Roman (Yerli)

Ahmet Hulusi Efendi

ahmet hulusi efendi 5edbb2f12ab71Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi efendi, üç arkadaşı Musa Bey, Ali Bey ve Emin Bey’le can sıkıntısından atlarına atlayıp Acıpayam’a doğru at koşturmuşlardı. Arada bir de durup son günlerin olaylarını konuşmuşlardı aralarında. O gün, tekmil Anadolu’da olduğu gibi büyük bir yas vardı Denizli’de. Herkesin içi kan ağlıyordu. Müftü son konakladıkları yerde sakalını sıvazlıyor, iri taneli tespihini çekiyor, ara sıra da belinden hiç eksik etmediği toplu tabancayı yokluyordu. Yunan askerinin 15 mayısta İzmir’e ayak basmasına şöyle böyle üç, üç buçuk ay vardı daha. Ama tedirginliği ve sancısı şimdiden tüm yürekleri kasıp kavuruyordu. Ya onlar işgal kuvvetlerinin, başta bunun için davul çalıp göbek atan İngilizler olmak üzere işgal kuvvetlerinin desteğinde gelir, bir daha da çıkmak bilmezlerse İzmir’den? Sonra iş yalnızca İzmir’le kalmayıp tekmil ülkeye yayılırsa, bir çığ gibi büyüyerek, ne olacaktı ulusun hali? Dört yüz yıl önce Anadolu’da onurlu Türk halkının iyi huylu komşusu, hatta kedisinin, köpeğinin çobanı Rumlar İstanbul’a, İzmir’e, Konya’ya, Antalya’ya, Antep’e, Urfa’ya, Maraş’a ve tekmil Çukurova’ya işgal kuvvetleri girince şımarmışlar, özellikle İstanbul ve İzmir’de Türkleri sokağa çıkmaz etmişlerdi. Hele hele İzmir’de, Kordonboyu’nda İngiliz, Fransız, İtalyan kadınları bile Kordon’a inip gezinemiyor, mutlaka sarhoş Rumların tacizine, saldırısına uğruyorlardı. Tüm bunları aralarında konuştuktan sonra, atlarına atlayıp Denizli’ye dönmüştü Ahmet Hulusi Bey’le arkadaşları.

***

1

Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi efendi, üç arkadaşı Musa Bey, Ali Bey ve Emin Bey’le can sıkıntısından atlarına atlayıp Acıpayam’a doğru at koşturmuşlardı. Arada bir de durup son günlerin olaylarını konuşmuşlardı aralarında. O gün, tekmil Anadolu’da olduğu gibi büyük bir yas vardı Denizli’de. Herkesin içi kan ağlıyordu. Müftü son konakladıkları yerde sakalını sıvazlıyor, iri taneli tespihini çekiyor, ara sıra da belinden hiç eksik etmediği toplu tabancayı yokluyordu. Yunan askerinin 15 mayısta İzmir’e ayak basmasına şöyle böyle üç, üç buçuk ay vardı daha. Ama tedirginliği ve sancısı şimdiden tüm yürekleri kasıp kavuruyordu. Ya onlar işgal kuvvetlerinin, başta bunun için davul çalıp göbek atan İngilizler olmak üzere işgal kuvvetlerinin desteğinde gelir, bir daha da çıkmak bilmezlerse İzmir’den? Sonra iş yalnızca İzmir’le kalmayıp tekmil ülkeye yayılırsa, bir çığ gibi büyüyerek, ne olacaktı ulusun hali? Dört yüz yıl önce Anadolu’da onurlu Türk halkının iyi huylu komşusu, hatta kedisinin, köpeğinin çobanı Rumlar İstanbul’a, İzmir’e, Konya’ya, Antalya’ya, Antep’e, Urfa’ya, Maraş’a ve tekmil Çukurova’ya işgal kuvvetleri girince şımarmışlar, özellikle İstanbul ve İzmir’de Türkleri sokağa çıkmaz etmişlerdi. Hele hele İzmir’de, Kordonboyu’nda İngiliz, Fransız, İtalyan kadınları bile Kordon’a inip gezinemiyor, mutlaka sarhoş Rumların tacizine, saldırısına uğruyorlardı. Tüm bunları aralarında konuştuktan sonra, atlarına atlayıp Denizli’ye dönmüştü Ahmet Hulusi Bey’le arkadaşları. Ama yüreklerindeki acı biraz olsun hafiflemişti çünkü bazı kararlara varmışlardı. Ovanın yüzünde az önce başlayan yağmur, Honaz Dağı’nın tüm eteklerini tutmuştu. Yıllar öncesinden kalkıp buralara göç etmişlerdi. Yukarı Dodurga, Aşağı Dodurga, Acıpayam, Çivril, Sarılar gümüş rengine büründüğünde, çocuklar ağır ağır evlerine çekilir, gri bulutların öfkesini ovaya ve evlerin damına kusmasından çok önce kendilerini yuvalarının, ana babalarının kucağına ve sıcaklığına atarlardı. Sık sık çıktığı Denizli, Buldan gezisinden yeni dönen Âşık Kerim, “Kalktı göç eyledi Avşar illeri/ağır ağır giden iller bizimdir,” diyerek yanık türküler söylüyordu, tıpkı dedeleri Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi. Herkes böyle bir türkünün ardından ter içinde kalırdı, zemheride olsa bile.

-Öyle üşüyorum ki bizim oğlan, sanki zemheride kalmış gibi.

-Canım, bu havada da ağustos ayındaymış gibi çekirge peşinde gezilmez ki… Elbet, az sonra bir iki av yapar, evimize döneriz.

-Ama ben çok üşüyorum bizim oğlan.

-Bırak üşümeyi de atını topukla! Bak yağmur az sonra iyice bastıracak. Tez ol ki bu sağanak bize ulaşmadan şu kayalıkları tutalım.

Sırtlarını yağmura döndüler. Çalakamçı, ıslak taylarını kayalıklara doğru sürmeye koyuldular. Gökyüzü, geceden beter kararmıştı. Sanki tüm çeşmelerden kapkara, zifir gibi sular akıyordu. Tekmil Anadolu gibi ağlıyordu gökyüzü. Çünkü düşman girmişti ülkemize. Umudumuzu alıp gitmişti düşman. Payitaht, düşmanla işbirliği içindeydi, Yunus Abdal, şiirler yazıyor, bu kötü durumu dile getiriyordu, dedeleri Karacaoğlan, Dadaloğlu gibi. Anadolu tekmil ayağa kalkıp Köroğlu benzeri şarkılar içinde yeryüzünü kana bulamadan kurtuluş olmayacağına inanmış durumdaydı. Ama Müftü Ahmet Hulusi efendi ile arkadaşları Musa, Emin ve Ali Bey’le eski mutasarrıf Tevfik Bey, buna bir çare bulmak için geceli gündüzlü konuşmalar, çalışmalar yapıyorlardı. Ve savaşın en son çare olduğunu söylüyorlardı. Ama esnafın da durumu bozulmuştu. Bakırcılar çarşısında bakırcı Yani ile eski bakırcı Bünyamin, sonu gelmez bir tartışma içindeydiler.

-Boşuna çıkarma eski bakırlarını, diyordu Yani Bünyamin’e. İşler kesat Bünyamin efendi. Malını almayacağım. Savaş çıktı çıkalı böyle oldu işte.

-Pişman olursun ama, diye yanıt veriyordu, Bünyamin. Bu kez iyi mal getirdim sana. Kaymak gibi mal bu.

-Sen her zaman böyle konuşursun. Sonra tüm getirdiğin bakırlar gömgök ve paslı çıkar.

-İftira atma bana çorbacı. Yüzyıllardır dedelerimiz bu kentte kardeş gibi yaşayıp alışveriş yapmışlar. Ağrıyıp incinmemişler birbirinden. Ben de seni her zaman sever, kollarım bilirsin. Yıllardır alışveriş yaparız. Ağrıyıp incinmedik hiç.

Rum, Karamsarlık içindeydi:

-Yarına ne olacağımız belli değil Bünyamin efendi, İzmir’e yakında Yunan asker çıkaracak diyorlar. Belki de burası yakında viraneye, mezbeleye döner; kan revan içinde kalır.

-Ne asker çıkarması Yani efendi? Sen onu rüyanda gördün galiba? Hem Yunan İzmir’e asker çıkarırsa, buralara asla gelemez. O senin gibi imanı çürüklerin uydurması.

-Benim mi?

-Evet, senin… Haydi oyalanma, tart şunları.

Yani, diretiyordu. Korkudan da zangır zangır titriyordu. Bünyamin icabında belindeki topluyu çekip onu vurabilirdi. İzmir çok uzak sayılmazdı ama oradaki şımarık Rumlardan yardım gelesiye dek zavallı Yani’cik kuyruğu titretebilirdi. Bir de böyle bir şeyin asla olmayacağına inanıyordu Rum. Çünkü başlarında müftüleri vardı. Dürüstlüğü, babacanlığı ve adaletiyle tanınmıştı. Her iki topluma da eşit davranıyor ve onları kavgasız, gürültüsüz bir şekilde yönetiyordu.

-Tartamam Bünyamin ağam. Yunan’a gelince, biz Denizli Rumları asla onları istemeyiz. Gitsek, zamanında giderdik buralardan. Yüzyıllarımız sizlerle kardeş gibi yaşamakla geçti. Şimdi de öyle yaşamaktayız ve keyfimiz İzmir paşalarında yoktur.

-Öyleyse tart şunları… Ben de sana söz veriyorum çorbacı… eğer Yunan buraya gelecek olursa, paranı aynen geri vereceğim. Hem bu kez 25 kuruştan hesapla!…

Yani, buna da başkaldırdı… Parayı çok bulmuştu:

-Haydi oradan gözümün nuru… Sen beni düpedüz kandırmaya çalışıyorsun. 15 kuruştan metelik fazla veremem, bilmiş ol!…

-Peki o zaman. Ben şu esnaf kahvesinde bir kahve içeyim…

Yürürken dönerek:

-Sana da göndereyim mi, diye sordu.

-Sağ olasın Bünyamin efendi. Ben az önce içtim. Kahveci Ali efendi, hem de bol köpüklü getirmiş. Yalnız sen de gecikme. Hesabı beraber yapalım. Haydi güle güle!…

-Tamam, sen tart bakırları. Ben kahveyi içer gelirim.

O gidince, Yani çalışmaya başladı. Çuvaldaki bakırları yere sererek irisini, ufağını ayırdı. Arkasından bağırarak:

-Sen gelinceye dek tartı bitmiş olur. Geriye hesaplaşma kalır. Merak etme! diye seslendi.

Bünyamin kahveye bir omzunda ceketi, efevari vardığında, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.

-Selamünaleyküm arkadaşlar! Kahveci Ali, öyle domuşup durma, bana bir orta şekerli. Bol köpüklü olsun!

Kahveci durgundu. Bu yüzden de biraz sert çıktı:

-Şimdi geliyor Bünyamin efendi. Hele otur da yerin ısınsın.

Yürümeye başladıktan sonra sesini yükselterek:

-Ne bu acelen? Var mı bu tavşan kanı çaydan içen, diye kibirle sordu.

Herkes hep birlikte yanıt verdi bu kibir dolu soruya:

-Hepimiz içeriz Kahveci Ali, dağıt hele elindekileri.

Kahveci dağıtırken:

-Musa Bey, Emin Bey, Ali efendi, Tevfik Bey, sizlere veriyorum. Afiyet olsun!

-Sağ olasın Kahveci Ali!…

Kahveci:

-Ne oldu size arkadaşlar? Musa dayı, hele seni hiç böyle görmemiştim. Sabahtan beri dom dom kurşunu yemiş gibi susuyorsunuz.

Musa Bey, ezik ve çok üzgün bir tavırla şöyle dedi:

-Vallahi evlat, verdiğin mis gibi çay bile boğazımdan geçmiyor. Ümüğüme ham armut gibi diziliyor.

Kahveci:

-Şu savaş hepimizin belini büktü. Tam bitti bitecek diyorduk. Çanakkale’de o kadar şehit verdikten sonra, biz de feraha çıkarız diye düşünüyorduk; İngiliz, Fransız, İtalyan bastı payitahtı. Derin bir iç geçirdikten sonra sürdürdü:

-Şimdi de Yunan, özellikle İngiliz desteğinde İzmir’e asker çıkaracakmış diyorlar.
Ayak sesleri duyuldu. Gittikçe yaklaştı. Musa Bey:

-Neyse, keselim şu tatsız konuşmayı da müftü efendiyi üzmeyelim. Hatta kızdırmayalım, diye uyarıcı bir şekilde konuştu.

Bakırcı Bünyamin, olduğu yerden atıldı:

-Müftü efendi neden kızacakmış canım? O da her şeyi biliyor. Ben de duydum Kahveci Ali’nin anlattıklarını.

Kahveci:

-Eğriye eğri, doğruya doğru, diye karşılık verdi… Yunan, bu gidişle akşam sabah damlayacak işte… Dünkü çobanlar efendi, efendiler çoban olacak…

Müftü, iyice yaklaştı; konuşulanları ister istemez duydu.

-Buyurun, dedi, Musa Bey, müftü efendi şöyle oturun!…

-Hayır Musa Bey, oturmayacağım.

Bu sözler sitem doluydu:

-Hele şu kahveci Ali’nin mekânına asla!

Kahveci Ali, kırgın bir şekilde:

-Nedenmiş o, müftü hazretleri? Bir kusurumuz mu var, diye sordu.

Müftü sertçe:

-Evet, sizin gibi tabansızların kahvesine oturulmaz da ondan, diye karşılık verdi.

Musa Bey:

-Herhalde bunu şaka söylüyorsunuz?

-Baksana Musa Bey, şunun konuştuklarına… Yunan, İzmir’e asker çıkaracakmış. Pöh!

Kahveci pişmanlık dolu bir sesle:

-Vallahi ben ne bilirim müftü hazretleri, diye karşılık verdi. Haber İstanbul’dan geldi. Ayrıca ben getirenlerin yalancısıyım.

Müftü, kesin bir sesle:

-İyi ya işte, bundan böyle payitahttan gelen haber ve emirlerin kıymeti yoktur.

Bünyamin, olduğu yerden atıldı:

-Nedenmiş o?

-Payitahttaki hükümet de padişah da esaret altındadır da ondan. Ben Denizli’de oldukça, buraya düşman adım atamaz. Hatta gerekli önlemler alınabilirse, İzmir’e bile sokmayız onları… Yeter ki birlik olalım… Bunu böyle bilesiniz.

Kahvedekiler çok sevindi ve verdikleri yanıt da bunu kanıtladı:

-Buna çok sevindik müftü hazretleri, dedi içlerinden biri.

Müftü konuşmasını sürdürdü:

-Ve bugünden sonra payitahttan, şeyhülislamdan gelen her habere inanmayın arkadaşlar. Emirlere uymayın. Çünkü orası işgal altında olup düşmana boyun eğmiş durumdadır. Düşmana boyun eğmiş, esaret altında olan ülkelerde cuma namazı bile kılınmaz.

-Vay canına, bak bunu bilmiyorduk..

Bu sözden sonra ortalığı derin bir sessizlik kapladı, sonra Musa Bey.

-Ali bir gaf yaptı, ne olur onu bağışlayın müftü efendi, diye ricada bulundu.

Müftü:

-Estağfurullah!… Bağışlamak ne haddimize?

Bünyamin, saf saf sordu:

-Ya silah, müftü efendi?

-Gerekirse onu da buluruz.

-Ben kalkayım. Bakırcı Yani ile biraz işimiz var da…

Ağır ağır uzaklaştı, içtiği kahvenin çayın parasını verdikten sonra. Müftü arkasından seslendi:

-Aman Bünyamin efendi, sakın pazarlıkta Yani’yi aldatmayasın. Hele hele bugünlerde, Yunan yanlısı azgın Rumların eline koz vermeyelim.

Bünyamin, geriye doğru başını atarak şöyle dedi:

-Hiç öyle şey mi olur müftü efendi?

Rum’un dükkânına doğru gitti. Uzaktan, bakıra vurulan küçük çekiç darbeleri duyuluyordu.

2

Sırtlarında insanın derisini yanar taşa çeviren bir yel… İnce ince kıvrandırır insanı. Bıçakla kesmiş gibi bir yel… Dağlardan yaylaya kopup gelen tertemiz bir toprak kokusu… Ortalığa yayılmakta.. Arkalarında yağmur bulutları arasında bir görünüp bir kaybolan doruklar… Yele karışan dağ otlarının kokusu, atların bile genizlerini yakıyor. Atlar, doruklara tırmanıp oradan şahlanarak uçacak gibi…. Porsuklu Âşık Kerim, atını çok seviyor. Düzde bu atı salıverdi mi, Halep atlarını hiç aratmıyor. Kulaklarını kısıyor da öyle koşuyor. Atılıyor öne doğru… Karnı yere sürünecekmiş gibi sündükçe sünüyor. Keskin taşlar orasını burasını çizecek.

Bünyamin, sırtını ovaya doğru dönüp Yani’nin dükkânına vardığında:

-Kolay gelsin Yani efendi diye seslendi: Ne yaptın, hazır mı tartı işi? sorusuyla uyandırdı onu çalışmasından. Yani efendi, başını şöyle bir kaldırarak:

-Çoktan hazır Bünyamin efendi. Seni bekliyordum, diye yanıt verdi.

-Yap o zaman hesabı 25’ten…

-25 asla olmaz! Daha önce de söyledim.

-22 kuruş olsun o zaman.

Adam, başını iki yana sallayarak:

-Bakırların iyi çıkmadı. 15 kuruştan fazla veremem. Yoksa toplayayım malını, al, git, dedi.

Bünyamin direndi:

-Seni fırsatçı seni… Haydi 20 olsun bari!

Yaklaşan ayak seslerine ikisi de döndü. Müftünün geldiğini görünce şöyle bir toparlandılar.
Müftü:

-Kesin tartışmayı da şu işi tatlıya bağlayın. Sabahtan beri birbirinizi incitiyorsunuz. Ticarette güvensizlik yalanı dolanı getirir ve insanı çok üzer, diye konuştu. Konuşmasında akan suları durduran bir tatlılık vardı. İnsan dinledikçe eriyip gittiğini duyumsuyordu.

Yani, bunun üzerine:

-Müftü efendinin hatırı için haydi 17 kuruş olsun…

Bünyamin de fazla direnmedi:

-Haydi olsun bakalım çorbacı.

Sonra müftüye dönerek:

-Sağ olasınız müftü efendi.. İyi ki geldiniz de şu işi tatlıya bağladık, diye konuştu.

Müftü:

-Sen buraya bakır çuvalını yıktığından beri izliyorum. Kahveden kalkınca da ardından baktım. Anlaşamadığınızı görünce… Neyse, ver Bünyamin efendinin parasını da bir anda derdinden kurtul, diye sözlerini tamamladı.

-Siz hiç meraklanmayın müftü efendi.. Şimdi hesaplar, borcumu öderim.

-Ben kahveye dönüyorum, diye sürdürdü, sözlerini Müftü Hulusi efendi… İçinden çıkamazsanız, beni çağırın.

Müftü, 1.90’a yakın boyu ve geniş gövdesiyle çevik adımlarla uzaklaştı.

3

O kahveye geldikten beş-on dakika sonra, bir delikanlı soluk soluğa kahveye girerek:

-Oh, hele şükür, buradasınız müftü hazretleri, diye çığlığı bastı.

-Ne var, ne oluyor Mehmet oğlum? Ne bu telaş?

Mehmet, boğazını temizledikten sonra:

-İzmir valisi ve 7. Kolordu Kumandanı Nurettin Paşa’dan haber var. Az önce gelen bir ulak nameyi bırakıp başka sancaklara doğru at sürdü.

-Az önce gelen ulak mı? Peki, neden saldınız kendisini?

-İşi çok aceleymiş efendim. Buyurun namenizi…

Müftü, nameyi alıp açtı. Sonra okumaya başladı. En kısa zamanda İzmir’de önemli bir toplantı yapacağız, sayın müftü hazretleri… Maiyetinizle birlikte İzmir’e tez vakitte gelmeniz, vatanımızın hürriyeti ve milletimizin bekası için çok elzemdir. Aynı emir ve rica başka sancak ve livalara da çıkarılmıştır. Edremit’ten tutun da Burhaniye, Ayvalık ve Bergama sancaklarına da gönderilmiş olup vaziyetin durum ve vehameti kendilerine açıklanmıştır. Müftü yüksek sesle:

-İşte böyle arkadaşlar!… Musa Bey, Ali Bey’le birlikte yanımıza güvenilir birini daha alıp yarın yola çıkalım, tamam mı, diye konuştu.

Musa Bey:

-Tamamdır, müftü hazretleri!…

Mehmet,

-Yalnız bir şey daha var müftü efendi hazretleri, diye uyardı.

Müftü:

-Neymiş o Mehmet? deyince de,

-Sizin bu sabah Bünyamin Bey’le Yani efendinin arasını bulduğunuz alışverişten sonra, Rum komşumuz bir alıcıyla anlaşmazlığa düşmüş. Buna da bir çözüm bulsanız gitmeden iyi olur, diye karşılık verdi. Buna da olumlu yanıt veren Müftü derhal Yani’nin dükkânına giderek Yani’nin müşteriye fazla fiyatla mal satmak istediğini gördü. Uyararak, işi düzeltti. Alıcıya parasının üstünü geri verdirdi. Sonra da hazırlık görmek üzere evine doğru yöneldi.

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Ay Işığında Yürüyüş

Editor

Kimyager

Editor

Kanlı Taht (Kösem Sultan’la Turhan Valide Sultan’ın İktidar Savaşı)

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası