Rüzgarın soğuğu insanın tenini adeta ısırırken, genç kızın yüreği sevgilisinin ellerinde ısınıyordu. Berlin sokakları, uçuşan yapraklarla ve telaşla koşuşan insanlarla doluydu. Ece’nin telaşı, diğerleri gibi bastırması an meselesi olan sağanak yağmurdan kaçmak için değildi. Sevgilisinin elini çekiştirerek onu daha hızlı yürümeye zorladığında, aklındaki tek şey; annesinden önce eve varabilmekti. Böylece annesi Esma, ilişkilerinin başından beri hiç onaylamadığı erkek arkadaşı Tom’u görmemiş ve çıkması muhtemel bir tartışma önlenmiş olacaktı. Ece, sıkıca boynuna doladığı siyah atkıyı genişletip burnunu da içine yerleştirirken, annesine Tom’dan ilk bahsettiği günki kavgaları düştü aklına. Annesi her zaman ki gibi, önce konuya Ece’nin yaşının aşk maceraları yaşamak için çok küçük olduğuyla girmiş, on yedi yaşın en çok hata yapılan yaşlardan biri olduğunu vurgulamıştı. Dahası, yabancı uyruklu bir erkekle girilecek bir ilişkinin, istenmeyen noktalara varabileceğinin de altını çizmeyi kendine görev bilmişti. İşaret parmağını Ece’nin suratına doğru sallayıp “Sadece aşık olduğunu sanıyorsun.” diye fikrini belirtmeyi de ihmal etmemişti. Ece, ona henüz aşık olmadığını, an’ı yaşamaktan keyif aldığını söy-lediğindeyse, neredeyse ağzından köpükler saçmıştı.
“Anne, herkesin bir Mr.Darcy bulması mümkün değil.” diye itiraz etmişti Ece. Annesinin en iyi anlayacağı dili kullanarak, bir roman kahramanına-annesinin elinden hiç düşürmediği bir Jane Austen romanına- gönderme yaparak, kendini daha kolay ifade edeceğini sanmıştı ama annesinin öfkeli sözleri öyle olmadığını göstermişti.
“Ben zaten, ne Mr.Darcy’e, ne de aşka inanmıyorum. Yaşın olgunlaştığında, kendi kafana ve geleneklerine uyan birini nasıl olsa bulacaksın, acelen ne?” diye sormuştu annesi, sakin tavrını güçlükle koruyarak.
Ece, zihninde hala annesiyle tartışırken, Tom’un belini saran ellerinin soğukluğuyla bir anda kendine geldi.
Tom, uzun sarı saçlarının at kuyruğunu sağa sola savururken “Ne düşünüyorum biliyor musun, beni bugün annenle tanıştırmalısın.” diye önerdi.
“Bunun doğru bir zaman olduğunu sanmıyorum.” diye itiraz etti Ece.
Genç adam, yere yeni düşen bir yaprağı ayağıyla tekrar havalandırarak, ‘Sevgilimin doğum gününde yanında olamamamın nesi doğru peki?’ diye çıkıştı.
Ece, ela gözlerini devirip, ‘Yarın, seninle baş başa bir kutlama yaparız, söz.’ diyerek sevgilisinin gönlünü almaya çalıştı. Sonra evlerinin önüne geldiklerini fark etti ve kendini Tom’dan uzaklaştırıp, kıyafetlerine çeki düzen verdi. Genç adamı, dudağına kondurduğu alelacele bir öpücükle uğurladı.
Tom, belinden düşen kot pantolonunu iki eliyle çekiştirerek, ‘Yarın, bana doğru düzgün bir öpücük borçlusun.’ diye gülümsedi.
Ece cevap vermeden, evlerinin kapısını açmaya koyuldu ama telaştan anahtarları karıştırmıştı. Derin bir soluk alıp, annesinin ayak seslerini dinlemek için kulağını kapıya dayadığında içeriden gelen bir ses olmadığını fark etti, içi rahatladı. Kilidi sessizce çevirirken, ev telefonunun çalmasıyla olduğu yerde sıçradı. Telefonun yanına geldiğinde, tele sekreter özelliği çoktan devreye girmişti. Annesi, uçağının beş saat rötar yapacağını yeni öğrendiğini, geç kalacağı için çok üzgün olduğunu ve bir daha bu havayolu firmasıyla uçmayacağını belirten bir mesaj bırakıyordu. Ece, ahizeyi kaldırıp orada olduğunu söylemek istediyse de, sesinin gergin çıkabileceği endişesiyle vazgeçti. Ne zaman Esma’nın istemediği bir davranışta bulunsa, onu ele veren bir ses tonu vardı ve bu özel günde, annesiyle tartışmak istemiyordu. En iyisi onu beklerken, geceki kutlama için kilerden uygun bir şarap seçmekti. Kırmızı paltosunu çıkarıp, atkısını aceleyle askılığa yerleştirdikten sonra, evlerinin ikinci katındaki kilere doğru merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladı.
İki katlı evlerinin tavan arasındaki loş ışıklı kilerde, yıllarına göre sıralanmış şaraplardan, annesinin favorisi 1985 Fransız yapım Bordeaux marka Chataeu kırmızı şarabı arıyordu. O sırada gözüne, köşedeki kalın kolonun arkasına sıkışıp kalmış bir ahşap sandık çarptı. Sandığın kapağı aralık kalmıştı. Ece, ‘Annem yine ne bulduysa içine doldurmuş, kapağını da kapatamamış anlaşılan’ diye iç geçirdi. Annesi, dağınıklığa tahammül edemezdi. Temizlikçi kadın, haftada bir geliyordu ve büyük ihtimalle kileri temizlemeyi bu defa unutmuştu. Annesi bunu fark etmeden, Ece’nin sandığı kapatıp tozunu alması en iyisiydi. Yoksa zavallı temizlikçi Olga, annesinden epey azar işitecekti. Üstelik aralıklarla yağan kar, tavandan sızmayı başarırsa, sandıktaki her şey ıslanıp küflenebilirdi. Sandığın yanına gelip yere eğildiğinde, hiç de düşündüğü gibi olmadığını fark etti. Sandık, dolu bile değildi. İçinde sadece bir tane kitap vardı. Eline geçen tozlu kitap sayfalarının arasında rastladığı mektupla, iyice şaşkına dönmüştü üstelik. Bu mektup, annesinin el yazısını taşıyordu. Ama mektubu ne zaman ya da kime yazdığıyla ilgili hiçbir ipucu yoktu. Elinde tuttuğu, sayfaları okunmaktan değilse de kapalı kalmaktan aşınmış gibi duran kitabınsa, böylesi gizlenme gereği duyularak, tavan arasında, kir pas içindeki bir kutunun içinde saklanmasına hiç anlam verememişti. Annesi, kitaplara adeta tapardı. Kütüphanesinde, her bir kitabın tozunu her gün, kendi elleriyle alırdı. Yıpranan kapaklarını onarır, kopan sayfa varsa hemen yerine yapıştırırdı. Ama bu kitap, içinde bir mektup taşımasına rağmen, geçmişe gömülmek istercesine bir kenara atılmıştı. Ece, kitabın kapağını açınca, bunun yazarın imzasıyla birlikte annesine hediye edilen bir kitap olduğunu gördü. Ama kitabın iç kısmında, ne yayıneviyle ilgili bir yazı vardı, ne de kitabın nerede, kaç adet basıldığıyla ilgili bir ip ucu. Sadece koyu lacivert tonlarla yazılmış olan kitabın adı belirgindi. ‘Aysız Geceler’
Kitabı imzalayan kişi imzasının üzerindeki boşluğa yine el yazısıyla bir de not düşmüştü. “Sevgili Esma, sana bu kitabı, bir gün beni affedeceğini umarak gönderiyorum. Biliyorum, acı gerçekleri bir kitap düzeltemez ama, ona bir şans ver ve oku lütfen.” diye adeta yalvararak yazılmıştı not. İmza, tam okunmuyordu. Sadece notun başlangıcındaki ‘C’ harfi anlaşılırdı. Notu bir kenara bırakıp, annesinin mektubunu heyecanla okumaya başladı.
“Bu bir aşk hikayesi. Kırık, dökük… Kimi an soluk soluğa, kimi an inanılmayacak zorlukta. Sonu… Sonu başından belliydi işte. Sonunu bilerek, acısını hissederek kapılmaz mısınız siz hiç aşkın büyüsüne. Daha on yediydim ilk kez onu gördüğümde. On yedi yıla sığan kocaman hüzünlerim vardı, taşıması çocuk yüreğime ağır gelen kederlerim vardı. Umudun cılız ışığı beni terk edeli, hayal kurmayı da çocukça düşlere kapılmayı da bırakmıştım. Ona rastlayana kadar! Onun gözlerinde kendimi unutana kadar hayat kendi çizgisinde ilerliyordu. Oysa o çizginin dışındaydı, uzanıp dokunmak istedim ona. Ateşinin yüreğimi nasıl yakacağını bildiğim halde…
Hiç sonlanmayacak sandığım bir karanlığın içinden bakmıştım ilk ona. Zifiri karaltının içine sızan ilk ışıktı gözleri. Belki de bu yüzden o kadar tanıdıktı yüreğime. Kim bilir solgun bir günün ardından, ilk kadehi ellerimden yudumlayacaktı, bir gün, bir yerlerde. İçimde keşfedilmemiş yerlere değecekti usulca yüreği. Titreyecekti karanlığımın içinde ürkek bir mum gibi, ağır ağır aydınlatacaktı suskunluğumu. Kelimelerime yol gösterecekti o sessizlikte. Hayallerimi yerini unuttuğum o yerden geri çağıracaktı gözleri. Eskileri bir yana yığacaktı, kabullenerek. Ama yenilerini koyuverecekti avuçlarıma, isteyerek, umuda yol vererek.
Korkuyordum. Hiç böylesi kaybolmamıştım. Ve bulunmayı hiç bu kadar arzulamamıştım. Okyanusun dibindeki kadar ıssızdı yüreğim, bilmeyen için. Oysa ne hareketlidir, ne renklidir o derinlikler, bakmayı bilen için. Gözlerim kapalıydı, ruhum gibi. Yüreğim sürgündü, umudum gibi. Ve hepsi beraber o derinlikte, bir onun elinin değeceği o ıssız mavilikteydi.
Korkuyordum. Yeniden başlamaktan hiç böylesi korkmamıştım. Ve yeniden yol almayı hiç bu kadar arzulamamıştım. Gözleri, kutup yıldızımdı sanki, ne yöne baksam ona doğru esiyordu rüzgarım. Kapılıp gitmek çok kolaydı, kokusuna karışıp yok olmak da öyle. Susmayı bilirdim, alışkındı yüreğim sessiz kabullenişlere. Ama böylesi ilk oluyordu içimde. İlk kez sesim beni aşıp bir başkasının yüreğinde duyulmak için kanatlanıyordu. İlk kez bir bakış yüreğimi böylesi umutlandırıyordu.
Biliyordum, daha ilk anda biliyordum; onun kaderim olduğunu. O kaderin beni yok edeceğini daha ilk nefesimde hissediyordum. Ama eğer yokluk onun kollarında ve ölümün soğuk nefesi onun göğsünde yakalayacaktıysa beni, durmayacaktım. Bu son umuda tutunmaya ölesiye ihtiyacım vardı çünkü. Sonum olduğunu bilerek… Kader bizi hep yana yana ama aslında hep ayrı yollarda tutarak yapmıştı hesabını. Ona hep çok yakındım ama bir o kadar uzaktım. Yüreğime yakın olduğu anlardaysa hep çok geç kalmıştık. Dünlerimiz, geçmişimiz bizi ortak bir yarında buluşturmaya yetmedi belki de. Bir dünden ancak iki yarın çıka-rabildik… Yenildik zamana…
Esma Karatay”
Ece, mektubu bir solukta okuduktan sonra, kitabın sayfalarını da içinde başka notlar bulma umuduyla karıştırdı ama başkaca bir yazıya rastlayamadı. Kitabı yazan bir başkasıydı ama, mektup belli ki kitabı anlatıyordu, hem de annesinin dilinden. Bu işte bir gariplik olduğu kesindi ama, ne? Annesi, bir konferans için Paris’teydi. Ece, dün gece okuduğu heyecanlı Dan Brown kitabı yüzünden, uykusuz kalmıştı. Kitabı elinden bırakamadığı için, uyuması sabaha karşıyı bulmuştu. Zaten üç saatlik uykusunda da, Dan Brown’ın gizemli dünyası peşini bırakmamıştı. Oysa annesinin dönüşüne kadar uyanık kalmak istiyordu. Bugün, Ece’nin 17. yaş günüydü. Annesinin bu özel gün için, günlerdir hazırlandığını tahmin edebiliyordu. Gecenin sürprizlerini de oldukça merak ediyordu. Bu kitap, onu uyanık tutmak için iyi bir arkadaşa benziyordu. Alt kattaki oturma odasına geçip, kendisine bir meyve suyu hazırlarken, keşfedilmeyi bekleyen bir sırra yaklaştığını hissediyordu. Annesinin uçağının inmesine daha beş saat olduğuna göre, bolca vakti var demekti. Kitabı, kararlılıkla ve en çok da sebebini bilmese de, içini kemiren bir merakla okumaya koyuldu.