Roman (Yabancı)

Aşk Sarmalı

ask sarmali 5ed4326a78f8eKARANLIK BİR ARZU NE ZAMAN KARŞI KONULAMAZ HALE GELİR?

Zoe Armstrong son derece güzel, çekici ve zengin olmasına rağmen evlenilmesi mümkün olmayan bir kadındır. Gerçek aşktan doğacak bir evliliğin imkânsız olduğunu düşündüğü için sosyetenin emsalsiz flört düşkünü ve baş belası olma rolünü kabullenmiştir. Sosyetenin en parlak mücevherlerinden olsa da eş seçimi Londra’nın en berbat servet avcılarından oluşan bir listeden ibaretmiş gibi görünmektedir. Fakat duygusallığı yüzünden pervasızca davranınca tüm işler değişecektir…

Mercer Markisi Stuart Rowland, Zoe’nin çocukluktan beri geniş ailesinin bir parçası olmuştur. Zoe ne kadar hayat doluysa, o kadar asık suratlı olan Mercer ikisinden daha kötü bir çift olamayacağını düşünmektedir… Ta ki hayırsız kardeşi Robert kimsenin aklına gelmeyecek bir şey yapıp Zoe’yle nişanlanana kadar. Bir skandaldan ve sosyetenin meraklı gözlerinden kaçabilmek için Mercer’ın taşradaki büyük malikânesine gelen Zoe ile Mercer karanlık arzularının artık reddedemedikleri, fırtınalı bir tutkuya dönüştüğünü fark edecektir.

“Liz Carlyle, öykülerine bir ustanın hüneriyle tutku ve entrika dokuyor.”
New York Times bestseller yazarı Karen Robards

***

Giriş

BÜYÜK VE ŞAŞIRTICI OLAYLAR BAŞLIYOR

Ufak bir kız olmasına rağmen herkesten farklı olduğunu biliyordu. Soylular ve diğerleri -çok alt tabakadakiler- olarak ayrılan bir dünyada ne üst ne de alt tabakada yer alıyordu. Burnu soğuk bir pencere camına dayalı, fısıltılar ve yan bakışlarla çevrili bir dünyada yaşıyordu.

İlk hayallerinde prenses değil, kar beyaz önlüğü, ince yünden uzun gri elbisesi ve kolalı başlığıyla bir hizmetçiydi. Mutfak masasında arabacının kart oyunlarına kahkahalarla güler, diğerleriyle dirsek dirseğe çayını içer, kızarmış ekmeğini yerdi. Oda hizmetçileriyle kurdelelerini değiştirir, dedikodu yapar, günün yarısını uşakla dolaşarak geçirirdi. O “diğerleri” denilenlerdendi. Kendisini bir yerlere ait hissediyordu.

Ancak penceresinden dışarıdaki dünyayı gözetleyecek kadar boyu uzadığı zaman, okumayı öğrenmesi gerektiğine karar verildi. Böylece hayallerin genelde gerçek olamadığını anlayacaktı. Büyük ve şaşırtıcı bir şey olmadıkça -ki bu hiçbir zaman olmuyor gibiydi- evrende başka hiç kimsenin kaderine yazılmamış gibi görünen o boşluğun içinde sonsuza dek kalacaktı. Nadir de olsa şehre götürüldüğü ya da babasının, Londra’nın genelevlerinde ve karanlık sokaklarında tekrar kaybolmadan önce onu dizinde hoplattığı zamanlar dışında şirret dadısının gözetimi altında, ışık ve sıcaklıktan yoksun bir evde yaşamıştı.

İşte bu kız, bir kalbi olduğunu bile tam olarak bilmediği o senelerde yüreğini katılaştırmaya başladı. Ailesine dair fısıltılarla hatta kimi zaman atılan kahkahalarla başa çıkmayı öğrendi. Fakat oyunlar oynanabilecek yemyeşil ve kocaman bir yeşilliğin olduğu ve bulutların mavi gökyüzünde hızla ilerlediği bugünkü gibi güzel günlerde, olanları düşünmemek için yemin ederdi.

“Zavallıcık. Annesi onu hiç istememiş.”

Her zamanki gibi merhametli görünen kelimeler, tepeden bakan kısık bir ses tonuyla esintide taşınıyor ve ardından kan emmek için dolanan bir sivrisinek gibi havada asılı kalıyordu.

Seslere kulağını tıkayıp küçük sivri çenesini geri çekerek olduğundan daha da ufak görünmeye çalıştı. Gerçekten de çok ufaktı. Kuzeni Robin’in ısrarla örtünün üzerine dizdiği kırmızdı piyadelere dikkatini vermeye çalışarak birini seçip ufak adamı başka bir yere yerleştirdi.

“Kadın Fransızdı, değil mi? Metresi diyorum.”

“Biraz da İtalyan, dedi Cook. Çok da fena tavırları varmış.”

“Çocuğa da aynı huylar geçmiş işte, değil mi?”

Ardından kadınların kıkırdamaları duyuldu.

Elbette kızın kuzeni dedikoduların farkında değildi. Kızın piyadesini diğer tarafa çeken Robin, “Orası değil, seni ahmak,” diye söylendi. “Bu savaş düzenine, belli bir sebeple yanaşık düzen diyorlar, Zoe.”

Kız sıcak gözyaşlarını tutmak için gözlerini kırpıştırdı. Alt dudağını sarkıtarak, “Ama bu iki asker arkadaş oldu,” diye çıkıştı oğlana. “Bizim gibi. Asla ayrılmamalılar.”

Robin dirseklerine dayanıp yukarı doğru baktı. Saçları rüzgârda dalgalanıyordu. “Bu bir savaş, Zoe. Oyuncak bebeklerin çay partisi değil.”

“Şimdi de başka bir kadına kur yapıyor. Kötü kalpli şeytan.”

“Rannoch mu? Ciddi olamazsın!”

“Kadın çocuklarını da getirecek diyorlar. Bence adamın gayrimeşru çocuğunu kabul etmez.”

Zoe, hizmetçilere bakmamaya çalıştı. ‘Tamam, Robin!” diye homurdandı. “Haydi, Brook Sokağı’na dönüp Arabella’nın bebekleriyle oynayalım.”

“Sus, Zoe!” diyerek ağabeyine endişeyle baktı Robin. Genç Mercer Markisi birkaç erkek arkadaşıyla kriket oynayarak vakit geçiriyordu. Uzun bacakları kendisini çimenlerin üzerinde zarafetle taşıyordu. Robin bakışlarını örtüye çevirerek, “Zoe, ona oyuncaklardan bahsedecek olursan, yemin ederim ki…” diye fısıldadı.

“Bir şey anlatmayacağım seni koca bebek!” diye haykırdı Zoe. “Söz vermiştim, değil mi?”

“Bayan Armstrong!” Oturduğu banktan hafifçe doğrulan Bayan Smith’in ses tonu sertti. “Eğer ikiniz yine kavga edecekseniz, gideceğiz.”

Zoe onu görmezlikten geldi. Kollarını göğsünde kenetleyerek, “Robin, bazen huysuz oluyorsun,” diye homurdandı.

Robin, “Hayır, huysuz değilim, bunu biliyorsun,” diyerek birkaç askeri daha örtüye gürültüyle attı. Green Park’ın düzlüklerinde ışıldayan yaz güneşinde koyu renk saçları maun renginde parlıyordu. “İşte,” dedi yatıştırıcı bir sesle. “Yeni yanaşık düzenini kendin oluştur, seni ahmak. Hayır, Yeşil Ceketli’yi geri koy. Bu 28. Gloucestershire Birliği, Zoe. Bırak, onları ayırmana yardım edeyim.”

Yeşil askerleri kırmızılardan ayırmaya başladığında, Bayan Smith burnundan soluyarak kız kardeşinin yanına oturdu. Bayan Smith ve Zoe son birkaç aydır, iki haftada bir alışveriş yapıp Zoe’nin kuzenleriyle ilişkilerini güçlendirmek için nehri geçerek Richmond’dan Londra’ya seyahat ediyorlardı. Ama asıl gerçek Bayan Smith’in kız kardeşi Bayan Ogle ile buluşarak işverenlerini yerip içinde bulundukları durumdan şikâyet etme fırsatı bulmak istemesiydi.

Robin yeni bir askerî düzen oluştururken fısıldaşmalar yeniden başladı.

“En azından adam çocuğu evine aldı. Yiğidi öldür hakkını ver.”

“Her şeye rağmen, bir eş alması… Beni dinle, Jane. Bu çok fazla!”

“Ve şaşırtıcı!”

“Evet. Her şey değişecek ama iyi yönde değil.”

Elinde olmayarak Zoe yumruklarını savurdu. 28. Gloucestershire Birliği çimenlere, örtüden öteye savruldu. Hatta bir tanesi Bayan Smith’in gözlüğüne çarptı.

“Bu kadar yeter, Zoe! Kendine gel, küçük hanım!” Dadı hızla ayağa kalkıp onu karga tulumba örtüden kaldırdı. “Arsızlığına bu kadar dayandığım yeter.”

“Ah, dur!” Acı Zoe’nin omzuna dek ulaştı. “Canım yanıyor!”

Lord Mercer neredeyse tehditkârca salladığı kriket sopasıyla onlara doğru geldi. Sesi keskindi. “Zoe?”

Bayan Smith hemencecik Zoe’nin kolunu bırakarak örtünün üstünden geçti. Mercer’a temkinli bir bakış attıktan sonra aniden, “Lord Robert, oyuncaklarınızı toplayın. Bayan Armstrong eve dönüp dikbaşlılığını kontrol etmeyi öğrenecek,” dedi.

Mercer, çimenin üzerindeki askeri sakince aldı ve Zoe’ye dönerek diz çöktü. “İşte, Barut Fıçısı,” diyerek kızın burnuna hafifçe dokundu. “Hanımefendiler oyuncaklarını fırlatmazlar. Ama sen bunu zaten biliyorsun, değil mi?”

Bakışlarını kaçıran Zoe, alt dudağını sarkıtıp omuzlarını silkerek askeri aldı.

Mercer, kızın gözlerine ciddiyetle bakarak başparmağıyla onun çenesine dokundu. “Uslu olmaya çalış, seni cadı,” diye homurdandı. “Ben de babaya sorayım, şey hakkında…” Bayan Smith’e bir bakış attı. “Benim için uslu durur musun? Sadece kısa bir süre için?”

Zoe utangaç bir şekilde başını salladı. Robin’in ağabeyine ne söyleyeceğini hiçbir zaman bilemezdi. Çok büyükmüş gibi görünüyordu. Hem de iriydi. Ancak Mercer’ın geri çekilmesiyle daha da uzun bir gölge örtünün üzerine düştü.

“Bu da ne?” dedi derin, kibar bir ses. “Neler oluyor?”

Zoe, rahip gibi simsiyah giyinmiş fakat bir asker edasıyla duran bu geniş omuzlu, yakışıklı adama baktı.

“Bay Amherst,” dedi Bayan Smith reverans yaparak. “Yine Zoe işte. Lord Robert’ın oyuncaklarını fırlattı.”

“Öyleyse Robin onu kışkırtmıştır.” dedi Robin’in üvey babası olan Bay Amherst. Gülümseyerek eğilip Zoe’nin çenesinden makas aldı. Gür, altın rengi saçları rüzgârda dalgalanıyordu. “Sevgili çocuğum, günbegün daha güzelleştiğini söylemiş miydim sana? Bahse girerim birkaç yıl sonra yürekleri yakmaya başlayacaksın.” Doğrulduğunda elini Robin’in başına koydu. “Haydi, toparlan oğlum. Bizi evde çaya bekliyorlar, Zoe’nin de yolu uzun.”

Lord Robert oyuncaklarını isteksizce çantaya doldurdu ve üvey babasının elini tuttu. Etrafa son defa veda ettikten sonra gözlerini Zoe’den ayırmadan dikkatlice bakan Mercer’a doğru yürüdüler. Neredeyse isteksizce kriket sopasını omzuna atıp elini Zoe’ye doğru kaldırıp ardından üvey babasının önünden yürümeye koyuldu.

Zoe kıskanarak arkalarından baktı ve onları Brook Sokağı’ndaki evde çörek, bisküvi ve sıcacık kucaklamalarla bekleyen annelerini düşündü.

Zoe, eğer şansı varsa uşak MacLeod ile çay içerdi. Babası Rannoch Markisi hiç evde olmazdı. Şimdi de eğer Bayan Smith doğru söylüyorsa babası evlenebilirdi. Zoe de en korkunç yaratığa, bir üvey anneye sahip olacaktı. Bu dadısı olan Bayan Smith’ten daha kötü bir şeydi. Hâlâ dudağı sarkık duran Zoe, örtüden çimenleri silkeleyen iki kız kardeşe bakmak için döndü.

Özellikle birine söylemeksizin Zoe, “Büyüdüğümde Mercer’la evlenip Brook Sokağı’nda yaşayacağım,” dedi.

Bayan Ogle coşkulu bir kahkaha attı. Örtüdeki son kırışıklığı düzelterek, “Bundan şüpheliyim Bayan Armstrong,” dedi. “Zaten onlar senin uzaktan akrabaların, Lord Mercer ve Lord Robert. Ve toplumda biraz farklı bir konumdalar.”

“Evet, oldukça farklı,” dedi Bayan Smith soğuk bir şekilde. “Kuzenlerin, üst sınıflardan, uygun tarzda yetiştirilmiş hanımefendilerle evlenecekler. Ailenin sana karşı merhametten başka bir şey hissettiğini sanarak kendini utandırma çocuğum.”

Zoe, örtüyü katlayıp hasır sepete koyan iki kadını izledi ve içinde o aşina olduğu eski burukluğun yükseldiğini hissetti. Bayan Smith ve Oglethorpe’tan nefret ediyordu. Ona bu şekilde hissettirdikleri ve söyledikleri şeydeki gerçeklikten nefret ediyordu.

Bayan Smith’in “doğumundaki şanssızlık” diye adlandırdığı meseleyi ima ettiklerini biliyordu. Zoe bunun tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyordu fakat iyi bir şey olmadığının farkındaydı. Kendisi de iyi değildi. Ve kişi ne kadar uğraşırsa uğraşsın iyi olamayacaksa o zaman belki de kötü olmaktan zevk alınabileceği düşüncesi aklında yer etmeye başlıyordu.

Gerçekten büyük ve şaşırtıcı!

Birinci Bölüm

VİKONTES ELİNE ÇOK GÜVENİYOR

Kart masasındaki derin sessizliği bölen tek şey bir zamanlar şık bir balo salonu olan odanın arkalarında bir yerde duran rulet tekerinden gelen tıkırtılardı. Yirmi yıl önce tuğla malikâneyi inşa eden tüccarın ironik bir şekilde kart oyunundan iflas etmesinin üzerinden uzun zaman geçmişti. Duman kaplı oyun cehenneminde, tüccarın eskiden yemek masası olan bu masada şimdi herkes nefesini tutmuştu.

Korsesinin altında inip kalkan fildişi rengi göğüslerinin kabarıklığıyla Lufton’s’taki krupiye maun rengi masaya eğilmişti. Son kart Bayan Wingate’in ince parmaklarından, suya indikten sonra yavaş yavaş çürüyecek olan bir sonbahar yaprağının yere doğru süzülüşünü andırarak masaya düştü.

Kupa ası.

Tutulan nefesler gürültüyle bırakıldı ve ardından tereddütlü bir alkış koptu.

“İyi oyundu, Lordum!” Bayan Wingate beşinci kez kumarla kazandığı paraları Mercer Markisi’ne doğru itti. “Şansınızı tekrar deneyecek misiniz?”

Başıyla soğuk bir şekilde onayladıktan sonra Marki sandalyesine rahatça yerleşti. Uzandığı gümüş puro kutusu lambanın altında parıldadı. Arkasında duran Mercer’ın metresi endişeyle omzuna elini koydu. Onu görmezden gelen Mercer bir puro yaktı ve havada hızla çoğalan umutsuzluk kokusunu aldığı için gözlerini karşısındaki adama dikti. Geçen üç saatte Thurburn’ü köşeye sıkıştırmaya çalışmıştı ama şimdi gün doğarken gerilimin izleri ortaya çıkıyordu.

Bayan Wingate kâğıtları dağıttı. Mercer’a orta halli kartlar gelmişti ve diğer üç beyefendi kartlarını çekerken uzun bir duman üfleyerek beklemede kalmayı seçti. Ufak bir ter damlasının aşağıya süzülüp Thurburn’ün sol kaşına akmasını dikkatle izledi. Bayan Wingate bir kız açtı ve beyefendi homurtuyla sandalyesine yaslandı. “Ben yokum.”

“Ah, şansın da yok moruk!” Thurburn’ün yanında oturan Albay Andrews hafifçe sırıttı. “Kısa süre içinde geri gelse iyi olurdu, değil mi?”

Sonunda geri kalan oyunculara Mercer’dan daha iyi eller gelmedi. Bayan Wingate keyifle gülümsedi. Kasada bir çift dokuz ve bir ikili vardı. Mercer başını öne eğdi. “Madam, sizi tebrik ederiz.”

Gerilim aniden dağıldı. Thurburn Lufton’s’ın kaliteli konyağından kalanı kafasına dikip bardağını ileri doğru itti. “Saat geç oldu,” derken onu sadece titreyen elleri ele veriyordu. “Beyefendiler, sizlere iyi geceler dilerim.”

Aslında ilerleyen saat önemli değildi. Thurburn ve ekibi Lufton’s’ın müdavimiydiler ve onları kumar masalarından gün ağarmadan önce ancak umutsuzlukları kaldırabilirdi. Adam iflasın kıyısında dolaşıyordu ki bu da Mercer’ın amacına gerçekten uygundu.

Thurburn ve beraberindekilerin gülüşmeleri ve alayları arasında Mercer bir parmağını kaldırdı. Aşağılamalar son bularak Thurburn’ün gözleri umutla ışıldadı. “Evet?”

“Fark ettim ki çıkmak üzeresin,” dedi Mercer alçak bir sesle. “Merak ediyorum, gitmeden önce ufak, özel bir bahse ikna olur musun acaba?”

Bakışları şüpheciydi. Thurburn tereddüt etti. “Aklında ne var, Mercer?”

Marki çok sıkılmış gibi rol yapıyordu ki bu iyi bir becerisiydi. “Sanırım sende Chéraute Vikontesi’ne ait olan bir eşya var. Akşama doğru ondan kazandığın hani.”

Arkasında duran Claire, Mercer’ın omzunu hafifçe sıktı. Thurburn’ün gözlerinde korkuya benzer bir şeyler belirip kayboldu. “El adilce oynandı, efendim.”

Marki soğukça, “Şüphesiz,” dedi.

Thurburn bakışını Claire’e çevirdi. Yüzünde ekşi bir gülümseme vardı. “Ah, onu geri istiyor, değil mi?”

Mercer kaşını kaldırıp omzundan arkasına baktı. “Madam, ne arzu edersiniz?”

Claire omuz silkti. “Alors la, o önemsiz bir şey,” dedi kibirle. “Ama oui, sen bunun için oynamak istiyorsan neden olmasın.”

O oynamak isterse mi?

Mercer onun elini omzundan itme isteğine karşı direndi. Clarie’in üzerinde gözyaşı izleri olan ve öpücüğüyle mühürlediği umutsuz mektubu Mayfair’deki evine geceyarısına doğru gönderilmişti. Tüm bunlar ona, Claire’in doğasında olan hilebazlığı ve kumara olan amansız düşkünlüğünü hatırlatmıştı.

Mercer ona gülümsemeye çalıştı. “Kimse seni böyle bir şeyden mahrum bırakmak istemez, sevgilim,” dedi. “Ne diyorsun, Thurburn? Bu gece kazandıklarımın çeyreğine karşılık bu kolye, olur mu? Tabii kazandığın takdirde arkadaşların masada kalman için ricada bulunacaktır. Bıktırıcı değil mi?”

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Veda Vakti Gelmeden

Editor

Günahkar

Editor

Karanlık Çökünce

Editor

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası