Talihimiz varmış ki tutkular insanları kötü olmaya itebilecekken, kötü olmamak onların çıkarınadır.
Montesquieu, Kanunların Ruhu
Albert Hirschman çağımızın büyük entelektüellerinden biridir. Yazıları iktisadi gelişme, toplumsal kurumlar ve insan davranışları hakkındaki fikirlerimizi etkilemiş; kimlik, sadakat ve bağlılıklarımızın doğası ve kapsamı konusundaki anlayışımızı değiştirmiştir.
O yüzden, bu kitabı Hirschman’ın en iyi katkılarından biri olarak nitelemek fazlasıyla iddialı olacaktır. Bugünlerde pek ilgi çekmeyen, saygı görmeyen ve dünyanın önde gelen üniversitelerinin ders programlarından da silinmeye yüz tutmuş bir konu olan iktisadi düşünce tarihi üzerine bir kitap -hatta incecik bir monografi- olduğunu düşünürsek bu niteleme daha da iddialı görünecektir.
Tutkular ve Çıkarlar kamu kararlarına katkı niteliğindeki bir eserin (Hirschman’ın The Strategy of Economic Development’ında -İktisadi Kalkınma Stratejisibulunan) siyasi önemine ya da pratik aklın gereği olan bir aciliyete (Exit, Voice, and Loyalty’nin – Terk Etme, Sesini Yükseltme ve Sadakat- mükemmel biçimde ortaya koyduğu gibi) sahip değil. O zaman bu kitabı böylesine özel kılan nedir?
ZARARSIZ ÇIKARLAR VE ZARARLI TUTKULAR
Bu sorunun cevabı yalnızca Hirschman’ın kapitalizmin ideolojik temellerine yeni bir gözle bakmamızı sağladığını kabulde değil, aynı zamanda bu yeniliğin iki yüz yıldan daha eski olan düşüncelerden kaynaklandığı gibi şaşırtıcı bir gerçekte gizlidir.
Dile getirilme tarzlarını ve gelişimini araştırdığı temel varsayım, kapitalizm savunusunu “bazı zararlı insan uğraşları yerine yararlı uğraşları harekete geçireceği” inancına dayandırıyor. Konuya böyle bakmanın bugün bize çok uzak görünmesi kaçınılmazdır, ki zaten uzaktır; dolayısıyla bu tezin harekete geçirici kapitalizmin erken dönem fedaileri tarafından son derece güçlü (ve kendi mantığı içinde gayet ikna edici) bir biçimde geliştirilmesi ve savunulması özellikle dikkat çekicidir.
Kapitalizmin günümüz dünyasındaki başarısı o kadar mutlak ve o kadar kabul edilmiş, artıları ve eksilerinin tesbiti artık öyle bir standarda oturmuştur ki, ilk zamanlarda düzenin düşünsel savunusunun, bugünkü bakış açısından ne kadar uzak fikirlere dayandığını kavrayabilmek pek de kolay değildir.
Temel düşünce ikna edici basitlikte. Klasik Hollywood tarzında bir benzetme yaparsak, bir özelliğinizden -teninizin rengi, burnunuzun biçimi, inancınız, vb – büyük bir tutkuyla nefret eden gözü dönmüş fanatikler tarafından kovalanmakta olduğunuzu düşünün.
Tam yakalanmak üzereyken etrafa bir miktar para saçıyorsunuz ve hepsi de banknotları toplamak gibi ciddi bir işe girişiyor. Kaçarken, serserilerin böyle faydalı bir şahsi çıkar anlayışına sahip oldukları için şanslı olduğunuzu düşünerek sevinebilirsiniz, ama meslek icabı evrenselleştirmeye alışkın bir teorisyen bunun yalnızca servet edinme yönündeki zararsız çıkarın vahşi tutkuyu bastırmasının bir örneği -biraz da ilkel bir örnekolduğuna dikkat çekecektir.
Baş savunucularının gözünde buradaki olayda alkışı hak eden kapitalizmdir ve Hirschman’ın bu etkili eserinde de söz konusu savunucular ele alınmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
Tutkulara Karşı Çıkarlara Başvurulması
Şan Kavramının Gözden Düşüşü
Ünlü eserinin başlarında Max Weber şu soruyu sorar: “Ahlaki anlamda ‘en iyi ihtimalle göz yumulan’ bir uğraş, nasıl oldu da Benjamin Franklin’in ‘ilahi dürtü’* diye tanımladığı şeye dönüştü?”1 Şöyle de sorabiliriz: Ticaret, bankacılık ve buna benzer para kazanmaya yönelik uğraşlar; yüzyıllarca doymak bilmezlik, para-gözlük ve açgözlülükle ilişkilendirilerek aşağılandıktan ve lanetlendikten sonra nasıl oldu da modern çağın bir noktasında namuslu işler durumuna geldiler?
Weber’in eserleri üzerine yazılmış çok sayıda eleştiride Protestan Ahlakı adlı yazısının bu kalkış noktası bile hatalı bulunmuştur. Bu eleştirilerde, daha on dördüncü ve on beşinci yüzyılda bile “kapitalizmin ruhunun” tüccarlar arasında var olduğu; üstelik Skolastiklerin yazılarında da söz konusu meslek ve uğraşlara olumlu yaklaşıldığı2 savı ortaya atılmıştır.
Tüm bu eleştirilere rağmen Weber’in sorusu kıyaslamaya dayalı olarak ele alındığında gerçekten anlam kazanır. Ticaret ve benzeri parasal kazanca yönelik uğraşlara iyi bir gözle bakıldığı iddia edilse de, özellikle şan peşinde koşmaya göre ortaçağ değerleri arasında daha alt sıralarda yer aldıkları tartışılmaz. Ben de bu çizgide, “kapitalizmin ruhunun” ortaya çıkış biçimine ilişkin hayret duygularını canlandırmaya ortaçağ ve Rönesans’taki şan (glory) kavramına kısaca değinerek başlamak istiyorum.
Ortaçağ felsefesinin ana hatları Hıristiyanlık döneminin başlarında Aziz Augustinus tarafından ortaya konmuştu. Buna göre, cennetten kovulmuş insanın üç temel günahı şöyle sıralanıyordu: para ve mal edinme arzusu, iktidar arzusu (libido dominandi) ve cinsel arzular. Augustinus bu üç insan tutkusu veya arzusunu eşit düzeyde lanetliyordu.3 Yalnızca libido dominandi konusunda, o da güçlü bir övülme ve şan kazanma arzusuyla birleştiğinde, hafifletici koşullar geçerli olabilirdi. Augustinus’a göre “vatandaşlık erdemine” sahip ve “anavatanlarına karşı tutku derecesinde bir sevgi besleyen” ilk Romalılar “tek günahları olan aşırı övülme düşkünlükleri yüzünden, zenginleşme arzusu ve benzeri başka kötü yanlarını bastırmaktaydılar”.4
Aziz Augustinus’un burada değindiği ve ileride de üzerinde duracağımız, bir günahın başka günahları engellemesi düşüncesi ilgi çekici. Daha sonraki dönemlerde, onur ve şan peşinde koşmayı bir kimsenin yüceliğinin ve değerinin ölçütü olarak kabul eden şövalyelik anlayışının ve aristokratik ideallerin savunucuları, Aziz Augustinus’un şan peşinde koşma kavramına sınırlı biçimde de olsa göz kırpmasını kendi amaçlarına uygun biçimde genelleştirerek kullanacaklardı. Augustinus’un çok temkinli bir biçimde değindiği, kişisel kazanç elde etme çabalarından farklı olarak şan düşkünlüğünün “toplumsal değerinin onu katlanılabilir kıldığı” düşüncesi, zamanla açıkça dile getirilecekti. Yine, Montesquieu’deki “Görünmez El” fikri, yani bir toplumdaki bireyler şahsi ihtirasları için çabalarken gizli bir gücün bu çabaları toplumun yararını sağlayacak biçimde yönlendireceği düşüncesi, parasal kazanç çabalarından çok şan kazanma çabaları düşünülerek geliştirilmişti. Onun deyişiyle, bir devletteki bireylerin onur peşinde koşmaları, “o siyasi topluluğun her kesimine canlılık verir”. Bunun sonucu olarak da, “kişi kendi çıkarları uğruna çabalamakta olduğunu düşünürken aslında siyasal topluluğun çıkarına katkıda bulunmaktadır”.5
Buna benzer karmaşık haklı çıkarma çabalarına dayanmamakla beraber şan ve onur uğrunda mücadele etmek ortaçağ şövalyelik anlayışınca da yüceltilmiştir. Halbuki bu durum, başta Aziz Augustinus olmak üzere, Aziz Aquinolu Tommaso ve Dante gibi dini konular üzerine yazmış birçok düşünürün şan peşinde koşmayı küstahça (inanis) ve günahkârca olarak niteleyen öğretilerine ters düşüyordu.6 Daha sonraları Rönesans döneminde, kilisenin etkisinin azalmasıyla ve aristokratik idealin savunucularının şan peşinde koşmanın övüldüğü çok sayıdaki Yunan ve Roma eserinden esinlenmeleriyle, onur için mücadele etmek egemen ideoloji haline geldi.7 Bu güçlü düşünsel akım on yedinci yüzyılda da etkili olmaya devam etti. Yaşamı anlamlı kılan tek şeyin şan arayışı olduğu düşüncesinin en açık biçimde gözlemlendiği yerlerden biri de Comeille’nin tragedyalarıdır. Aslında Comeille düşüncelerini ortaya koyarken o kadar aşırıya kaçmıştı ki belki farkında olmadan bazı çağdaşlarının aristokratik ideali yıkma çabalarına katkıda bile bulunmuştu.8
Birçok farklı Batı Avrupa ülkesinden yazarlar söz konusu “kahramanın devrilmesi”9 hareketinde adeta işbirliği yaptılar. En büyük rolü de kahramanlık idealine neredeyse tapınma durumunda olan Fransızlar oynadı. Hobbes kahramanlık erdemleri olarak nitelenen kavramların aslında kendini kollama amacına hizmet ettiğini ortaya koyarken, La Rochefoucauld bu değerlerin insanın kendini sevmesinin, Pascal da aslında kendini beğenmişliğin ve gerçeklerden kaçışın başka biçimleri olduğunu ortaya koydu. Cervantes kahramanca tutkuları aptalca, hatta neredeyse delice oldukları gerekçesiyle reddederken, Racine de bu tutkuların küçük düşürücü olduğunu yazıyordu.
İnsanı hayretler içinde bırakacak kadar hızlı ve birdenbire gerçekleşen bu ahlaki ve ideolojik değişimin tarihsel ya da psikolojik nedenleri, henüz tam olarak anlaşılabilmiş değil. Üzerinde durulması gereken nokta, bu değişimde pay sahibi olanların geleneksel değerleri aşağılarken aslında bunu yeni bir sınıfın çıkarlarına veya gereksinimlerine uygun bir ahlak sistemi ortaya koymak adına yapmamış olmalarıdır. Kahramanlık idealinin gözden düşüşü hiçbir şekilde yeni burjuva değerlerini savunmak olarak görülmemiştir. Pascal ya da La Rochefoucauld için olduğu kadar, tüm aksi yorumlara rağmen Hobbes için de doğrudur bu.10 Moliere’in oyunları da uzunca bir süre burjuvaziye ait değerlere övgü olarak yorumlanmıştı. Oysa daha sonraları bu yorumların da gerçeklerden uzak olduğu ortaya konmuştur.11
Tek başına ele alındığında kahramanlık idealinin gözden düşmesi olsa olsa, para sevdası, iktidar veya şan kazanma arzusu ve şehvetin aynı derece aşağılık tutkular olduğu yönündeki Augustinusçu düşüncenin güçlenmesine yol açabilirdi. Ama olaylar böyle gelişmedi. Yaklaşık yüz yıl sonra çeşitli nedenlerden ötürü para kazanma dürtüsü ve ona bağlı ticaret, bankacılık ve nihayetinde sanayi gibi etkinlikler daha açık ve yaygın biçimde saygı görmeye başladı. Bu olağanüstü değişim herhangi bir ideolojinin başka bir ideoloji karşısındaki zaferiyle açıklanamayacak kadar karışık ve dolambaçlı bir öyküye sahiptir.
“Gerçekte Olduğu Gibi” İnsan
Öykümüzün başlangıcı Rönesans’a dayanıyor, ama bu başlangıç yeni bir ahlak anlayışının ya da yeni bireysel davranış kurallarının ortaya çıkmasıyla olmamıştır. Onun yerine bu olgunun devlet teorisindeki yeni bir gelişmeye, devlet yönetimini var olan düzen içinde kalarak iyileştirme çabalarına dayandığı görülecek. Yola çıkış için özellikle bu noktanın seçilmesi ise sunmaya çalıştığım öykünün kendi iç eğilimlerinden kaynaklanıyor.
Machiavelli hükümdara gücü elde etmeyi, elde tutmayı ve artırmayı öğretirken “gerçek dünyadaki
şartlar” ile “hiç kimsenin gerçekten görüp işitmediği hayal ürünü cumhuriyetler ve monarşiler” arasındaki o ünlü temel ayrımını yapmıştır.12 Burada ima edilmeye çalışılan şey, ahlak ve siyaset üzerine konuşan düşünürlerin büyük oranda kurgusal durumlardan söz ettikleri ve gerçek dünyada hükümdarın işine yarayabilecek sonuçlar ortaya koyamadıklarıydı. Bilimsel ve pozitif bir yaklaşım beklentisi zamanla hükümdardan bireye ve devletin doğasından insan doğasına kadar uzanacaktı. Machiavelli gerçekçi bir devlet teorisi inşa edebilmek için insan doğası üzerine bilgi sahibi olmak gerektiğinin büyük olasılıkla farkındaydı ama bu konudaki yorumları gayet zekice olmakla birlikte bütünlükten ve düzenden yoksundu. Sonraki yüzyılda önemli gelişmeler yaşandı. Matematikteki ve semavi bilimlerdeki ilerlemeler tıpkı gezegenler ve düşen cisimler gibi insan davranışları için de hareket yasalarının olabileceği umudunu doğurmuştu. İnsan doğası üzerine teorilerini Galilei’ye13 dayandıran Hobbes, bu yüzden Leviathan adlı eserinin ilk on bölümünü insan doğasına ayırmış, ancak ondan sonraki bölümlerde devlet konusuna değinmiştir. Fakat, Machiavelli’nin geçmişteki ütopyacı düşünürlere yönelttiği suçlamaları, özellikle de bireysel insan davranışlarına ilişkin olanları dikkat çekici bir keskinlik ve sertlikle tekrarlayan Spinoza olmuştu.a Tractatus politicus adlı eserinin açılış paragrafında “insanı gerçekte olduğu gibi değil de olmasını istedikleri gibi gören” düşünürlere çıkışır. Pozitif ve normatif düşünce tarzları arasındaki bu ayrım, Spinoza’nın “insan davranışlarını ve duygularını aşağı ve hor gören” kişilere karşı çıktığı, ayrıca “insan davranışlarını ve tercihlerini adeta çizgiler, düzlemler ve cisimler üzerinde çalışıyormuşçasına ele alırım”14 biçimindeki meşhur yaklaşımını ortaya koyduğu Etika adlı eserinde de kendini gösterir.
Bugün artık siyaset bilimi olarak adlandırdığımız dalın gerçek konusunun “gerçekte olduğu gibi” insan olması gerektiği düşüncesi, on sekizinci yüzyılda -kimi zaman adeta beylik bir halde- ortaya konmuştu. Spinoza’yı okumuş olan Vico, her konuda olmasa da en azından bu konuda onun izinden gitmişti. Yeni Bilim’de şöyle diyordu:
Felsefe insanı olması gerektiği biçimiyle ele aldığı için yalnızca Platon’un Devlet’inde yaşamak ve Roma’nın ayaktakımından uzak durmak isteyenlerin işine yarar.* Yasama ise insanı olduğu gibi ele alır ve ondan toplum adına yararlanmaya çalışır.15
İnsan doğasına bakışı Machiavelli ve Hobbes’a göre çok farklı olan Rousseau bile Toplum Sözleşmesi adlı eserinin başlangıç cümlesinde bu düşünceye yer vermektedir: “İnsanları oldukları gibi, yasaları ise olabilecekleri gibi ele alarak meşru ve güvenilir bir yönetim biçiminin mümkün olup olmadığını inceleyeceğim.”
Tutkuların Bastırılması ve Yönlendirilmesi
İnsanı “gerçekte olduğu gibi” ele alma konusundaki bu ısrarın aslında basit bir açıklaması var. Rönesans’ta kendini gösteren ve on yedinci yüzyılda yaygın bir inanış haline gelen düşünceye göre insanın zararlı tutkularını dizginleme konusunda artık ahlakçı felsefe veya dinsel kurallara güvenilemezdi. Yeni yöntemlere ihtiyaç vardı. Bu yöntem arayışı ise mantıken insan doğasının detaylı ve tarafsız bir incelemesiyle başlayacaktı. La Rochefoucauld gibileri insan doğasının gizli köşelerine kadar girip yaptıkları “vahşi keşifleri” o kadar büyük bir hevesle ilan ettiler ki insan doğasının derinlerine inmenin kendisi bir amaç haline geldi adeta. Ama esasen bu inceleme insan davranışlarını etkilemek için ahlakçı tavsiyeler veya lanetlenme tehditlerinden daha geçerli yollar bulabilmek için yapılıyordu. Doğal olarak bu arayışta başarı da kaydedilmişti. O kadar ki, dinsel buyruklara bel bağlamaya alternatif en az üç değişik yeni görüş öne sürülmekteydi.
Akla ilk gelen seçenek, burada incelenen diğer düşüncelerden çok daha önceleri ortaya çıkmış olan, güç ve baskı kullanımına başvurmaktı. Tutkuların en korkunç yüzlerini, en tehlikeli sonuçlarını dizginleme; gerekirse bunu güç kullanarak yapma sorumluluğu devlete yükleniyordu. Aziz Augustinus’un, daha sonra on altıncı yüzyılda Calvin tarafından tekrarlanacak düşüncesi de bu yöndeydi.16 Bütün kurulu toplumsal ve siyasi düzenler zaten kendi varlıkları tarafından haklı çıkarılırlar. Bu düzenlerin her türlü adaletsizliği, Cennetten Kovulmuş İnsan’ın günahları yüzünden çekilen cezalardan başka bir şey değildir.
Aziz Augustinus ve Calvin’in savunduğu siyasi düzenler bazı açılardan Leviathan’da ileri sürülen görüşlere çok yakındır. Ama Hobbes’un en önemli buluşu daha önceki otoriter düzenlerden çok değişik bir ruha sahip ilgi çekici bir kavram olan Sözleşme kavramıdır. Hobbes’un bu sınıflandırılması zor düşünceleri daha ileride başka bir kategoride değerlendirilecektir.
İnsanın kural tanımaz tutkularının yarattığı soruna getirilen baskıcı çözümün de büyük zorlukları vardır. Ya hükümdar aşırı yumuşaklık, aşırı zorbalık ya da başka bir zaaftan dolayı görevini gerektiği gibi yerine getiremezse? Bu soru karşısında, gerekli derecede baskı uygulayabilecek bir hükümdar veya otoritenin ortaya çıkma olasılığı, insanların tutkularını ahlakçı düşünürlerin veya din adamlarının söylemleri nedeniyle dizginlemeleri olasılığıyla aşağı yukarı aynıdır, denebilir. İkinci olasılık sıfır olarak görüldüğü için baskıcı çözümün de kendi içinde çelişkili olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsanların tutkular nedeniyle birbirlerine yaşattıkları acıları ve kargaşayı gökten zembille inmiş bir otoritenin bastıracağı düşüncesine bel bağlamak, bir anlamda o sorunları çözmek yerine göz ardı etmek anlamına geliyordu. Belki de bu yüzden on yedinci yüzyılda tutkunun derin biçimde incelenmesi karşısında baskıcı çözüm varlığını sürdüremedi.