Diğer

Ahitler

İçindekiler

I / Heykel 13
II / Kıymetli Çiçek 19
III / İlahi 43
IV / “Eskiden Sevilmiş Giysiler” Dükkânı 53
V / Kamyonet 81
VI / Altısı Öldü 95
VII / Stadyum 139
VIII / Carnarvon 151
IX / “Teşekkür Hücresi” 169
X / İlkbahar Yeşili 189
XI / Çuval Giysisi 207
XII / Carpitz Halıları 227
XIII / Bahçe Makası 255
XIV / Ardua Binası 269
XV / Tilki ve Kedi 303
XVI / İnci Kızlar 313
XVII / Kusursuz Dişler 337
XVIII / Okuma Salonu 347
XIX / Çalışma Odası 377
XX / Soy Ağacı 387
XXI / Hızlı ve Derinden Çarpan Kalbim 413
XXII / Kalp Durdurucu 423
XXIII / Duvar 445
XXIV / Nellie J. Banks 451
XXV / Uyanış 463
XXVI / Karaya Yaklaşırken 473
XXVII / Veda 481
On Üçüncü Sempozyum 487
Teşekkür 499

 

Ardua Elyazmaları

1

Sadece ölü insanların heykelinin yapılmasına izin verilir ama benim hayattayken bir heykelim oldu. Şimdiden taşlaştım.

 

Heykelin altında, “Pek çok katkılarının anısına, takdirle” yazıyordu. Vidala Teyze yüksek sesle okumuştu bunu. Heykeli açma görevi, üstlerimiz tarafından Vidala Teyze’ye verilmişti ama kendisi hiç de takdirkâr görünmüyordu bunu yaparken. Mümkün olduğu kadar alçakgönüllülükle teşekkür ettim ona ve beni saran örtünün ipini çektim, örtü dalgalanarak yere düştü ve ben ortaya çıktım. Ardua Binası’nda yaşayan bizler yüksek sesli sevinç gösterisi yapmayız ama birkaç ihtiyatlı alkış duyuldu. Başımı eğerek selam verdim.

 

Heykelim insan boyundan büyük, heykellerin genelde oldu-ğu gibi. Ve beni epey zamandır olmadığım kadar genç, ince ve formda gösteriyor. Omuzlarımı geriye atmış, dimdik duruyorum: dudaklarım katı ama müşfik bir gülümsemeyle kıvrılmış. Gözlerim, idealizmimi, yani görevime sarsılmaz bağlılığımı ve tüm engellere karşın ileri doğru yürüme kararlılığımı temsil ettiği anlaşılan -her ne kadar heykelim, Ardua Binası’na giden patikanın kenarındaki kasvetli bir küme ağaç ve çalının önüne dikilmiş olduğu için gökyüzündeki herhangi bir şey tarafından görülemese bile- kozmik bir referans noktasına dikilmiş. Eh, biz Teyzeler, taş halimizle bile haddimizi bilmeliyiz.
Sol elimle, bana güvenle bakan yedi-sekiz yaşlarında bir kız çocuğunun elini tutuyorum. Sağ elim, yanı başımda çömelmiş, başı örtülü, bana ürkek veya minnettar gözlerle ba-kan dört kadının -yani Damızlık Kızlarımızın- birinin başının üstünde duruyor. Arkamda İnci Kızlarımızdan biri var, misyonerlik yolculuğuna çıkmaya hazır. Belimdeki kemerden Sopam sarkıyor. Bu silah bana eksikliklerimi hatırlatıyor. Daha etkili olabilseydim, böyle bir alete ihtiyacım olmazdı. Sesimdeki inandırıcılık yeterli olurdu.

Bir grup heykeli olarak pek başarılı bir çalışma sayılmaz, fazla kalabalık. Bana daha fazla vurgu yapılmış olmasını tercih ederdim. Ama hiç değilse aklı başında görünüyorum. Başka türlü de görünebilirdim, zira bunu yapan -şimdi vefat etmiş bulunan- yaşlı kadın heykeltıraş tam bir mümindi ve heykellerinde yer alan kişilerin dindarlığını göstermek için onları patlak gözlü tasvir ederdi. Helena Teyze’nin büstü çok öfkeli görünür mesela. Vidala Teyze aşırı heyecanlı, Elizabeth Teyze patlamaya hazırmış gibi.

 

Heykeltıraş hanım açılış töreninde gergindi. Heykelim yeterince gönül okşayıcı mıydı acaba? Takdirimi kazanmış mıydı? Takdir edermiş gibi görünse miydim? Örtü açılırken kaşlarımı çatsam mı diye düşünmüştüm bir an ama hemen vazgeçmiştim: Ben merhametten yoksun bir insan değilim. “Çok canlı olmuş” demiştim.

Bu dokuz yıl önceydi. O günden bu yana heykelim solma-ya yüz tuttu, üstüme güvercinler pisledi, nemli kalan çatlak-larımı yosunlar bürüdü. Koyu dindar kadınlar ayaklarımın dibine sunular bırakır oldular; doğurganlık için yumurtalar, gebeliğin tamamına ermesi için portakallar. Ay’a atıfta bulu-nan ayçörekleri. Hamur işi yiyeceklere iltifat etmem, zaten çoğunlukla yağmurda ıslanmış olurlar ama portakalları cebi-me atarım. Portakallar zindelik verir, ferahlatır beni.

Bunları Ardun Binası’nın kütüphanesindeki özel odamda yazıyorum. Bu kütüphane, ülkemizde yaşanan coşkun kitap yakma furyasından sonra geriye kalan sayılı kütüphanelerden biridir. Geçmişin yoz ve kana bulanmış parmak izleri, gelecekte ahlaken arınmış saf bir nesle yer açmak için temizlenmeliydi. Teoriye göre böyleydi.

 

Ama bu kanlı parmak izlerinin arasında kendimizinkiler de vardı ve bunlar kolayca silinemezdi. Yıllar içinde pek çok kemik gömdüm, pek çok şeyi sakladım. Şimdi bunları tekrar ortaya çıkarmaya istekliyim -sadece seni, kim olduğunu bilmediğim sen okuyucumu- bilgilendirmek için olsa bile. Eğer bu satırları okuyorsan, demek ki yazdıklarım hayatta kalmış, geleceğe ulaşmış olmalı. Ama belki de hayal kuruyorum, belki hiçbir zaman bir okuyucum olmayacak. Belki sadece duvara konuşuyor olacağım, birden fazla anlamda “duvara”.

 

Bugünlük bu kadar yeter. Elim ağrıdı, sırtım sızlıyor ve her akşam içtiğim sıcak süt beni bekliyor. Yazdıklarımı gizli bir yere, kameraların göremeyeceği bir köşeye saklayacağım, kendi yerleştirdiğim kameraların gözlerinden uzak bir yere. Tüm önlemlerime rağmen, aldığım riskin farkındayım: Yazmak tehlikeli bir iş. Kimlerin bana ihanet edeceğini, kimlerin beni ihbar edebileceğini önceden kestirmek zor. Ardua Binası’nda bu sayfaları ele geçirmeye can atacak birileri olduğunu biliyorum.

 

“Bekleyin” diyorum onlara içimden, işler daha da kötüleşecek.

 

Şahit İfadesi Belgeleri 369A

 

2

 

Gilead’da büyümek nasıl bir şeydi diye soruyorsun bana. Bunu bilmenin yardımı olur diyorsun, ben de yardımcı ol-mak isterim gerçekten. Tahmin ederim ki sadece korkunç hikâyeler duyacağını düşünüyorsun. Ama gerçekte Gilead’da büyüyen pek çok çocuk sevgiyle ve değer verilerek büyütüldü, başka yerlerde olduğu gibi. Ve başka yerlerde olduğu gibi. Gilead’da da şefkatli ama hata yapabilen yetişkinler vardı.

 

Ve umarım hatırlarsın ki, çocukluğumuzda gördüğümüz şefkati ve iyilikleri özlemle anarız, o çocukluğun şartları başkalarına acayip görünse bile. Sana katılıyorum. Gilead artık ortadan kalkmalı; orada çok fazla yanlış var, çok fazla yalan var ve Tanrı’nın niyet ettiğinin aksine çok fazla şey yapıldı. Ama kaybedeceğimiz iyi şeylerin yasını tutmama da izin vermelisin.

 

Okuldayken, ilkbahar ve yaz ayları için pembe renk kullanılırdı; sonbahar ve kış için erik kırmızısı; beyaz ise özel günler içindi, pazarları ve kutlama günleri için. Kollarımız ve saçlarımız örtülü olurdu. Beş yaşına gelinceye kadar dizlerimizde biten etekler giyerdik, o yaştan sonra ise ayak bileklerimizden sadece beş santim yukarısına kadar izin vardı, çünkü erkekler tahrik olabilirdi. Onların bu korkunç dürtülerine bizim set çekmemiz gerekirdi. Kaplan gözleri gibi sürekli orada burada dolaşan erkek gözleri, ışıldak gibi gidip gelen o gözler, biz kızların davetkâr ve kuşkusuz kör edici çe-kim gücünden korunmalıydı. Bacaklarımız ister biçimli, ister sıska ya da tombul olsun; kollarımız ister zarif, ister yamuk yumuk, ister sosis gibi olsun; cildimiz ister şeftali gibi, ister lekeli-pürüzlü olsun; saçlarımız ister parlak bukleli, ister yoluk yoluk kabarmış, ister saman sapı gibi ince örülmüş olsun, fark etmezdi.

 

Vücut ve yüz şeklimiz nasıl olursa olsun hepimiz, kendi isteğimiz dışında, erkekler için bir tuzak, bir baştan çıkarıcıy-dık. Masum ve temiz olsak bile, tabiatımız icabı, erkekleri şehvetle sarhoş edebilir, onları sersemletip uçurumdan aşağı yuvarlayabilirdik. Hangi uçurumdan, diye merak ediyorduk. Sarp bir kayalıktan aşağı mı? Yoksa alevler içinde aşağı yuvarlanmak mı? Ya da Tanrı’nın gazabıyla elinden fırlattığı ateşten bir sülfür topu gibi mi? Bizler, paha biçilmez ve görün-mez bir hazineyi içimizde koruyan bekçilerdik; camekan sera-larda saklanan kıymetli çiçeklerdik; öyle olmak zorundaydık, yoksa tuzağa düşürülür, yapraklarımız yolunur ve hazinemiz çalınırdı. Her köşe başında pusuya yatmış vahşi adamlar tara-fından ayaklar altında çiğnenir, parça parça edilirdik; keskin bir bıçak sırtında duran, günah dolu bu dünyada.

 

Sümüklü Vidala Teyze’nin bize okulda anlattıkları, işte bu türden şeylerdi. O anlatırken, biz de elişlerimizi yapardık bir yandan. Mendiller, ayak tabureleri ve resim çerçeveleri için kanaviçeler işlerdik. Vazo içinde çiçekler, kâse içinde meyveler vs. en çok kullanılan desenlerdi. Ama Estée Teyze, yani en sevdiğimiz öğretmenimiz, Vidala Teyze’nin bu konuyu abarttığını söylerdi; bu kadar korkutmaya gerek yok, derdi; çünkü bu kadar nefret aşılamak biz kızların gelecekteki evlilik hayatımızda olumsuz etkiler yaratabilir, mutluluğumuza zarar verebilirmiş.

 

“Bütün erkekler o kadar kötü değildir kızlar” derdi, yatıştırıcı bir ses tonuyla. “Karakteri daha iyi olanlar da vardır. Bazıları kendilerini kontrol etmeyi bilir. Ve bir kere evlendiniz mi, daha farklı olacağını, o kadar korkacak bir şey olmadığını göreceksiniz.” Gerçi Estée Teyze’nin evlilik yaşamı hakkında bir şey bilmesi beklenemezdi, zira Teyzeler evli olmazdı, evlenmelerine izin verilmezdi. Tam da bu yüzden yazı yazabilir ve kitap okuyabilirlerdi.

 

“Vakti geldiği zaman, bizler ve anneleriniz/babalarınız sizlerin kocalarını dikkatle seçeceğiz” derdi Estée Teyze, “dola-yısıyla korkmanıza gerek yok. Derslerinizi iyi öğrenin, bü-yüklerinize güvenin, böylece her şey yoluna girecektir. Bunun için dua edeceğim.”

 

Ama Estée Teyze’nin gamzelerine ve sıcak gülümsemesine rağmen, sonunda Vidala Teyze’nin dediği gibi olurdu. Kâbuslarıma girerdi: Camlı köşk kırılıp parçalanıyor, toynaklı hayvanların yeri sarsan ayak sesleri duyuluyor, benim pembe-beyaz-kırmızı parçalarım yerlere saçılıyordu. Yaşlanacağım, yani evlenecek yaşa geleceğim düşüncesi beni dehşete düşürüyordu. Teyzeler’in bizim için yapacağı akıllı seçimlere hiç inancım yoktu, sonunda alevler içinde yanan bir keçiyle evlendirileceğimden korkuyordum.

 

Pembe, beyaz ve erik kırmızısı giysiler bizim gibi özel kızlar içindi. Ekono-ailelerin sıradan kızları her zaman aynı elbiseleri giyerlerdi, o çok renkli çizgili çirkin elbiseleri ve gri pelerinleri; tıpkı anneleri gibi. Kanaviçe veya dantel örmeyi bile öğrenmezlerdi, sadece düz dikiş dikmeyi, kâğıttan çiçekler yapmayı ve bunun gibi angarya işleri bilirlerdi. En iyi adamlarla -Yakub’un Oğulları ve başka Kumandanlar’la ve onların oğullarıyla- evlenmek üzere bizim gibi önceden seçilmiş kızlar değildi onlar; ama bazen sonradan, büyüyünce, eğer yeterince güzellerse, belki seçilebilirlerdi.

 

Bunları kimse açıkça söylemezdi. Güzelliğimizle övünmemeliydik, alçakgönüllülüğe sığmazdı bu. Başkalarının güzelliğini de fark etmememiz beklenirdi. Ama gerçeği bilirdik yine de, yani güzel olmak, çirkin olmaktan iyiydi. Teyzeler bile kızlara daha fazla ilgi gösterirlerdi. Ama önceden seçilmişseniz, güzellik o kadar da önemli değildi.
Ben, Huldah gibi şaşı bakmazdım veya Shunammite gibi sürekli kaş çatmazdım. Becka gibi neredeyse kaşsız da değildim, ama bitmemiş bir kızdım. Suratımın hamurumsu bir görüntüsü vardı, en sevdiğim Martha’mız Zilla’nın benim için pişirdiği ve kuru üzümden gözler ve kabak çekirdeğinden dişler kondur-duğu kurabiyelerin hamuru gibiydi yüzüm. Ama ahım şahım bir güzel olmasam da, çok ama çok seçilmiş biriydim. İki kere seçilmiştim, sadece bir Komutan ile evlenmek üzere değil, en başta Tabitha, yani annem tarafından da seçilmiştim.

 

Tabitha bunu bana şöyle anlatırdı: “Bir gün ormanda yü-rüyüşe çıkmıştım” derdi, “derken büyülü bir şato çıktı karşıma. Şatonun içinde birçok küçük kız hapsedilmişti ve hiçbirinin annesi yoktu. Bu kızlar kötü kalpli cadıların büyüsü altındaydı. Benim, şatonun kilitli kapısını açabilecek sihirli bir yüzüğüm vardı, ama sadece tek bir küçük kızı kurtarabilirdim. Hepsine tek tek dikkatle baktım ve o kalabalık grubun arasından seni seçtim!”

 

‘Ötekilere ne oldu?” diye sorardım. “Öteki küçük kızlara?” “Onları başka anneler kurtardı” derdi Tabitha.

 

“Onların da sihirli yüzükleri var mıydı?”

 

“Tabii ki, sevgili küçüğüm. Anne olabilmek için sihirli yüzük şarttır.”

 

“O yüzük nerede şimdi?”

 

“İşte burada, parmağımda” derdi Tabitha, sol elinin üçüncü parmağını göstererek. “Bu, kalbin parmağıdır. Ama yüzüğümün bir tek dilek dileme hakkı vardı ve ben onu kullandım. Şimdi sıradan bir anne yüzüğü oldu artık.”
Bu noktada yüzüğü kendi parmağıma takmama izin verirdi. Altın bir yüzüktü, üç tane pırlanta kakmalı, ortasında ve iki yanında. Sihirli bir yüzüğe benzemiyordu.

 

“Beni kucaklayıp taşıdın mı?” diye sorardım, “ormandan çıkardın mı?” Hikâyeyi ezbere bilirdim ama yine de tekrarla-masını isterdim.

 

“Hayır bir tanem. Taşımak için fazla büyümüştün. Eğer seni taşımaya kalksaydım öksürmeye başlardım. O zaman cadılar sesimizi duyabilirdi.” Tabitha’nın doğru söylediğini biliyordum, çünkü gerçekten sık sık öksürüyordu. “Onun için elinden tuttum seni ve şatodan gizlice, sessizce çıktık, cadılar duymasın bizi diye.” Bunun üzerine, birbirimize şişt şişt yapardık, o da, ben de parmağımızı dudaklarımıza götürüp sevinçle şişt şişt derdik. “Sonra ormanda hızla koşmaya başladık, kötü kalpli cadılardan kurtulmak için, çünkü onlardan biri bizi görmüştü kapıdan çıkarken. Koştuk, koştuk, sonra gövdesi oyuk bir ağacın içine saklandık. Çok tehlikeliydi durum.”

 

Hayal meyal hatırlıyordum gerçekten: Biri elimden tut-muştu, ormanda koşarken. Bir ağaç kovuğuna mı saklanmıştım? Evet, bir yere saklandığımı hatırlıyorum sanki. Belki doğruydu anlattıkları.

 

“Sonra ne oldu?” diye sorardım.

 

“Sonra seni bu güzel eve getirdim. Burada mutlusun, değil mi? Sen o kadar kıymetlisin ki, hepimiz için. Seni seçtiğim için sen de, ben de şanslıyız, değil mi?”

 

Ona sokulurdum iyice, kollarının altına girer, başımı zayıf bedenine yaslardım, çıkık kaburga kemiklerini hissederdim. Kulağımı göğsüne bastırır ve kalbinin küt küt attığını duyardım. Benim bir şey söylememi beklerken sanki daha da hızlı atardı kalbi. Vereceğim cevabın onu etkileyeceğini bilirdim, gülümseyip gülümsemeyeceği bana bağlıydı.
Ne diyebilirdim ki, evet… evet demekten başka? Evet, mutluydum. Evet, şanslıydım. Öyleydim zaten, doğru.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

A dan Z ye Astroloji 2.Cilt

Editor

Kızlar Neden Evlenmek İster?

Editor

Namazla Yeniden Doğdum

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası