Elinizdeki bu roman bir aşk hikâyesi değildir. Yer yer felsefi öğeler taşısa da, kuru bir felsefe romanı hiç değildir. Peki nedir? Toplum olarak yaşadığımız acıklı bir hâlin hikâyesidir. Benim, senin; kısacası hepimizin, gözlerimizi açtığımız günden beri şahidi olduğumuz, bitmez tükenmez, akıl sır ermez kavgalarımızın açtığı toplusal travma karşısında eninde sonunda uyanan ve uyanmak zorunda kalan vicdanın baş kaldırışının hikayesidir.
Evet, ortada yanan ve önüne geleni yakan Nemrutvari bir ateş var… Bizleri ise iki tavır bekliyor: Ya uysal develer gibi bu ateşe odun taşımaya devam edeceğiz, ya da karınca misali söndürmek için su… Tercihimizin ne denli hayati bir önem taşıdığını hatırlatmaya gerek dahi yok sanırım. Zira tercihlerimizden ilki, bizi oluk oluk kan akan çıkmaz bir sokağın mahkûmu edecekken, diğeri ise “barış”a doğru açılan bir güvercin kılacak.
Bir kanadı “merhamet” bir kanadı ise “sevgi” olan bu güvercine isterseniz vicdan da diyebilirsiniz.
***
Melek Yine Ağlıyor
Melek elinde tuttuğu resmi dudaklarına götürürken “Ne kadar da gözleri babasına benziyor…” diye içinden geçirdi. Gören sanki resmi ilk defa görüyor sanırdı. Hâlbuki iki senedir hiç elinden bırakmamıştı. Her gün eline alır saatlerce resimle konuşur ve gözyaşı dökerdi. İlk zamanlar sabahlara kadar ağlayıp inlediği olmuştu. Kimsenin çabası onu teselli etmeye yetmiyordu. Ama geçen zamandı işte; ne de olsa yarayı sarıyordu. İlk günkü tazeliğini korusa insanlar hiçbir acıya dayanamazlardı. Melek “iyi ki unutmak var” diye içinden hep geçirir olmuştu. “Unutmak Allah’ın biz kullara bir lütfü yoksa nasıl yaşardım ben?” diye içinden geçirirdi. Lâkin ne zaman böyle düşünse, kara haberi almış olduğu o andaki acının burukluğunu yüreğinde hissederdi. Evet, geçen zaman olayın üzerine çok kül atmıştı; Melek unutmasına unutmuştu ama yine de her gün ağlamaktan geri kalmıyordu. Elinde fotoğraf mecnun gibi evin içerisinde bir o odadan bir bu odaya gezip duruyordu. Yorulduğu zamanlar pencere kenarındaki koltuğunun üzerine oturur gelen giden insanlara boş gözlerle bakardı. Bu esnada resim ya yine elinde kalır veya koltuğun önündeki küçük sehpanın üzerine bırakırdı. Bırakırken de sehpa üzerindeki annesinden kalma vazonun üzerine dayardı ki resim dik dursun ve Melek rahatça görebilsin. Hoş aynı resmin daha büyüğü çerçeveli şekilde tam karşısındaki duvarda asılıydı. Elindeki resmi bıraktığında pek ala duvara asılı olanını görebilirdi. Lâkin o yine de resmi elinden bırakırken itina ile vazoya yaslar ve rahatça görebilecek şekilde kendisine göre ayarlardı. Duvardaki resmin yanında bir bankanın eşantiyon olarak verdiği takvim bulunmaktaydı. Yalnız bu takvim tam iki yıl öncesine aitti. Melek için zamanın durduğu anı gösteren bir takvimdi o. Ne yenisi ile değiştirilir ve ne de ayı gösteren üzeri resimli büyük yaprağı yırtılırdı. 2008 yılının Ekim ayında o takvim adeta zamanı durdurmuştu. Yaprağın üzerindeki resimde sanki Melek’in ruh halini temsil eder gibiydi. Koca bir ağaç resmi vardı. Fakat bu ağacın yaprakları dökülmüş ve sararmıştı. Tıpkı Melek’in iç dünyası gibiydi. Hâlbuki aradan iki sene geçmesine ve sararan yaprakların yenilerinin ağaçlarda yerlerini almasına rağmen takvimdeki yapraklar hiç yenilenmiyordu. Takvimdeki ağacın artık baharı yoktu. Bahar o ağaç için haramdı sanki. Düşen yaprakların yeri dolmuyordu işte. Melek ne zaman takvimdeki ağacı görse bunları zihninden geçirirdi. Ayrıca takvimdeki ağacın gösterişli hali de onu etkilerdi. Kendisi ile daha doğrusu ailesi ile ağacın görkemi arasında bir paralellik kurardı. Tıpkı o ağaç gibiydi ailesi. Tamam, zengin değillerdi ama hepsi de belli bir aile geleneğinden gelen insanlardı. Taşrada babası küçük bir tüccardı. Ispartalıydılar… Isparta’nın Sütçüler ilçesinde babasının bir zamanlar beyaz eşya dükkânı vardı. Dürüst bir insandı babası. “Aileme haram lokma yedirmem.” zihniyetiyle çırpınır dururdu. Bazen annesi yıllardır didinip çalışmasına rağmen babasının zenginleşemediğinden dert yansa da babası hiç oralı olmazdı. Açıkçası kendisinde bir eksiklik bulmazdı. Annesi ne zaman lafı bu konuya getirse babası her zamanki güler yüzüyle “Hanım!” diye seslenir ve sonra da devam ederdi. “Çok laf yalansız çok mal haramsız olmaz. Allah’a şükür aç değiliz açık değiliz, ne güzel yaşayıp gidiyoruz işte.” derdi. Melek ve iki ağabeyi artık bu tür tartışmaları kanıksamışlardı. Ama içlerinden babalarına hak vermiyor da değillerdi. Zengin olsalardı bundan daha farklı bir hayat mı yaşayacaklardı? Ne zaman o günleri hatırlasa Melek “Ah!” diyerek iç geçirirdi. Keşke babası annesini dinlemeyip Sütçülerde kalsaydı. İşini Burdur’a taşımasaydı, “O zaman bu çektiklerimi çekmez miydim, başıma gelen olayı yaşamaz mıydım?” diye düşünürdü. Daha sonra da aklına kader gelir ve kederi dağılırdı. Burdur’a gitmeseydi kocası Hasan’ı nasıl tanır ve ona nasıl âşık olabilirdi? Çocukları nasıl dünyaya gelirdi? “Yok, yok!” der ve kendisini hemen toparlardı. Çocuklarının olacağı ezelden belliydi. Kaderini değiştirmesi mümkün değildi. Annesinin hiçbir suçu yoktu. Burdur’a gitmek ve orada Hasan’ı görmek ona delice âşık olmak onun kaderiydi. Sonra onunla evlenmesi ve çocuklarının dünyaya gelmesi… Bunlar öyle bir kalemde alelacele karar verilecek konular değildi. İnsan kaderini değiştiremezdi ki! Melek’in oturduğu koltuğun hemen yanında bir kanepe vardı. Karşısında da başka bir kanepe paralel olarak dururdu. Bu her iki kanepenin de üzerinde bir örtü bulunurdu. Melek bu örtülerin düzgün durmasına çok dikkat ederdi. Ne zaman bozulsa veya kırışsa hemen kalkar ve elleriyle örtünün üzerinden okşar gibi geçerek düzeltirdi. Gerçi bu örtülerde aynı takvimdeki ağaç yaprakları gibi solmuştu. Aslına bakılacak olursa örtünün altındaki kanepenin yüzü de tıpkı örtüler gibi solmuştu. Lâkin Melek bunlara pek aldırış etmez annesinden gördüğü tertipliliği devam ettirmek istercesine kanepelerin üzerinde bozulan örtüyü hep inatla düzeltirdi. Birbirlerine doğru bakan iki kanepenin tam karşısında ise bir televizyon dururdu. Oda biraz küçük olduğu için bu şekilde yerleştirilmişti. Kanepelere oturan kişiler birbirleri ile sohbet rahatça edebilirlerdi, çünkü yüz yüze bakıyorlardı. Lâkin bu kişiler televizyonu seyretmek isterlerse boyunlarını biraz çevirmek zorunda kalıyorlardı. Bu bakımdan bu odada sohbet etmek televizyon seyretmekten daha kolay ve rahat yerine getirilebilen bir eylemdi.
Hasan Bey aslen Burdurlu olup İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezundu. Babası Burdur’da un değirmeni sahibiydi, ayrıca işlettikleri bir fırınları da vardı. Burdur’un en güzel ve çeşitli ekmeklerini onlar üretirlerdi. Evleri de fırının üst katıydı. Hasan her sabah mis gibi ekmek kokuları ile uyanır ve annesinin özenle hazırladığı sofraya oturup kahvaltısını yapar sonra da okuluna giderdi. Babası oğlu Hasan’ın okumasına büyük bir önem veriyordu. Belki babasının zorlamaları olmasa bir zamanların küçük Hasan’ı Üniversiteli bir genç olamazdı. Onun üniversiteyi kazandığı sene babası oturdukları binanın üst katını da çıkmıştı. Hasan Üniversiteye kaydolurken Melek ve ailesi Burdur’a gelmişlerdi. Bir yakınları onlara Burdur’u methetmiş Sütçülerden daha iyi kazanacaklarını söylemişti. Karısının dırdırından illallah getiren Mehmet Bey ani bir kararla bütün eşyalarını toplayıp Burdur’a göçmüştü. İlk iş başlarını sokacak bir ev bulmaktı. Yakınları bu konuda da onlara yardımcı olmuş ve Hasan’ın babasının evini onlara göstermişti. Yeni çıkılan bu katı Mehmet Bey de eşi de oldukça beğenmişti. Ne de olsa tuttukları kat yeni inşaattı. Doğrusu yapılırken gereken ihtimam gösterilmiş ve gereken hiçbir masraftan kısılmamıştı. İş bununla da kalmamış Mehmet Bey ile Hasan’ın babası Nurettin Bey, birbirlerini görür görmez sevmiş ve kanları ikisinin de birbirine kaynamıştı. Gelecekte dünür olacaklarını bilmeden birbirlerine karşı son derece kibar davranıyor ve dostluklarının devamı için gereken bütün itinayı gösteriyorlardı.
Melek Burdur’da liseye kaydolacaktı. Daha büyük bir yerde Lise tahsilini göreceği için o annesinden daha çok sevinçliydi. Ne de olsa Burdur bir vilayetti. Bu yer kendisine yeni imkânlar sunacak karşısına yeni fırsatlar çıkacaktı. Bu düşünce ve umutlarla okula gittiği ilk gün hep aklında dipdiri kalmıştı. Sabahleyin erken kalkmış ve hazırlanmaya başlamıştı. Fırından gelen ekmek kokusunun yanında annesinin hazırladığı kahvaltı iştihanı kabartacak gibi olsa da, yaşadığı heyecan ağır gelip hemen kapatıyordu. Sanki bir lokma alacak olsa ağzında büyüyecekmiş gibi geliyordu. Nitekim öyle de oldu. Ağzına almış olduğu her lokmayı içi almıyor adeta yutamaz hale geliyordu. Baktı ki olacak gibi değil Emine Hanım ısrarından vazgeçerek “Hadi kızım hadi benim de iştahımı kapatıyorsun kalk da okuluna git” demesiyle birlikte Melek sanki bu komutu bekliyormuşçasına ani bir hamle ile sofradan kalktı ve elini ağzını yıkayarak evinin kapısını açtı. Babasının yeni almış olduğu gıcır gıcır cici ayakkabılarını mukavva kutusundan büyük bir zevkle çıkarıp kapının önüne koydu. Yine büyük bir zevkle ayaklarına geçirdikten sonra doğrulup evvela kapıda bekleyen annesinin iki yanağından öptü. Daha sonra kendisine gülen gözlerle sıcacık bakan babacığına dönüp onunda hürmetle ellerinden öptü. “Benim için dualarınızı eksik etmeyin diyerek onlara seslenirken annesi gözyaşlarını tutamadı. “Benim küçük Meleğim büyümüşte liselere gider olmuş.” diyerek söylendi. Babası Mehmet Bey de aynı duygular içerisinde olsa da o bir erkekti ve duygularını göstermemeliydi. Lâkin yine güler yüzlü ve müşfik sesliydi. Kızlarını her ikisi de öperlerken bir yandan da hayır dualarında bulunuyorlardı. Nihayet Melek onların elleri arasından kayarak hızlıca merdivenlere yöneldi. Uçarcasına merdivenlerden inmeye başladı. Basamakları ikişer üçer atlayarak tam alt katın hizasına gelmişti ki birden kapı açıldı. Melek kendisini frenlemek ihtiyacı hissederek demir korkuluklara tutundu. İyi ki tutunmuştu yoksa duramayacak ve kapıyı açan alt kattaki komşusu ile çarpışacaktı. Durur durmaz özür dilercesine yüzünü kapıyı açan kişiye çevirmişti. O esnada kendisine şaşkın şaşkın bakan bir çift göz gördü. Görür görmez de o gözlerin esiri olmuştu. Karşısında duran kişi ev sahiplerinin oğlu olan Hasan olmalıydı. Bu sene İktisat Fakültesini kazanmış orada okuyacaktı. Hakkında annesi babasından çok malumat duymuş ama kendisini hiç görmemişti. Şimdi ilk defa görüyordu. Ve yine hayatında yaşamadığı bambaşka duygulara kendisini kaptırmıştı. Utanır gibi oldu. Yüzü hafifçe kızardı. Ama ne çare adeta gözlerini onun gözlerinden ayıramıyordu. Onun bu donmuş ve tepkisiz hali Hasan’ı tedirgin etmişti. Komşularının yeni liseli kızlarını korkuttuğunu düşünerek hafif bir sesle “Affedersiniz!” dedi, “Amacım sizi korkutmak değildi!” diyerek eklemeyi de unutmadı. Hasan’ın bu sözleri Melek için içerisine düşmüş olduğu şok deryasından kurtulmak için adeta bir can simidi gibi olmuştu. Hemen kendisini toparladı ve başını hafifçe öne eğerek “Asıl siz kusura bakmayın!” diyerek merdivenleri daha yavaşça inmeye başladı.
* * *
Hasan’ın Babası Nurettin Bey Burdur’un tanınmış bir ailesinden geliyordu. Babası da Burdur’da doğmuş, yaşamış ve yine orada hakkın Rahmetine kavuşmuş ve defnedilmişti. Oğlu, baba mesleğini devam ettiriyordu. Lâkin onun gözü okumak ve saygın bir bürokrat olmaktaydı. Ama olmamıştı işte. Babası un değirmeninin ve fırının işletilmesinde oğlu Nurettin’e çok güvenmiş ve bel bağlamıştı. Diğer çocukları kızdı ve evlenip el evine gitmişlerdi. Bu nedenle son çocuğunun erkek olmasına pek sevinir “Benim işimi ve soyumu sürdürecek oğlum Nurettin’dir” diyerek zaman zaman öğünürdü. Ne babanın oğlunun isteklerini dikkate alacak bir ufku ve ne de oğul Nurettin’in babasından talepte bulunacak, isteklerini dile getirecek cesareti vardı. Sonunda babasının isteği olmuş ve Nurettin Burdur’da kalmıştı. Rahmetli babasından devraldığı işleri devam ettirmişti. Zamanla kabullenmiş ve hatta işini severek yapmaya başlamıştı bile. Zaman zaman kahvede arkadaşları ile sohbet ederken “Burdurun en güzel ununu öğütüp en güzel ekmeğini ben pişiriyorum.” diyerek övündüğü bile olurdu. Nurettin Bey de babası gibi Cuma Namazlarını hiç kaçırmaz hatta tamamını yapamasa bile vakit namazlarını da kılmaya çalışırdı. Ramazan ayının ise onun için farklı bir yeri vardı. O da rahmetli babası gibi Ramazan Ayında ekmek değil pide çıkarırdı. İftar vakti geldiğinde fırından etrafa yayılan pide kokusu sanki o mübarek vakte başka bir anlam kazandırıyor gibiydi, insanların fırının önünde kuyruğa girip sıcacık pide ile evlerine dönmek için bekleşirken aldıkları hazzı gözlerinden okudukça o daha bir mutlu olurdu. İnşallah Allah bunun içinde sevap yazar diye içinden geçirirdi. Lâkin Nurettin Bey o yapamadıklarının acısının oğlu Hasan dünyaya gelince içinde yeniden depreştiğini hissetti; ne bahasına olursa olsun oğlu Hasan’ı okutacak ve onu önemli bir adam yapacaktı. O büyük şehirlerde yaşayacak büyük işler yapacaktı.
Ancak ne var ki Hasan’ın gözü okumakta değildi. Vaktini küçücükten beri değirmende veya fırında geçirmeyi pek sevmişti. Ya değirmende buğdayların öğütülüp un olması işine kendince katılıyor unlarla oynayarak üstünün başının bembeyaz olması için özellikle çaba sarf ediyordu ya da fırında hamurun karılması işine bulaşıyordu. Nasihatlerinin kâr etmediğini gören babası bir gün işçilerin yanında Hasan’ın kulağını çekerek tokat vurmuş ve azarlayarak “Git de derslerine çalış!” diyerek oğlunu fırından sertçe kovmuştu. Küçük Hasan babasının bu itelemeleri ile liseye kadar gelmişti. Babası Nurettin Bey “Lisenin dersleri daha ağır olacak bizim oğlan nasıl altından kalkacak acaba?” diye için için kaygılanır dururdu. “Allah bir kolaylık nasip eder inşallah.” diyerek de içini ferahlatmaya çalışırdı. Nihayet genç Hasan liseye gitmeye başlamıştı. Zaman geçtikçe Hasan’da değişiklik bariz bir şekilde seziliyordu. Eskisi kadar babasının işlerine yardım(!) etmiyor okulundan gelir gelmez derslerine çalışıyor hatta dersleri bitince boş vakitlerini yine kitap okuyarak değerlendiriyordu. Babası oğlunun ağzından sık sık “Namık Hoca” ismini duyar olmuştu. Namık Hoca Hasan’ın edebiyat öğretmeniydi. Namık Hocanın Haşanı etkilediğini ve Hasan’daki değişikliğin sebebinin bu hoca olduğunu Nurettin Bey anlamıştı. Liseli Hasan Hocasının kendisine yol göstermesi ile birlikte artık bir iddia sahibi de olmuştu. Hocasının dediğine göre dünyanın en üstün milleti Türk Milleti idi. Ancak ne var ki Osmanlı döneminde bu millet Türklüğünü unutmuştu. Hatta ele geçirdiği yerleri zorla da olsa Türkleştirip Türkçeyi tek lisan haline getirmemesi Osmanlının hem en büyük günahı ve hem de Türklüğe ihanet ettiğinin en büyük deliliydi. Ne zaman ki Osmanlı yıkılmış Anadolu İşgalcilerin kirli ayakları ile çiğnenmişti, işte o zaman bu Ulus Ulu Önderi Mustafa Kemal’in önderliğinde düşmanları denize döküp Türklüğü bir yıldız gibi parlatmıştı. Artık bu topraklarda yaşayan herkes Türk’tü ve bir Türk Dünyaya bedeldi.
Nurettin Bey, oğlu Hasandan bu lafları duyduğu zaman içinde bir yabancılık hissetmiyor değildi. Oğlunun ağzından dökülen cümlelere itiraz etmesi gerektiğini düşünüyor ve gönül dünyasında bu fikirlerle kendisi arasında mesafe koyması gerektiğini geçiriyordu. Yaşadığı ve tam izah edemediği bu durum karşısında oğluna cevap vermeyi denemişse de haşarılı olamamıştı. Daha doğrusu bugüne kadar bu hususlarda kendisi pek kafa yormamış; “Hepimiz Müslüman’ız elhamdülillah” diyerek için içinden çıkmıştı. Hasan ise bunun yanında “Türk” olmanın öneminden de bahsediyordu. Medeniyeti dünyaya ilk defa yayan Türklerdi. İçeride veya dışarıda Türk’ü yok etmeye çalışan bedbahtlar hak ettikleri cezayı Türkün asil yumruğu altında ezilmek suretiyle muhakkak alırlardı.
* * *
Melek kapının anahtarla açıldığını hissederek aniden dalmış olduğu düşlerden irkilerek ayıldı. Kocasının geldiğini anladı. Demek ki akşam vakti olmuştu. O ise yemek için daha hiçbir şey hazırlamamıştı. Başlarına o felaket geldi geleli ‘Allah’ı var’ kocası kendisine karşı son derece anlayışlı davranmıştı. Onun da aynı acıyı çektiği kuşkusuzdu ama o üstelik birde karısının derdini çekiyordu, daha doğrusu Melek hanım ortak acılarında ıstırabı eşi ile paylaşamıyor aksine gösterdiği aşırı üzüntüsü ile kocasının üzerinde ayrıca bir yük oluyordu. O bu düşüncelerle meşgulken kocası Hasanın elinde bir poşet ile bulunduğu odaya doğru geldiğini gördü.
“Hoş geldin bey” diye ayağa kalktı. Kalkarken de “Yine bir şey hazırlayamadım” diye kısık bir sesle durumdan haber verdi.
“Biliyordum, ben de hazırlıklı geldim, baktım bizim balıkçıda uskumru satılıyor, bu meret her zaman bulunmaz diye alıverdim… Hadi bırak artık kara kara düşünmeyi de şunları kızart da birlikte yiyelim!”
Melek kocasının elinden poşeti alırken, Hasarı devamla:
“Balıkların altında limon da var, hem salataya bolca sıkar hem de balıkların üstüne dökmek için de sofraya suyunu hazır edersen sevinirim. Bilirsin ben balığı bol limonlu severim.” dedi.
Melek elindeki poşet ile mutfağa girdi. Poşeti açtığında içinde bir başka poşete yerleştirilmiş olan uskumruları gördü, evvela balıkları çıkarıp mermer tezgâhın üzerine koydu. Sonra da kocasının aldığı limonları çıkarttı. Limonları manav bir gazete içerisine sarmıştı. Gazeteyi açıp tezgâh üzerine yaydı. Sonra da balıkları bu gazete üzerinde temizlemeye başladı. Temizlerken balıkların gerçekten de Hasanın dediği gibi taze olduğunu anladı. Temizleme işi bitince gazeteyi dikkatlice sarıp naylon poşetin içine yerleştirdi. Sonra da balkonun kapısını açıp çöp kutusunun içerisine attı.
O çöpe atmış olduğu gazetenin kısa bir süre sonra hayatını nedenli değiştireceğini bilemeden balkon kapısını kapatarak temizlediği balıkları kızartmaya başladı