Araştırma-Eleştiri-İncelemeRoman (Yerli)

Anadolu Evliyaları

En büyük kentlerden en sessiz köşelerine kadar, nerede olursanız olun, mutlu demlerinizde bir gülümseyiş, çaresiz anlarınızda bir cesaret kıvılcımı halinde sizi selamlayan büyük bir türbe, küçük bir mezar ya da efsaneye dönüşmüş bir olay bulursunuz orada.

GÜZELLİĞİN, İYİLİĞİN VE DOĞRULUĞUN HAS ÖRNEKLERİ
Buğday öğütenlerin, harman savuranların, tütün kıranların, bağbozumu yapanların ülkesi Anadolu, aynı zamanda erenler yurdu, evliyalar ocağıdır. En büyük kentlerinden en sessiz köşelerine kadar, nerede olursanız olun, mutlu demlerinizde bir gülümseyiş, çaresiz anlarınızda bir cesaret kıvılcımı halinde sizi selamlayan büyük bir türbe, küçük bir mezar ya da efsaneye dönüşmüş eski bir olay bulursunuz orada.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve gelişmesinde “Gaziyânı Rûm”, “Bacıyânı Rûm” ve “Ahiyânı Rûm” diye saymakla bitiremedikleri Horasan erlerinden tutun da, Türkçeyi beste beste işleyen Yunus, aşk ateşiyle Anadolu’yu kasıp kavuran Mevlânâ, Yeniçeri Ocağına kişilik mührünü vuran Hacı Bektaş… Sonra, Pir Sultan Abdallar, Akşemseddinler, Bayram Velîler, o alay alay, tabur tabur ermişler bilerek, bilmeyerek Anadolu hamuruna maya oldu. İnsana, sevgiyi, saygıyı öğretti.
Türk halkı mahallesini onlar adına temiz tutmaya bakar, komşularıyla onlar adına iyi geçinir. Şenlikli günlerinde onların yoksulunu sevindirmeye koşar. Kısası onlar, yaşamın bütününde yeri olan ve kendi hayatları da her gün yenilenip tazelenen varlıklardır.
Yolunuz düşer; bozkırın bitmez tükenmez yalnızlığında adım adım ilerlerken, karşınıza topraktan, kerpiçten, bozbulanık küçücük bir köy çıkar. Bir beyaz minare, bir yeşil kavak fırsatta, o yerin ermiş sayılanlarını; o yerin halkından dinleyip dağarcığımın bir köşesine koydum. Günün birinde hayretle gördüm ki onlar, neredeyse yaşayanlar kadar yüklü bîr toplam oluşturuyor. İşte San Sal tuk, işte Emîr Sultan, Eyüp Sultan, Pir Sultan. Merkez Efendi, İsmail Maşukî. Kul Derviş Dede, Şeyh Galip, Karaca Ahmet, Sultan Divanî ve kadın erenler! O San Ana, o Karyağdı Hatun, Üç Kızlar, Çifte Gelinler, Tavus Hatunlar v.b.
Ermiş takımını gerektiği gibi anlayabilmek için sadece İstanbul’a bir göz atmak bile yeter:
Peygamberin “Mutlu Asker” diye müjdelediği, İstanbul için dövüşüp de onu göremeden ölen sayısız fetih şehidi, halkımız tarafından pek haklı bir davranışla ermişlik mertebesine yüceltilmiş ve şehrin manevi bekçileri olarak bilinmiştir. Fatih’in ekmekçisi, kazancısı, çizmecisi, hatta hamalı bugün ermişleri arasında sayılır.
Bu yazı dizisi bütün bu seçilmişlerden seçilmiş birkaç çizgiden ibarettir. Yazarken ne tarihi bir sıra, ne manevi bir aşama gözettik. Bize, hamurları aynı mayadan tutulmuş olan bu uluların hepsi hoş, hepsi çekici geldi.
Anadolu erenlerini anlatırken, bütün Türkiye topraklarını düşündüğümüzü söylemeye ayrıca gerek görmüyoruz.

ERENLER ERENİ AHMET YESEVÎ
Bütün büyük insanlık kahramanlarının tarihine doğrulanması ispatlanamayan türlü hikâyeler karışmıştır. Bu hikâyelerin nasıl doğduğunu ve nasıl yayıldığını kestirmek birçok kez mümkün olmuyor.
Destanlık kişilerin ve bunların çevresini saran efsane ışığının insanlara çok çekici gelen ve aklımızda kolaylıkla yer eden bir yumuşaklığı, bir tatlılığı var.
İşte biz, Anadolu’yu bir baştan bir başa tutmuş olan ve halkımızca vatan coğrafyasının manevi sahipleri bilinen ermişleri, onun deyişiyle “Urum erenleri” ni yazmaya çalışırken, bir tarihçi gibi, onların tarihi niteliklerine değil, halk muhayyilesinde yaşayan efsane ve öykü dolu yaşamlarına ışık (utacağız. Birçok kez, ateşlerde yanmayanları, su üstünde evinde gezermişçesine gezenleri, bir “ah!” ile ortalığı kavurup kül edenleri duyup tanıdıkça, hayret ve şaşkınlık içinde: “Böyle şey olur mu?” dediğiniz olacak. Ama gene de soruya yanıt vereceğiz. “Olur elbet!”. Mademki halk bu olmazı olur görmüş, imkânsızı mümkün kılmış, o halde bunun ya olur bir yanı vardı, ya ayrı bir anlamı. Bu anlamın ne olduğunu aramak; bulursa değerlendirmek, ondan hükümler çıkarmak bize düşmez. Şimdilik biz sadece bir ayna gibi, bu konuda duyup dinlediklerimizi yansıtacağız. Atâ erenlerden, hata bizden!

Hazreti Peygamber’i rüyasında gördüğü bir mutlu gece ona “Şefaat ya Resulullah!” diye yalvarmak isterken, gördüğü güzelliğin karşısında şaşkına dönerek: “Seyahat ya Resulullah” niyazında bulunan Evliya Çelebi, uğradığı şehir ve kasabalarda gözüne ilişen ve kulağına erişen her şeyi yazmış. Bu arada o yerlerin ulularının türbe veya mezarlarını ziyaret etmiş, isimleri çevresinde söylenegelen hikâyelerini kendine özgü üslubuyla anlatmıştır.
Sırası gelir Pir Dede’yi, sırası gelir Akyazılı’yi, sırası gelir Kademli Baba Sultan’ı, Emir Çin Osman’ı, Horoz Baba’yı, Koyun Baba’yı anlatır; sonunda bu sayısız erenler ordusunun erleri için “Cümlesi Ahmet Yesevî fukarası ve onun izni ve işareti ile Diyarı Rûm’a gelmiş” diye sözü, Türkistan’ın Yesi kasabasında yaşamış Ahmet Yesevî’ye bağlar.
Öyleyse, ilk sorumuz, kimdi bu Ahmet Yesevî?
Şimdi bir an için, zaman içinde geri dönerek tarihin çok eski çağlarına doğru gidelim. Göç yıllan başlamış. Türk boylan beşiği olan topraklarından koparak yeni ülkelere, yeni iklimlere doğru akmaya koyulmuştu. Orhun kitabelerine “Açları doyurduk, çıplakları giydirdik, az halkı çok ettik” diye yazan Türk boylan yurtlarından, ellen, dilleri, gönülleri dolu olarak çıkmışlar; sıralan, töreleri neyse; gelenekleri, görenekleri ne türlüyse onları da birlikte yolculuğa taşımışlardı… Sevişmeyi de, savaşmayı da boydan boya, soydan soya geçiren atalarımız böylece Orta Asya’yı Küçük Asya’ya, yani Anadolu’ya bağlıyorlardı. Gün oldu ki bu topraklarda mekân tutan babalar oğullarına, dedeler torunlarına bu bağlanmayı şöyle hikâye etli:
“Ahmet Yesevî derler Türkistan ulularından bir ulu, bir gün, erenler meclisinde otururken ocakta yanan odunları, erlik gücüyle sallayıp uzak ufuklara doğru fırlattı. Her biri Anadolu’da kendi yerini buldu. Düştüğü yerde yeşerdi, köklendi, dal budak saldı. Erenler sofrasındaki erler. Türkistan’da yanan ocağı Anadolu’da tüttürmek ve söndürmemek için yollara dökülmüş, herkes kendi köseğisini düştüğü yerde bulup ocağını orada tutturmuştu”.
Şimdi bir kere daha soralım:
Öyleyse, kimdi bu Ahmet Yesevî?
Kimdi bu “Hey!” deyip ayağını yere vurunca dünya ve ahret bağından kurtulan? Bir milletin yükte hafif, pahada ağır bulun değerlerini, erlik gücüyle kıtadan kıtaya aşınan; oluk oluk Diyar ı Rûm’a akan kardeşlerini unutmadığı için tarihlerin bağrında bir vefa çiçeği gibi katmer katmer açan bu erenler ereni
O günlerin diliyle söze girersek:
“Raviyânı ahbar ve nakilânı asar ve muhaddisânı rüzgâr şöyle rivayet ederler kim” Hz. Muhammed’in, din uğruna açtığı savaşlardan birinde onun en yakınları (Eshabı Kiram) günlerce yiyecek bir şey bulamamış ve aç kalmışlardı. Sonunda Peygamber huzuruna vardılar ve biraz yiyecek dilediler. Hz. Peygamber’in niyazı üzerine Cebrail cennetten bir tabak hurma getirdi, hurmalar paylaşılırken biri yere düştü. Cebrail dedi ki: “Ya Resulullah! Bu hurma, senin gelecek ümmetinden Ahmet Yesevî adlı bu sevgili kulunundur.”
Bu söz üzerine Peygamber, dostlarından birinin bu görevi üzerine almasını ve günü gelince emaneti sahibine teslim etmesini istedi. Hikmeti ne ise bilinmez, emanet Baba Arslan’a verildi.
Efsaneler, Baba Arslan’ı, Ahmet Yesevî’nin dünyaya geldiği mutlu çağa ulaştırmak ve böylece görevini yaptırabilmek için, bir rivayette 400, bir rivayette 700 yıl kadar yaşatmıştır.
Dua ile devrilen dağlar
Bundan 800 yıl kadar evvel, Türkistan’ın Seyranı şehrinde Şeyh İbrahim adlı bilgin ve erdem sahibi bir kimse vardı. Ölürken, yedi yaşındaki oğlu Ahmet’i Gevher Şehnaz adlı kızına emanet etti ve “Kardeşin, bu dünyaya ender gönderilen bir ulu kişi olacaktır ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ne zaman ki Ahmet o sofrayı kendi başına açabilir, bil ki onun dünyaya açılma zamanı geldi demektir. Vakti gelmeyince sırrını kimseye verme” dedi.
Ali soyundan gelen kutlu bilgin İbrahim ölünce yedi yaşındaki oğlu Ahmet ve dünya güzeli kızı Gevher Şehnaz bu dünyada bir başlarına kalakaldılar.
Ahmet oğlan, sessiz, dingin bir çocuktu. Az konuşur, çok düşünür, içini dışına vurmaz, ablasının sözünden hemen hiç çıkmazdı.
Yaşadığı kadar keşif ve kerametleriyle ün salmış olan bilgin İbrahim’in kızına söyledikleri gerçekleşiyor, küçük Ahmet o yaşlarda Tanrı tecellilerine erişiyordu. İşte bu yıllarda Baba Arslan, Seyram’a gelerek Cebrail’in, “Ahmet Yesevî’nin nasibi” diye müjdelediği hurmayı çocuğa verdi ve onu eğitmeye başladı. Baba Arslan’ın Ahmet’in yanındaki görevi bir yıl sürdü. Görev bitince ömrü de sona erdi. Bu bilgili hocanın ölümüne yer, gök ağladı
O çağlarda Türkistan’da Yesevî diye anılan genç bir hükümdar saltanat sürüyordu Yazları Türkistan yaylalarında yazlar, kışları Semerkant kışlaklarında kışlardı. Av meraklısıydı. Bir ceylan ardında gününü gecesini unutur, atını iklimden iklime uçar gibi götürürdü
Bir yaz Karaçuk dağında avlanmak istedi. Ama yamaçlar çok yalçın, kayalar çok keskindi; başaramadı. Her adımda atının ayaklan kan içinde kalıyordu.
Bunun üzerine “Bu dağı ortadan kaldırmak gerek” dedi. Ülkesinde ne kadar ermiş, eren varsa hepsine çağrı yolladı. Yalvarmada, yakarmada bulundu. “Tanrı’nın keremi; Peygamber’in yardımı; sizlerin himmeti ve dualar bereketiyle şu dağı yerinden indirin” dedi.
“Emir, emirdendi. Erenler, ihram kuşanıp niyaza vardılar. Gözlerinin yaşı sel gibi aktı. Bu yakarma ateşinden Türkistan ülkesinde oynamadık yürek kalmadı, yalnız Karaçuk dağı yerinden kıpırdamadı!”
Herkes hayretteydi. Arifler, âşıklar, sâdıklar, hepsi bir aradaydı. Acaba içimizde eksik olan biri mi var, diye sorup soruşturdular. Sonunda, uyanıklardan bir uyanık: “Şeyh İbra……….

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yeni Dünyanın Kurtları

Editor

Nükleer Darbe

Editor

Michael Korz – Senaryoda Dialog

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası