Roman (Yabancı)

Alametler Saati

39812
Sudan asıllı İngiliz Yazar Jamal Mahjoub, çalkantılı bir tarihsel döneme ve bu dönemin portrelerine alternatif bir bakışla yeniden hayat veriyor. Alametler Saati, bugünkü Sudan’la Etiyopya’nın bir bölümünü içine alan Osmanlı İmparatorluğu’nun en güneyindeki topraklarda 1881’de başlayan Mehdi ayaklanmasının, Hidiv’in birliklerine danışmanlık yapan Gordon Paşa’nın ve bu acımasız coğrafyada oradan oraya savruan insaların romanı.

Öndeyiş
Sonraki yıllarda, Halife Abdullah etTe’ayişe’den, sonunda bizzat kendisinin de kıstırılıp öldürüleceği yerlerde. Mehdi olarak bilinen adamı hangi koşullar allında tanımış olduğunu anlatması istendi pek çok kez, o da hep aynı hikâyeyi anlattı. Hikâye şöyleydi:
Yerden havalanan toz, dünyanın derisinden kıvrılıp kalkan bir tabaka kâğıt gibi, kupkuru ovada savruluyordu. Adamın biri yürüyerek geldi, tek başınaydı. Arkasında kalan ve doğduğu batıdaki yörelere kadar peş peşe uzayan kasabalarda ve köylerde bir yabana olarak anılırdı. Genellikle cüzamlılar, vebalılar ve küçük çocukları öldürmekten kaçınmayan adamlar söz konusu olduğunda beslenen bir kuşkuyla karşılanırdı. Ondan kaçarlar, ağızlarına geleni söylerler, ailesine söverlerdi. Taş atarlardı ona ya da ellerine ne geçerse onu; o adamı alıp götürecek, rüzgâra katacak, tozlu ufuklara doğru savuracak ne varsa.
Onu buraya getiren yollar, aradığı yanıtı bir gün bulacağını söyleyen sesler, hâlâ kafasının içinde dönüp duruyordu. Yoluna devam ettikçe, bunun basit bir yolculuk değil, en soylusundan bir hicret olduğuna daha da çok inanıyordu. İçinde bir lanet gibi yanmakta olan o parlak ışıltılı damarın peşindeydi. Günün birinde gün ışığına çıkacak, kendinde tiksindiği ne varsa ondan arındıracaktı onu. Günün birinde kurtarılacaktı.
Çökük, düz damlı evlerin toplandığı yere yaklaştıkça yorgunluğunun azalmaya başladığını hissetti; hedefine yaklaşmakta olduğunu sezdi. Bir gün onu taşladıklarına, aralarından
silip atmak için üzerine amansız bir yağmur gibi küfür yağdırdıklarına pişman olacaklardı. Allah kendim yalnızca kendi seçtiği kişilere gösterirdi. O insanların bir suçu yoktu, ama kendisine yapılan muamele hiç kimseye yapılmamalıydı.
Katırı ölmüştü. Kayda değer bîr malı da yoktu. Ailesi ona sırt çevirmişti. Aradığı şeyi bulmadan geri dönmeyecekti. Herkes, babası bile, onu yüceltecek, önünde saygıyla, hayranlıkla eğilecekti. Sözcükler onu avutmuyordu, okuma ve yazma ona hiçbir zaman kolay gelmediğinden bunlardan vazgeçmişti; tıpkı kendi usullerince bunların da ona sırt çevirmiş olması gibi.
Köylüler yas kılığına bürünmüşlerdi; kurşuni göğüslü kargalar bile başlarını utançla öne eğmişlerdi. Ulu şeyh ölmüştü, bu dünyanın çilelerinden alınıp öteki dünyanın mucizelerine götürülmüştü. Ölüm, yolcumuzu bu yöne çağırmıştı, çünkü şeyhe bir halef bulunduğu haberi gelmişti kulağına; söylendiğine göre çok özel bir adamdı bu. Dört bir yanda saygıyla fısıldanıyordu yolculukları ve vaazları; adı unutulmuş pazar yerlerinde, yakılan tezeklerin közlerinin çevresinde, kurumuş nehir yataklarının sıcak karınlarında. Mucizelerden söz etmekten hoşlanan yabancılardan duymuştu bu adamın adını. Bir kayık ustasının oğlu olan, bağlılığı gözlerine yansıyan bu adamın iki yanında meleklerle yürüdüğünü duymuştu. Parmak uçlarından süt nasıl akarsa sözcükler onun ağzından öyle çıkıyordu.
O gelmeden önce bir ışık perdesinin ortaya çıktığı, Son’un yaklaştığını bildirmek için gökyüzünde parlayan yeni bir yıldızın dünyanın her yerinden görüldüğü anlatılıyordu. Bizzat Peygamberin, bu mütevazı adamla rüyasında konuştuğu söyleniyordu, bunu duyan Abdullah’ın yüreğinin atışları, yıllarca ayrı kaldıktan sonra kardeşini karşısında bulan birininki gibi hızlandı. Bu adamı aramaya koyuldu, gelişigüzel yürüyerek, yanlış yollara saparak gideceği yönü buldu; kime sorsa insanlar sessizce baktılar. Ama yıllardır arayıp durduğu şey belki de buradaydı.
Bütün köy bir rüyaya dalmıştı; gün ortasında toprağın üzerine tabaka tabaka çöküp İnsanın salim kafayla düşünmesine engel olan sıcağı yaşarmış gibiydiler.
Adamı ilk görüşü gerçekten şaşırtıcıydı. Yarım kalmış mezarın girişinde, yerde yatıyordu. Orada saatlerce, kıpırdamadan kaldı. Abdullah, tam bir buçuk gün, o yakıcı güneş altında, yüzükoyun yatıp dualar mırıldanan adamı seyretti. Mezara girmek isteyenlerin adamın sırtına basarak geçmesi gerekiyordu.
İkinci gün Abdullah adama biraz daha yaklaştı. Bu kez çamurların içinde diz çökmüştü adam. Elleri kirliydi, ıslak toprak kokusu vahyin rayihası gibiydi. Adam ufaktefek ve narindi; boynu güreşçiler gibi kalın ve kaslı değildi, neredeyse kadınların ki gibi yumuşak ve uzundu. Abdullah, kayık ustasının oğlunun çalışmasını izledi: Tuğlaları güneşte kurudukları yerden alıyor, dikkatle yerleştiriyordu, onları elleriyle okşuyor, ölen efendisi için durup dinlenmeden bir sevgi ve bağlılık mezarı inşa ediyordu. Ne kadar da alçakgönüllü bir manzaraydı bu! Onca uzun ve tozlu bir yolculuktan sonra Abdullah’ın teninde serin bir su gibiydi bu gerçek bağlılık
Adam rahatça, korkusuzca ilerliyordu. Omzunun üzerinden bir kez baktı; gülümsemek için. Evet, gözleriyle gülümsedi, ruhuyla ve alametler oradaydı: Sağ yanağmdakî ben, ön dişlerinin arasındaki açıklık. Abdullah’ın dili tutuldu. Yaralı bir hayvan gibi inleyerek, ama iniltisini bastırarak adama yaklaştı. Adam dönüp baktı ona, Abdullah dizlerinin üstüne çöktü, gözyaşları yanaklarından aşağı yuvarlanıyordu. Adam uzanıp Abdullah’ın ellerini ellerinin arasına aldı, bir süre öylece kaldılar, evli çiftler gibi birbirlerinin bileklerini sıkıca kavramışlardı.
“Efendim,” dediğini duydu Abdullah kendi sesinin, “senin Beklenen Kişi olduğunu rüyalarımda yazılı gördüm.” Karşısındaki adam o sade gülümsemesiyle gülümsedi, herkes onu öyle tanıyacak, öyle güvenecekti, başını bir kez sallayıp “evet” demekle yetindi. Sonra kollarını kaldırdı, mezarda çalışanlar aletlerini tozların arasına bırakıp yaklaştılar: erkekler ve öksüzler, yoksullar ve sadık kişiler, dilenci giysileri içindeki kadınlar. Yanağı benli adamın çevresinde toplanmak için her yönden geldiler. O anda Abdullah yanılmadığmı anladı, sonunda doğru yeri bulmuştu. Çektiği ıstırabın İlacı buradaydı.
Güneş gökte sessizce, telaşsızca kaydı ve dünya, olanlardan habersiz, uyumaya devam etti.

1. Beyaz NİL, 12 Ağustos 1881

Yamuk güvertede, soluk güneş ışığı rengindeki ve geçmiş bin ikindinin kokusunu taşıyan çadır bezinden bir tentenin altında, eskiden komuta merkezi sayılan yerde bulunan ve içinde bir zamanlar tüfek mermisi bulunan ters döndürülmüş bir sandığın üzerinde, kötü bir üne sahip köle tüccarı ve Sudan’ın vali yardımcısı Muhammed Ebu esSaİd Bey oturuyordu. Bir köşede, bir yana yatmış küçük bir masa ile yorgunluktan devrilmiş bir hasır şezlong duruyordu. Hıdivin altın hilalli kırmızı bayrağı direkten sarkıyor, teknenin küpeştesini yalayıp geçerken boğucu sıcağı zaman zaman hafifleten tatlı bir esinti bayrağı kımıldatıyordu.
Said’in gözleri yandı. Hava ağır ve tatsızdı, bacakları yine ağrımaya başlamıştı. Böceklerin vızıltısını, aşağıda birbirine bağıran adamların çıkardığı sesleri duymamaya çalıştı. Gözlerini yukarıya, çadır bezinden tentenin şişmiş karnına dikti, orada bir küme leş kargası sıcakta çırpınıyor, alt alta üst üste yuvarlanıyor, birbirlerini acımasızca gagalıyorlardı. Nehir kıyısındaki ağaçlardan kargalara yenileri katıldıkça bitmek bilmeyen çığlıkları yükselip alçalıyordu. Ufak tekne üç saattir hareketsiz duruyordu, leş kargaları sabırsızlanmaya başlamıştı.
Said başını ellerinin arasından kaldırıp haykırarak yardım isteyince çalışma masası yerine geçen dengesiz yüzey bir yana eğildi. Katı üniforması içinde rahatsız duran uzun boylu bir asker, ana güverteyi köprüye bağlayan dar basamakları koşarak çıkarken tozlu fesi başından düşecek gibi oldu. Said, dehşete kapılmış askerin elinden tüfeği sabırsızca çekip aldı ve nişan almayı bile beklemeden bir avuç saçma gönderdi. Kuşlar bir ağızdan bağırarak havalandılar, çığlıkları çırpıntılı sularda yankılandı. Kanat çırpışlarının sesi azalırken gözünü bile kırpmayan askerin başına tüyler düştü. Mısırlı adamın sinirli bir hareketle kendisine fırlattığı silahı yakaladı ve sonra, tek söz etmeden, ifadesiz bir yüzle merdivenden geri indi.
Tozlu ikindi ışığının yüzlerce sivri oku, sarıya çalan tentenin deliklerinden sızıyordu. Yaralı kuşlardan biri hâlâ kanatlarının neden kıpırdamadığını anlamaya çabalıyor, tentenin zaman zaman sarsılmasına neden oluyordu. Bir küfür savuran Ebu Said bu konuyla ilgilenmekten vazgeçti ve teknenin kenarına gitti. Gemi ansızın sarsılınca Ebu Said demir küpeşteye tutundu.
Aşağıda, bir öbek asker suda çırpınıyor, kumlara saplanmış gemiyi kurtarmaya çalışırken kahkahalar atıyorlardı. Sonra biri haykırdı ve küpeştedeki adamlar suya ateş açtılar. Yüzeyin altında bulanık bir gölge kımıldandı ve kayboldu. Askerler iplerden yukarı hamle edip geminin yan tarafından içeri atladılar. Soluk soluğa güvertede yere çökerlerken kahkahaları ve yapmacık bir korkuyla attıkları çığlıklar sürüyordu. Said arkasını döndü, başını üzüntüyle salladı. Gözleri, nehir kıyısındaki gevşek dokulu, kahverengi toprağa takıldı. Allah bu görev için neden kendisini seçmişti?
Ne kadar hikmet sahibi olsa da, Genel Vali burada olup biteni hiç anlamıyordu elbette. Rauf Paşa’ya kalsaydı hiçbir şey yapılmazdı. “Bir tek fanatik, isyan anlamına gelmez, dostum,” demişti o astımlı konuşma tarzıyla, tırnaklarını incelerken. Said, durumun ciddiyetini amirine anlatmaya çalışmıştı. Ne de olsa kendisinin, güneyde geçirdiği günlerde, örneğin Gondokoro’daki esir kamplarında, yasadışı tiplerle uğraşma konusunda deneyimi olmuştu. İlk kural, hiçbir zayıflık belirtisi göstermemekti. Bu insanlara ne kadar acımasız davranılırsa o kadar iyiydi. Deneyim sahibi olduğu için bu özelliksiz adanın bir isyan yuvası haline gelmesi onu hiç şaşırtmamıştı. Orada tuhaf birinin yaşadığı yıllardır biliniyordu. Kayıkçılar, balıkçılar, hatta güneye giden sayısız gemideki askerler birden durup ellerini yüzlerine götürürler ve adada oturmakta olan yaşlı adama duydukları saygı nedeniyle dua ederlerdi. Ama Said durumu anlatırken Genel Valinin yüzü hoşnutsuzluğunu belli edercesine kırışmıştı; Said içini çekti. Adamı hemen tutuklamazlarsa ve düşüncelerini ulemaya açıklamak üzere Hartum’a gelmek zorunda bırakmazlarsa başkalarının da Hıdivin otoritesine karşı çıkmasına izin vermiş olacaklardı,
“Evet, evet, ama zavallı budala ne yapmış ki, dua etmekten ve saçma sapan konuşmaktan başka? Çevresinde yalnızca kaçmış köleler ve hırsızlar, en sefil insanlar olduğunu sen kendin söylemedin mi? Dilencilerle, fahişelerle isyan başlatılmaz ki.”
Büyük kamaranın bir köşesinde Ermeni kâtip kendi kendine güldü, belli ki yaşadığı ânın keyfini çıkarıyordu. Ebu Said ona yiyecek gibi bakınca bu sırtlan inceler gibi yaptığı kâğıtlara eğdi gözlerini, oysa vali kendini konuşmasına vermişti. “Bu adam belli ki delinin bin. bıı ülkenin yöneticisi olduğunu ileri sürüyor, meğer ki ben bilmeden paçavralar içinde pis birine dönüşmüş olmayayım ” Teatral bir tavırla ellerini havaya kaldırdı ve durumunu kontrol etmek u/ere çevresine bakındı. Ermeni, köşesinde sızlanıyordu “Eğer bu kadar dert ediyorsan kendine,” diye devam etti Genel Vali, “u zaman bu işle ilgilen. Yanına yeterince tabur alıp bu deliyi buraya getir.” Eliyle işaret ederek Said’i dışarı gönderdi.
Şu anda içinde bulunduğu kötü durumun bir suçlusu varsa o da kendisiydi. Yine de bunu düşününce Said bir memnuniyet duydu Hıdiv onu gösterdiği çabalar nedeniyle terfi ettirecekti, sonra Rauf Paşa Kahire’ye geri çağrılacak ve kuyruğunu kıstırıp gidecekti. Said arkasına dönünce başyaveri karşısında buldu. Bu adamın, kafası çalışmayan, bıyıklı yaver olduğunu hatırladı, hmailiye Gemisi’nde iki müfreze vardı. Said sadece binbaşılardan birinin uzun, ötekinin kısa boylu ve birinin uyuşuk, ötekinin bildiğini okuyan biri olduğunu hatırlıyordu. Subayın kendisini selamlamak zahmetine girmediğini görünce ağır ve derin bir soluk aldı, daha önce askerin gözlerinde okumuş olduğu küstahlık gelmişti aklına. Bir yandan askerlerin öfkesi, öte yandan delilerin çılgınlıkları olunca bugün işi gerçekten sekteye uğramıştı.
“Evet?”
“Efendim, adamlar beni kaygılandırıyor.”
“Adamlar mı? Ne olmuş adamlara?” Said, huzursuzluğunu gizlemeye çalışmıyordu.
“Gemiyi kurtarmak için öyle çaba harcıyorlar ki, bu gece saldırıya geçebilecek halleri kalmayacak. Eğer,” diye ekledi subay, gizemli bir sesle, “bu gece Aba Adası’na varmayı başarırsak efendim.”
Ellerini arkasında sımsıkı yumruk yapan Said güvertede bir aşağı bir yukarı yürüdü. “Yani adamlarınızın biraz dinlenmeye İhtiyaçları olduğunu mu söylüyorsunuz, belki kısa bir nekahat dönemi?”
Bıyıklı subay omuzlarını silkti. “Demek istediğim, saldırıyı yarına ertelesek iyi olur.”
Said cephane sandığının üzerine çökercesine oturdu, dirseklerini masaya dayadı. “Yanılmıyorsam, en iyisinin gece saldırısı olduğunda görüş birliğine varmıştık. Sizin gibi bir askere stratejik avantajları hatırlatmam gerekmez, öyle değil mi?” Başını kaldırdı: Binbaşı gözlerini güverteye dikmişti. Said derin bir soluk aldı. “Adamlarınızın bir gece dinlenmesine bir diyeceğim yok. Onlar sizin komutanızdalar. Ama ötekilere kıyıya yalnız çıkmalarını söylemek zorundayım.”
Sorun çözülmüş oldu. Elbette ki subay, adamlarının öteki müfreze tarafından geri plana itilmesine göz yumacak değildi. Said bıyık altından gülümsedi: Aynı gemide iki rakip komutanın olması en iyi sonucun elde edilmesini sağlardı. Zekâsı için kendini kutladı, tırnaklarını incelemeye devam etti ve bir süre önce sahip olduğu bir Suriyeli kızı düşünmeye başladı. Beyaz tenli ve çok gençti kız. Hayat sadece çok çalışmak değildir, diye düşündü, ellerine bakıp o arsız küçük memeleri nasıl avuçladığını hatırladı.
Gece inerken yüktü bulutlar da geldi. Ismailiye, üstten sarkan yapraklara tutundu, nehir onun yamru yumru gövdesinin çevresinde kabarcıklar çıkararak kopürürken uzun, dikenli palmiyelere sürtünerek geçti. Yağmur kalın bir perde gibi iniyor.

silahlarına sarılıp, gözlerini adanın ormanlık yüzeyine dikerek geminin pruvasında duran asık suratlı askerleri sırılsıklam ediyordu. Yağmur dışında hiçbir ses duyulmuyordu, en ufak bir rüzgâr yoktu, sadece ağır bulutlar öylesine bastırıyorlardı ki insanın başı acıyordu. Küçük adanın kuzeybatı ucunun açığında demirlediler. Adamlar geminin yanından atlayıp kıyıya yürüdüler, tüfeklerini başlarının üstüne kaldırmışlardı. Dağıldılar ve çok geçmeden görünmez oldular; gece ve bir perde gibi inen yumuşacık, ılık yağmur onları örttü.
Ismailiyye’nin pruvasında duran Ebu Said adadan gelecek işaretleri gözledi. Burada son kez demir attığı günü düşünüyordu. Uzaktan, bir papağanın yalnız, kederli çığlığı duyuldu.
Beş gün önce yine aynı manzaraya bakmıştı. O zaman yanında kendini koruyacak bir avuç adam vardı yalnızca. Kendilerini gizleme gereğini hissetmeden sıraya girip adaya yürümüşlerdi. Nehir kıyısından uzaklaşıp az sayıda kulübenin toplu halde bulunduğu yere yürürlerken tarlalarda çalışan köylülerin, çapaları havada, doğrularak kendilerini seyrettiklerini, sonra, hiç konuşmadan üçerli dörderli gruplar halinde tarlalardan ağır ağır gelip peşlerine takıldıklarını görünce şaşırmışlardı. Askerlerden biri onlarla ilgili bir şey söyleyecek olmuştu.
“Hiç ilgilenmeyin,” demişti Said. “Meraklı keçiler onlar. Neler olduğunu bilmek İstiyorlar, hepsi bu.”
Ama kendileri gelmeden geleceklerinin haberi ulaşmıştı adaya, bu yüzden köye vardıklarında herkes onları bekliyordu. Sazdan yapılma küçük bir kulübenin çevresinde kalabalık toplanmıştı, kulübenin önünde yere yakın, kaba bir hamak vardı. Bu ipyatakta oturan adam onlar yaklaşırken ayağa kalktı. Basit bir adamdı, açıkça görülüyordu bu, belki boyu normalden uzun olabilirdi, ama ayağı aksadığı için boyunu tam olarak kestirmek mümkün değildi. Güzel, aydınlık yüzünü çirkinleştiren tek şey, sağ yanağındaki iri, siyah bendi. Hep gülümsüyor gibiydi, gülümseyince de Ön dişlerinin arasındaki hatırı sayılır aralık görülüyordu. Zaman geçtikçe Saİd bunu gitgide daha rahatsız edici buldu.
“Muhammed Alımed misin?” diye sordu.
Gülümsemeye devam ederek başıyla doğruladı adam.
“Genel Vali’nin oforitesine karşı gelmeleri için insanları kışkırtan sen misin?”
Yine gülümsedi adam. “Ben sadece gerçeği söyledim, bana açıklandığı şekliyle,” dedi alçak sesle.
Said kocaman bir mendille alnını sildi ve arkasındaki kalabalığa baktı, belâlı bir güruha benziyorlardı. Çapaları, baltalan ve değnekleri hâlâ ellerindeydi. Kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan yoksul, eğitimsiz insanlar: Zaten böyle bir şeyle karşılaşmayı beklemişti, ama bu kadar çok olacaklarını düşünmemişti. Nereden çıkmıştı bunlar? Onları buraya çeken neydi? Kederli bir keçiye benzeyen şu adam mı? Sakat çocuklar, yaralı kadınlar vardı; parmaklan olmayan cüzamlılar, elleri titreyen kır saçlı ihtiyarlar. Onları dikkatle incelemek üzere dönerken sesini yükseltip “Kaçınız aranıyorsunuz?” diye sordu. Ayaklarını yere sürtenler oldu, ama yanıt veren çıkmadı.
Kayık ustasının oğlu, eliyle dinleyicilerini göstererek konuştu. “Bunlar, efendi köylülerdir. Kendilerine yetkili diyen sizler tarafından cezai and m İma yi hak edecek hiçbir şey yapmadı bu adamlar.” Eliyle mantığa çağıran bir hareket yaptı. “Burada Allah’ın gücünden daha büyük güç yoktur. Siz bile dünyanın bütün askerlerini ve silahlarını alıp gelseniz Allah’ın sözünü yok edemezsiniz.”
Said içini çekti. “La ilahe illallah. Hepimiz aynı Allah’a inanırız.”
Ama Muhammed Ahmed bilgece salladı başım. ‘Tek çok kişi Peygamber’in sözünün gerçek anlamından uzaklaştı, bunun doğru olduğunu siz de biliyorsunuz. Sizin temsil ettiğiniz insanlar onurlarını hiçe sayıp ‘İslam’ sözcüğünün anlamını bozdular. Şarap içip tütün kullanıyorsunuz. Boş şeylere kapılmışsınız.” Ellerini İki yana açtı, kendi kararlarını kendileri versinler diye halka döndü. Said’in elbisesini ve fesini işaret etti onlara. “Siz Avrupalı gâvurların kıyafetini giyiyorsunuz. Bizse ülkemizin basit giysilerini.”
………….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Bin Yaşa Aşk

Editor

Kuzey Öyküleri

Editor

Muhammed Ali – Cassius Marcellus Clay (Örnek İnsanlar Dizisi – 3)

Editor
Yükleniyor....

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası