Aşkın bütün halleri… Tutkunun aklımızı ele geçirmesi. Kötülüğün en güzel biçimi… Rezil olmaktan duyduğumuz haz… Kırılan umutlarımızın lezzetli kederi… Çiğnenen onurumuzun getirdiği kibir. Vicdan tutulması, bencilliğin son kertesi, yanılsamanın en derin anı… İmkânsız olanın çekiciliği… Yani gönüllü kölelik… Yani insanoğlunun en masum hali… Yani bildiğiniz delilik… Yani en yalansız aşk öyküleri…
“Düşümü gerçekleştirdiğimden de emin değilim. Böyle bir düşüm var mıydı, yok muydu, ondan bile emin değilim. Kafam çok karışık. Daha da kötüsü, eskiden Stefan’ı düşündüğümde güzel, iyi, masumiyetle ilgili duygular uyanırdı içimde. Coşkuyla, heyecanla, umutla dolardım. Şimdi büyük bir öfke var. Bazen insanlıktan çıktığımı hissediyorum. Düşündüklerim beni korkutuyor. Gel gör ki düşünmeden de edemiyorum. Olmuyor, beceremiyorum. Bir de oturmuş aşkın saçma olduğunu anlatıyorum. Ben de en az aşk kadar saçmayım. Diyeceksiniz ki seni, aşk saçma biri haline getirdi. Doğru ama ben de direnemedim. Asıl tutarsızlık bende. İnsan aptalca, anlamsız bulduğu bir tutkunun peşinden gider mi? Bak gidiyorum işte. Hâlâ onu arıyorum… Kafam karışık, canım yana yana gecenin bir yarısında bu bara geliyorum, ondan birini bulabilir miyim diye…”
İçindekiler
Önsöz Yerine ya da Aşk Rüzgârın Söylediği Bir Şarkıdır xi
Aşk Bir Mucizedir 1
Kâfi Delildir Aşk 13
Aşk Çözümsüz Bir Problemdir 25
Aşk Bir Cinayettir 35
Aşk B i r Düellodur 41
Aşk Bir Yanılsamadır 49
Aşk Bir özentidir! 63
Aşk Bir Ütopyadır 77
Aşk Köpekliktir 95
Önsöz Yerine ya da Aşk Rüzgârın Söylediği Bir Şarkıdır
Rüzgâr, sonbaharda hep aynı şarkıyı söyler. Pencerenin camlarında gezinen titreyiş, kasımpatıların gövdelerini okşayan fısıltı, karanlıkta gümüşi yaralar açan çığlık, yağmuru hızlandıran deli ıslık, yüzümüzde patlayan haykırış, denizi ürperten mırıltı, kaç renk, kaç çeşit, kaç ton sesi varsa, rüzgâr sonbaharda hep aynı şarkıyı söyler.
Buna şarkı demek de doğru değildir; çoğu zaman bir ağıttır. Güzelin kısacık ömrüne, gidenin çekiciliğine, sevgilinin hayaline yakılmış bir ağıt. Her yıl tekrarlanmasına rağmen yıpranmamış, dipdiri kalmış, hüznünü zerrece yitirmemiş bir ağıt…
Aslında hikayenin başlangıcı sonbahar değil, bahardır. Bulutlar yükselip güneş cömertleşince, tomurcuklar belirginleşip yapraklar seçilince rüzgâr âşık olur. Birden değil, sanki çok eski, çok derin, hep var olan bir şeyi anımsar gibi ağır ağır âşık olur, usulca, sindire sindire. Tanıdık, bildik, hep gözünün önünde olanın kadim güzelliğini yeniden keşfeder gibi. Hayır, rüzgâr hemen şarkıya başlamaz, sadece âşık olur. Belki size şaşırtıcı gelecek, rüzgâr çiçeklere değil, yapraklara âşık olur. Evet, ağaçları güzel kılan, kuru dalları yeşile çevirip güneşte gümüşbalıkları gibi kımıl kımıl kıpırdanan yapraklara… Çiçekler mi? Nedendir bilinmez, rüzgâr, çiçekleri yaşamı boğacak kadar süslü ve züppe bulur. Biz insanların hayranlıkla baktığımız, kokladığımız, sevdiklerimize en değerli armağanlar olarak götürdüğümüz çiçekler onu çekmez, cezbetmez. Onlara dokunmayı, onlarla sevişmeyi doyurucu bulmaz. Rüzgâr olmanın verdiği bilgelikle kavramıştır bunu. Belki de yaprakların engin gönüllülüğü çeker onu… Neyse işte, rüzgâr yaprakları sever. Dünya kurulalı beri bu sevdadan vazgeçmediğine göre de çektikleri ona yetmemiş, bu aşk onu doyurmamıştır. Bu her zaman dile getirilmese de böyle bilinir, böyle kabul edilir.
Gelmiş geçmiş bahar yağmurları, yaz sıcakları bu sevdanın tanığıdır. Rüzgârın sevgisini göstermesi için yapraklara ihtiyacı vardır… Sadece sevgisini göstermek için mi? Şiddetini, acımasızlığını, öfkesini göstermek için de… Zavallı yapraklar bu delişmen âşığın her halini, hiç seslerini çıkarmadan, vefakâr bir sevgili gibi çeker.
Hayır, rüzgârın dilinde her mevsim aynı şarkı yoktur. Baharda umutlu bir âşık gibi bağıra çağıra dolaşır, yaza doğru uzun sevişmelerin yorgunluğu belirmeye başlar, büyülü bir doygunluk sarar bedenini; tatlı bir sarhoş mırıltısıyla sürüklenir kentlerin sokaklarında, bozkırın ıssızlığında, dağların koyaklarında, denizlerin maviliğinde… Derken bir sabah soğuğu hisseder. Gerçek, sulusepken bir yağmurla büyülü rüyasından uyandırır onu. Birden olacakları anlar; eli ayağı tutulur, ne yapacağını bilemez…
Olan olmuştur işte; güneş çekilmiş, karnı kara bulutlar kötü olayların habercisi gibi çökmüştür toprağın üzerine. Her sonbahar yaşanan yeniden yaşanacaktır. Rüzgâr, belki de farkına varmadan başlar hüzünlü ezgisine. Önce belli belirsiz, adeta fısıldar gibi, sonra iç çekerek, sonra öfkelenerek, en son da haykırarak söyler şarkısını.
Yapraklar, rüzgârın ezgisini duymadan dökülmezler; hava ne kadar soğuk olursa olsun, yağmur ne kadar şiddetli yağarsa yağsın, onların tutundukları dallardan kopmaları için rüzgârın şarkısını duymaları gerekir. Tuhaf bir paradokstur yaşanan. Rüzgâr, yaprakların döküleceğini bildiği için şarkısına başlamıştır. Yapraklarsa döküleceklerinden habersiz, rüzgârın ağıda benzer şarkısını duyunca dayanamayıp bırakmışlardır kendilerini aşağıya.
Rüzgâr elinden gelse, tükürüp atacaktır dilinden bu acı şarkıyı, çekip gidecektir buralardan. Ama bunu, bugüne kadar başaramamıştır. Bundan sonra başaracağı da kuşkuludur.
Bir an, sadece bir an umutlanır rüzgâr. Ağıdı bırakır, damarlarında gizlenen çürümeye rağmen güzelliğini koruyan yerdeki yaprakları canlandırmak ister. Bütün bedeniyle dokunur onlara; bu dokunuş öyle yumuşak, öyle kırık dökük, Öyle çaresizdir ki, ağaçlarda kalan yaprakların da aklını çeler, onlar da kaldırıp atarlar kendilerini rüzgârın kollarına. Artık nemli toprağın üzerinde ölümcül bir dans başlamıştır. Tan doğumundan öğle ortasına, ikindiden akşam alacasına, gece karanlığına, son yaprak dökülünceye kadar sürecek bir dans.
Düşen mutlu düşer, ne de olsa son nefesini sevdiğinin kollarında vermiştir. Yaşayana ise çıldırmak kalır. Yapraklarını koruyamadıkları için ağaçları kökünden söker, duyarsız sokaklarda naralar atarak dev binalara saldırır. Takati tükeninceye kadar kendini granit dağlara, buzdan denizlere, sisli ovalara, derin göllere çarpar. Sonra… Sonra birden rüzgârın içi boşalır, soluğu kesilir, gökyüzü ile toprağın arasında öylece durur. Ne yapraklara dokunacak gücü kalır, ne şarkısını sürdürecek inadı. Rüzgâr, tıpkı bir insan gibi aniden oluverir.
Aşk Bir Mucizedir
O hep akşamüstü gelirdi. Güneş batmamışken, sokaklar kül rengi bir ışıkla yıkanmamış, odamın ışıklan henüz yanmamışken. Büromun önündeki iki yanı fundalıktı dar yoldan geçerek aşağıdaki işlek caddeye yürürdü. Ben pencerenin önünde durur, perdenin arasından, soluğumu tutarak izlerdim yürüyüşünü. Her akşamüstü… Gerekirse en önemli görüşmelerimi bile iptal ederek…
Bu halime bakıp romantik biri olduğumu sanmayın, ilgisi yok, son derece mantıklı, duygularından çok düşünceleriyle hareket eden bir adamım. Hatta lise yıllarında birçok arkadaşım. kendilerini aşkın hülyalı dünyasına kaptırıp sevgilileriyle buluşmak için okulu kırarken, ben bir gün bile devamsızlık etmeden, sayfası sayfasına derslerimi takip ederdim. O dönem platonik aşklar yaşadığımı inkâr edecek değilim ama kendimi hiçbir zaman bu türden havailiklere kaptırmadım, sorumluluklarımı hiç aksatmadım. Kazandığım ne varsa kendi aklımla, kendi emeğimle oluşturduğumu söyleyebilirim. Şirketimin başarısını, evliliğimin bunca yıldır sürüyor olmasını da akılcı davranışlarıma borçluyum. Evliliğimizin, karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı, dengeli bir ilişki olmasında, kuşkusuz eşimin rolü de var. Onun anlayışlı bir insan olmasını, bana karşı ilgisini hiç yitirmeyişini, çocuğumuza karşı sorumluluklarını büyük bir istekle yerine getirmesini takdir etmiyor değilim. Ancak birlikteliğimizin bu denli uzun ömürlü olmasında daha çok benim inceden inceye mantık süzgecinden geçirilmiş davranışlarımın belirleyici olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Böbürleniyormuşum gibi gelebilir ama inanın öyle. Daha doğrusu, öyleydi. Bir zamanlar böyle davranmış olmakla gurur duyardım… Bir zamanlar… Şimdi o günleri özlüyorum. Aklımın gündüzleri işimle, geceleri eşim ve oğlumla dolu olduğu, sıradan, basit, huzurlu günleri. Ne yazık ki o huzur dolu, sakin günler çok gerilerde kaldı. Onu gördüğüm andan itibaren yaşamım altüst oldu. Hem de ne altüst oluş. Bu öyle bir şey ki… Nasıl anlatsam’ Bu. birbirine benzeyen günlerin içinden ansızın çıkıveren bir rüzgârın her şeyi değiştireceğine inanmak gibi: bu, yağmurun yumuşak yeşilini, çiçeklerin kırılganlığını, baharın kışkırtıcılığını yeniden hissetmek gibi… Yani anlatmak zor, ama yeniden gençleşmek, bir daha yaşayamam diye düşündüğün duyguların birdenbire uyanıp seni ayağa kaldırması gibi… Bakın, şiir yazar gibi anlatıyorum. Bir mantık abidesi olan ben, bu yaşımdan sonra romantikleşmeye çalışıyorum. Biliyorum, komik oluyorum ama içimden böyle yapmak geliyor.
Oysa onu ilk fark ettiğim gün. aklım oğlumun yabancı dil öğrenme işiyle meşguldü. Bir baba olarak oğlumun en iyi eğitimi almasını istiyordum. Çok zengin biri sayılmam ama halimiz vaktimiz yerinde çok şükür. Galiba en iyisi, özel okullardan birine yazdırmaktı çocuğu. Gerçi bazı arkadaşlarım, bu okulların birer para tuzağı olduğunu, kaliteli eğitim veren Anadolu liselerinden birini tercih etmemin daha doğru olacağını söylüyorlardı ama… Başka seçenek de yok gibiydi. Bunları düşünerek ofisimde geziniyordum ki, canım sıkıldı, perdeyi aralayıp dışarıya bakmak istedim. Baktığım anda da onu gördüm. Sırtında bej rengi bir pardösü vardı, omuzlarına düşen açık kumral saçları rüzgârda belli belirsiz kıpırdanıyordu. Önümden hızla akıp gitti. Onu görür görmez bir yerlerden daha önce tanıştığımızı anladım. Oysa kısa bir süreliğine, üstelik sadece arkadan görmüştüm. Hatırlamaya çalışarak öylece baktım…
Yine de ilk görüşümde onu çok önemsediğimi söyleyemem, Ama iki gün sonra aynı saatlerde yine penceremin önünden geçince, ertesi gün de bunu tekrarlayınca, onu daha yakından izlemeye başladım. Omuzlarının hafifçe sarsılışı. Saçlarının yumuşak kumrallığı, pardösüsünün altında belli belirsiz devinen kalçaları… Evet, onu daha önce görmüştüm, bundan emindim. Ama ne zaman, nerede, çıkaramıyordum. Dördüncü görüşümde anımsadım: inanılmaz şey. onu düşümde görmüştüm.
Evet, onu yıllar önce düşümde görmüştüm. Evleneceğim günden bir önceki geceydi. Belki de bu yüzden hiç unutamamışım. Düşümde, dalgalı bir denize bakan bir gül bahçesindeydim. Bahçe dediğime bakıp da. içinde tek katlı evlerin yükseldiği birkaç gül fidesiyle süslenen kıytırık yeşillikler gülmesin gözünüzün önüne. Düşümde gördüğüm yer. adeta Kabil’in Asma Bahçeleri gibiydi. Evet evet, yanlış duymadınız, asma bahçe dedim. Rüyasını gördüğüm o muhteşem arazi tam on iki asma bahçeden oluşuyordu. Her bahçede farklı renkte güller ekilmişti: beyaz, sarı, açık san. turuncu, yavruağzı, pembe, kırmızı, mor, hatta siyah güller… O. mor güllerin arasındaydı; ayakta durmuş, denize bakıyordu. Uzun boyluydu. sırtında tıpkı ofisimin önünden geçen kadınınki gibi bej rengi bir pardösü vardı, açık kumral saçları omzuna dökülüyordu. Sessizce ona yürüdüm. Yürümek değil de sanki uçtum. Çünkü ayaklanın yere basmıyor gibiydi. Yine de beni hissetmiş olmalı ki döndü. Yüzü, ilgi duyduğum, sevdiğim, âşık olduğum ve ömrümün geri kalanında da ilgi duyacağım, seveceğim, âşık olacağım kadınların yüzlerine benziyordu. Bu benzerlik beni hiç şaşırtmadı. Biliyorum, gerçek yaşamda böyle bir yüz göremezsiniz ama düşte her şey olanaklıydı. Uğruna acı çektiğim, yalan söylediğim, ihanet ettiğim, sırlarımı paylaştığım bütün kadınların birleşiminden oluşan bir varlık duruyordu karşımda. Yeşil, kahverengi, mavi, siyah, bal rengi gözler şefkatle, kıskançlıkla, sevgiyle, düşmanlıkla, aşkla bakıyordu bana. Tatlı bir baş dönmesi hissettim: gözlerine biraz daha baksam düşecektim. Düşmemek için bedenine tutundum, dudakları dudaklarımın hizasındaydı. Yarı aralıktı, arasında durduğu güller gibi mor renkli bir rujla boyanmıştı. Uzandım, gül yaprakları gibi narin dudaklarına dudaklarımla dokundum. Amansız bir gül kokusuyla sarmalandım.
Öpüşmenin tadını bilecek kadar çok kadınla tanışmıştım; ince, dolgun dudaklılar, çilek ya da kara üzüm renginde olanlar, ağzınızın içinde hoş bir koku bırakanlar; sanki acıtmaktan korkarmışçasına dokunanlar ve aklıma gelmeyen daha niceleri, ama hiç duraksamadan söyleyebilirim ki, bu öpüşme o ana kadar yaşadıklarımın hiçbirine benzemiyordu. Hemen hınzırca gülümsemeyin; sözünü ettiğim baştan çıkarıcı bir cinsel duygu değil. Bilinen anlamdaki cinsellikten çok uzak bir şey. Dolgun, mor dudakları ağzımın içinde yabani bir dut gibi erimeye başlayıp da bu sıvı kanıma karışınca, ruhumun arınmaya, bedenimin yenilenmeye başladığını hissettim. Yüklerimden kurtulmuş gibiydim. Aşağıda çılgınca dalgalanan denizle, bu dingin bahçeyle, rengârenk güllerle, kollarımın arasındaki kadınla özdeşleşiyordum. Mutlak mutluluk, kesin huzur, saf masumiyet, hem zevk, hem dinginlik; hepsini aynı anda hissedebiliyordum, inanın abartmıyorum, yaşadığım, tanrıların insanlara vaat ettikleri türden bir zevk ti; bedenin doyumu ile ruhun doyumunun buluştuğu an…
Ama düşlerin de yaşam gibi bir sonu vardı. En güzel yerinde annemin sesiyle uyandım. Annemin sesi hiç bu kadar çirkin gelmemişti bana. Ne diyorum, farkında mısınız? Sevgili annemin sesini çirkin bulduğumu söylüyorum. Yalnızca o gerçek olmayan, bir yanılsamadan ibaret olan rüyamı böldüğü için. Neyse… Annemin sesiyle uyandım. Şaşkınlıkla gözlerimi açtım. Neler yitirdiğimin ayrımına varır varmaz, yeniden kapadım. Boşuna… Gözkapaklarımın altında simsiyah boşluktan başka bir görüntü yoktu. Başımı yastığın altına gömdüm, ne çare ki o büyülü rüya geri dönmüyordu. Zaten başucumda dikilen annemin de yeniden uyumama fırsat vereceği yoktu.
Daha sonra sık sık bu düşü anımsadığım oldu; gül bahçesindeki o kumral kadın gözümün önüne her geldiğinde içimde taptaze, umut dolu bir şeyler kıpırdıyordu. Ama yaşam belleğimizdeki anıları silmekte çok ustaydı, giderek izler zayıflamaya başladı, bu düşü daha az anımsar oldum. Ta ki penceremin önünden geçen bu kadını görünceye kadar.
Bu kadın, düşümdeki kadın mıydı? Olamayacağını biliyordum, düşünmek bile saçmaydı ama inanmak güzeldi. Üstelik böyle düşünmeye ihtiyacım vardı. Çünkü onu fark ettiğim andan beri yaşamım anlam kazanmaya başlamıştı. Günlerim onu beklemenin heyecanıyla geçiyordu. Onun geleceği saatlerde sekreterime telefon bağlamamasını söylüyor, hatta çoğu zaman, onu erkenden evine yolluyordum. Sonra hazırlıklarımı yapıp nefesimi tutarak onun görünmesini bekliyordum. O fundalıklı yolda belirince de, omuzlarına dökülen saçlarını, bedeninin hafifçe sarsılışını, kendinden emin yürüyüşünü keyifle izliyordum. Bir dakika bile sürmüyordu bu. Ama o saniyelerin her biri benim için nasıl büyük bir mutluluktu, nasıl büyük bir heyecandı, anlatamam, Ama gitgide bu saniyeler yetmemeye başladı. Onu böyle uzaktan, üstelik yüzünü bile görmeden izlemek artık acı veriyordu.
Onun yüzüne bakmalı, kokusunu duymalı, sesini işitmeliydim. Bütün benliğimle bunu istiyordum, öte yandan içimde bir korku taşımıyor da değildim. Ya yüzünü gördüğümde, sesini duyduğumda, kokusunu hissettiğimde onun düşlerimdeki kadın olmadığını anlarsam!.. Bu korkunç bir yıkım olurdu benim için. Şimdi, bir yanılsama da olsa, onu uzaktan izlemek beni mutlu ediyordu. Ya gerçek bunu bozarsa? Ama onu bu pencerenin arkasından seyretmek de yetmiyordu işte. Kendi kendimle didişmelerle geçen uzun günlerin ardından sonunda onunla konuşmaya karar verdim.
O gün sekreterimi mesai bitiminden çok önce yolladım. Kendime çekidüzen verdim. Yapacağım konuşmayı defalarca aklımdan geçirdim. Sonra pencerenin önüne geçerek heyecanla beklemeye başladım. Sonunda fundalıklı yolda göründü. Onu görür görmez elim ayağım titremeye başladı. O gün her zamankinden daha çok heyecanlanmıştım. Bir an vazgeçmeyi bile düşündüm. Ama sonra bunun doğru olmadığına karar vererek dışarı çıktım. Heyecanımı denetlemeye çalışarak yaklaştım. Birkaç adım sonra omuzlarımız aynı hizaya gelmişti. Biraz daha yan yana yürürsek onu ürkütebilirdim. Sesimi olabildiğince yumuşatarak, “Affedersiniz,” dedim.
O bana doğru dönerken boğazım kurumuş, bedenim rüzgâra tutulmuş bir yaprak gibi sallanıyordu. Gerçekten de düşümdeki kadın mı çıkacaktı karşıma? Döndü. Hayır, düşümdeki gibi değildi, bu kadının bir yüzü vardı. Hem de çok güzel bir yüzü. Ela gözleri tuhaf bir ışıltıyla yanıyor, insana cesaret veren, ılık bir gülümseyiş dudaklarını süslüyordu.
“Affedersiniz, diye tekrarladım.
….