmekte ve söz yerine görüntüyle izleyiciye ulaştırılmaktadır (McLeod 1997). Yakın zamana kadar Anadolu kasabalarında dinleyicilerin aktif katılımıyla anlatılagelen Köroğlu hikâyeleri yahut Hz. Ali’nin cenkleri, TV’nin yaygınlaşmasıyla birlikte kaybolmaya yüz tutmuştur.
Terapi globalleştikçe tüm dünyadaki terapistler aynı el kitaplarından edindikleri standart girişim yöntemlerini benzer biçimlerde müşterilerine sunmaktadırlar. Ancak postmodern zamanlarda terapi müşterisi de giderek külyutmaz bir kişiliğe bürünmekte; hem kendisinin hem de terapistin hikâyesini yapıçözümüne uğratacak, terapinin kendisi üzerine düşünebilecek bir yetenek göstermektedir. Terapiye yönelik postmodern yaklaşımlar, terapinin bir yapıçözümünü yapmakta; onu ait olduğunu iddia ettiği bilimsel bilgi/güç/kesinlik tahtından indirmekte ve terapinin özünü kişisel hikâyelerin anlatıldığı bir meydan olarak tanımlamaktadırlar.
Postmodernizm ve Psikoterapi
Postmodernizmin psikoterapideki yansımalarını gözden geçirebiliriz artık. Postmodern düşünürler bilginin öznel, göreceli ve yanılabilir olduğunda hemfikirdirler. Hakikat duruma bağlıdır, gözlem ve anlama durumdan duruma değişebilir. Gözlenen ile gözleyeni ayırmak imkânsızdır. Postmodernler ayrıca bir kişiyi anlamak için onun içine doğduğu sosyal bağlamı ve dili anlamak gerektiğini söylerler. Bu epistemolojik konum, bilmeyi imkânsızlaştırdığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. Oysa postmodernizm gerçekliğin değil, onu yorumlama biçimlerimizin sabit olmadığını söylemektedir.
Son yıllarda psikanaliz içinde ‘ego’dan‘self’e doğru bir yöneliş gözlenmektedir. Bu iki kavram da Türkçe’de benlik sözcüğüyle karşılanabilir, self’ için önerilen ‘kendilik’ sözcüğü ise kanımızca kullanım zorluğuyla maluldür. Her iki kavram da neticede birer eğretilemedir ve değerlerini klinik açıdan kullanışlı olmalarından alırlar.
Psikanalizin Batı toplumunun sosyal ikliminden etkilenerek ‘ego’dan ‘self’e yaptığı yolculuğun dört temel nedeni şöyle özetlenmiştir:
- Sahici ilişkilere kendini daha az verme,
- İnsan ilişkilerinde aşk ve sevginin yerine cinsel tatmini koyma,
- Narsisizm kültü,
- Refah toplumunda tamahkârlığın yükselişi.
Bu toplumsal nedenler sonucunda bazı psikanalistler ilgilerini egonun intrapsişik yaşantısından alarak, ‘self’in doğasına ve iç ya da dış nesnelerle etkileşimine yöneltmişlerdir (Rubin 1997). Postmodernistler dış dünya ile ilişki kuran benliğin (self) dil ve kültürün bir inşası olduğunu, insan tabiatı ya da objektif gerçeklik olarak nitelenemeyeceğini dile getirmektedirler. Sözgelimi duyguların içten, içimizden gelen bir şey olduğu Batılı annelerin çocuklarına öğrettiği bir şeydir.
Batı toplumunda benlik kavramı farkındalık, duygu, muhakeme ve eylemin dinamik bir merkezini içerir. Özdenetimin özerk ve olgun bir kişinin içinde yerleşik olduğu varsayılır. Bazı postmodern yazarlar özerk benlik düşüncesinin yaklaşık dört yüzyıldır Batı kültürüne has olduğunu ve diğer kültürlerde denetimin bireyin ve bireyin ötesindeki güçlerin elinde bulunduğunun düşünüldüğünü bildirmişlerdir. Benliğin sınırları farklı kültürlerde daha akışkandır ve kimlik, daha çok bireysel farklılıkla değil grup üyeliğiyle ilişkilidir. Ancak burada günümüzün psikanaliz kuramcılarının sağlıklı bir benliğin aile, toplum ve kültürle bir bağlılık ilişkisi geliştirebilen, sınır koyabilen ve bu sınırları değiştirebilen, sınırları gevşetip onları yeniden tesis edebilen, besleyen ve beslenen bir benlik’ olduğu yolundaki görüşlerini de zikretmeliyiz. Özerk benlik her zaman bağımsız ve çevresinden kopuk benlik demek değildir (Rubin 1997).
Psikanaliz tekniği de postmodern yaklaşımla mercek altına alınmıştır. Klasik psikanalizde analistin otoritesi sorgulana- mazdı ve en ufak bir şüphe ya da soru direnç olarak algılanırdı. Analiz edilen kişi bir bağımlılık durumunda sayılırdı. O elinden tutulup yol gösterilecek bir çocuktu. Yeni modellerde terapistin otoritesi ve rolü sorgulanmaktadır. Klasik kuramda değişime direnç her zaman hastadan gelirdi; paradigma değişimiyle birlikte, direnç artık hasta ve analistin terapötik etkileşiminde aranmaktadır. Nörotik örüntüler terapistte de olabilir ve terapistin hüneri, direnci tanıyıp yorumlamakta olduğu kadar, onun verdiği duygusal zararla başa çıkabilmekte de yatar. Klasik analizde terapist gerçeğin gözlemcisidir, o gerçeği nesnel olarak gözlemler ama hasta, kendi öznel ihtiyaç ve yaşantıları için gerçekliği çarpıtmaktadır. Postmodern zihniyet dönüşümüyle birlikte analist, hastasıyla içinde bulunduğu etkileşim sürecinin kendisini ve hastasını anlama biçimini sürekli biçimde etkilediğini kabul etmektedir. Terapistin anlayışı hastasının bilinçaltı direncinden olduğu kadar, kendi bilinçaltı direncinden de etkilenmektedir. (Rubin 1997).
Benliğin Boşluğu
Buradan benlik (self) kavramının ayrıntılı bir okumasına geçebiliriz. Benlik kavramı ‘insan olmanın ne olduğu’ sorusuna bir kültürel grubun kendi psikolojisi içinden verdiği cevaptır. Benlik, o kültürde insanoğlunun evrendeki yerinin ne olduğuna; sınır, yetenek, ümit ve yasaklamalarının neler olduğuna dair bir anlayıştır. Bu anlamıyla tarihten ve kültürden bağımsız bir benlik yoktur; evrensel bir benlik kuramı yerine yerel kuramlar vardır. İnsanları inceleme süreci onları birer metin gibi okumak değildir; daha ziyade onların gerisinde durup, omuzları üzerinden, onların kendilerini okudukları kültürel metni okumaktır (Cushman 1990).
Batılı benlik, özel psikolojik sınırları olan, bir iç denetim odağı bulunan ve dış dünyayı kendi amaçları uğruna biçimlendirmek isteyen bir benlik olarak tanımlanmaktadır. Bu yazının kalan kısmında görüşlerini özetleyeceğimiz Philip Cushman, ikinci Dünya Savaşı sonrasında Batılı benliğin bir ‘boş benlik’ olarak tanımlanabileceğini söylemektedir. Bu benlik; topluluk, gelenek ve paylaşılan anlamın yokluğunu tecrübe eden benliktir. Görünüşte böylesi bir sosyal yoksunluğu ve bunun sonuçlarını kayda değer bulmayan ‘boş benlik’, bu yoksunluğu süreğen bir duygusal açlık olarak cisimleştirmektedir. Onaltıncı yüzyılda Batı dünyası dinî referans çerçevesinden bilimsel olana, ziraî üretim biçimlerinden sınaî olana, kırsal yerleşimden şehir yerleşimine ve cemaat yaşantısından birey yaşantısına geçmiştir