Remzi Aydın, bu belgesel romanında, Aleviliğin tarihsel derinliklerinden süzülüp gelen felsefi-toplumsal boyutunu, Sivas-Madımak’ta yakılan canların öyküsüyle bütünleştiriyor.
Hallac-ı Mansur’dan Seyyid Nesimi’ye, Perfectus Silvanus’dan Pir Sultan’a, Pavlikanlardan Yunus Emre’ye, Banaz’dan Madımak’a dek uzanan onurlu ve başı dik bir yolculuğun öyküsü anlatılıyor bu belgesel romanda.
Ateşte semaha duranların, ışık insanlarının nefes kesen dramatik öyküsü, Aleviliğin sönmeyen ateşinin de, umudun da serüvenidir aslında…
Tarihsel perspektifle Aleviliğin toplumsal gerçekliği ilmek ilmek örülen “Ateşte Semah Dönenler” kitabını ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz…
Önerileriyle kitaba destek sunan Lütfü Kaleli, Ali Balkız, Ahmet Koçak, ismail Kaygusuz ve Esat Korkmaz’a teşekkür ediyoruz…
***
ÖNSÖZ
Öncelikle bu eserin nasıl doğduğundan bahsetmeliyim. 2 Temmuz’da Dersim’den İsparta’ya yolculuk yaparken Sivas’ta yemek molası vermek istemiştim. Fakat yol trafiğe kapanmış, polisler Sivas’a girmemi engellemişti. Kayseri’ye girip, yol üstünde bir lokantada haberleri izlediğimde olaydan haberdar olmuştum.
Bu kitabı oluşturmak gerçekten çok zordu. Defalarca Sivas’a gittim. Banaz’ı ve çevresini defalarca gezdim. Uzun uzun sessizliğin içinde, bana ulaştırılacak bir ses aradım. Fotoğraflar çektim, insanlarla sohbetler ettim. Tarafsız olamayacağımı biliyorum. Zaten tarafsız olmak gibi bir şansım da yoktu, çünkü ben yananların, ezilenlerin, hor görülenlerin, haklıların ve “Hakk” yolunun yolcularının içindeydim. Ve ben tarafsız olmak istemedim, ama birilerini kırmak, ezmek, bükmek, karalamak niyetinde de değildim. Yine de; iki ucu keskin bıçakla oynadığımın bilincinde olarak, bu yola başkoydum.
Serçeşme Dergisi’nin ve Alev Yayınevinin ciddi yardımlarını aldım. Özellikle Ahmet Koçak, Lütfü Kaleli, Ali Baştuğ, Esat Korkmaz ve Ali Balkız’ın yardımlarını anlatmalıyım. Ahmet Koçak dostumun eseri olan “Onlar Işık Oldular” benim de ışığım olmuştu. Birebir telefon görüşmelerinde ve yazışmalarında benden desteklerini esirgemeyen Ahmet Koçak, Ali Balkız, Sivas Katliamı ve “Şeriat” isimli eserin yazarı Lütfü Kaleli olmasaydı, bu işi başaramazdım.
Yine birebir görüşmelerinde bana İzmir’den yol gösteren usta yazar, değerli kalem Muzaffer İzgü’ye de sonsuz teşekkür etmeli, ellerinden öpmeliyım. Bunaldığım ve tıkandığım anlarda beni cesaretlendirdi, yol gösterdi.
“Pir Sultan” isimli eserin yazarı sevgili dost, Ali Haydar Avcı, Fotoğraf sanatçısı ve aynı zamanda Madımak’ta katliamı yaşayanlardan biri olan sevgili dost Mehmet Özer, sevgili yazar dostum İlhan Cem Erseven, “Pir Sultan” isimli eserinden yararlandığım büyük üstat Asım Bezirci, büyük Halkbilim insanı olan Nejat Birdoğan’a ve röportajlarından bolca yararlandığım Aziz Nesin’e sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Farkındayım, ismini verdiğim bazı yazarlar her ne kadar aramızda değillermiş gibi gözükse de, ben biliyorum ki bir aydın olarak; bizi aydınlatmaya hep devam edecekler. Önlerinde saygıyla eğiliyorum, teşekkürü borç biliyorum.
Yine Almanya’da yaşayan, sevgili dostum Oğuz Yoldaş sürekli yanımdaydı. Bir yazar ve çok yönlü bir insan olarak; duygularıyla ve eleştirileriyle sürekti beni destekledi.
Yine Almanya’da yaşayan güzel insan, değerli kalem Aynur Aydın’a yanımda olduğu için ve katkılarından dolayı sonsuz teşekkürler.
Tabi sevgili İsmail Kaygusuz gibi bir yazarın destekleri ve eleştirileri bana yol gösterdi. Alevi deyimiyle “çerağ” oldu bana.
Sevgili dost, İlahiyatçı Murat Özyılmaz’a katkılarından dolayı teşekkür ederim.
Yine eserlerinden ve bilgilerinden yararlandığım sevgili dostlarım; Dersim’den Daimi Doğan, İzmir’den Fatma Ataseven ve “Özgür Medya” emekçilerine sonsuz teşekkürler. Ekvator yayınevine, sevgili Bekir Güven ve Kemal abime teşekkür ederim.
Unutursam bana çok kızacak üç kişi daha var. Büyük oğlum Ali Rıza, küçük oğlum Deniz Umut ve tabi ki cefakâr ve güzel annem, her zaman benim yanımda olarak beni desteklediler.
Ve en önemlisi de; önlerinde eğilerek, saygıyla selamladığım bir kesim daha var. Madımak Katliamında; “Ateşte Semaha Duranlar” ve onların acılı aileleri… Hatalarım olduysa lütfen beni bağışlasınlar, onları üzdüysem yine engin hoşgörülerine sığınıyorum.
Belki de şu anda bazılarının isimlerini ve yardımlarını anımsamıyorum, lütfen beni mazur görsünler.
Remzi Aydın
*
1. BÖLÜM
İki bin beş yüz otuz altı metre rakımlı volkanik dağın son gözyaşları; zirveden eteklerine doğru akarken kireç taşına dönüşüp kalmış. Dağın eteklerine kadar; yanaktan inen damlaların; tuz, irin ve kandan oluşan tortular, ardı ardına dizilmiş.
Aylardan Temmuz olmasına rağmen; kar taneleri, şiddetli fırtına karşısında çaresizlikten kendini taşlara savuruyordu. Kar; kendi özelliklerinin dışına çıkmadan, fırtına ve borana vücudunu teslim ediyor. Vücudunu borana teslim eden kar, ruhunu kurtarmanın onurlu duruşunu, taşlara çarptıkça yaşıyor. Kayalar ve taşlar; zemherinin kar fırtınası ve boranında, donmuş insan parmağı gibi. Yer yer çürümüş siyah kemikleri, yer yer ise morarmış, irin ve kan karışımı bir sarkığı andırıyor. Bazı kayalar kırmızı ve sarı renge bürünmüş. İpeksi derinin üzerinde su toplamış, iltihap baloncuklarına dönüşmüş.
Dağdaki her katmanda satır satır, hattat ustalığı ile işlenmiş acı var. Kemik kayaların topraktan etleri çürüyerek yere düşmüş. Üzerinde kurumuş kan lekeleri ve morarmış teniyle; eteklerden ayaklarının dibine düşüvermiş, o günün acısını hâlâ haykırmakta adeta. Kayaların bazıları, kangrene dönüşmüş. Siyah organların kesilip atılmış kısmından geriye kalan kemik parçasını andırıyor. Doğa kendi çürümüş organlarını, yine kendi hançeri ile kesip atmış. Hançerin organlara girişi ile ortaya çıkan çığlık ve acılar birer buluta dönüşerek dağın zirvelerinde asılı kalmış. Acı; ne kangrene dönüşüp organı terk edebilmiş ne de morarıp düşen parçalar; vücudu bırakıp kaybolabilmiş. Dağın zirvelerinde; grileşmiş duyguların acı feryatları, siyah bulutlar oluşturmuş. Bu bulutlar; son gözyaşları ve kangrenli organlarla, neredeyse iç içe geçmiş.
Üç Ulu insan; Yıldız Dağı’nın zirvesinde, acı bulutlarının altında, sönmüş volkanların bıraktığı gözyaşlarının hemen yanında bağdaş kurmuş oturuyor. Kahverengi hırkasının içindeki kısa boylu yaşlı adam ayağa kalkarak raks etmeye başladı. Bu yaşlı adam, Munzur dağlarını andırıyor. Yer yer sakallarına kar düşmüş. Oldukça zayıf, hatta çelimsiz denilecek kadar ince. Yüzünün rengi, yabani kavakların gövdesine benziyor, sarının en açık tonu ile kahverenginin karışımı. Atmış yaşında değil de altı yaşında bir çocuk gibi. Bu yaşlının ruhu; yaşlı kavak ağacının gövdesinden sürgün veren haşarı, neşeli ve hareketli bir filizi andırıyor. Bu olgun gövde kendisine ait ama gövdeden fışkıran yaramaz filiz de kendisine ait.
Altı yaşında ama olgunluğun zirvesinde olan bu yaşlı; bir ayağını kaldırıp diğerinin üzerinde zıplarken rüzgardaki yaprak gibi dönüyordu kendi etrafında. Bu yaprağın özü kızıl alevden yapılmış. Kendi etrafında dönen ateşten yaprak, sıcak bir dalga ile etrafındaki insanları hem aydınlatıyor hem ısıtıyor. Bazen ellerini kaldırarak kelebekler gibi kanat çırparken, bazen bir topal gibi aksıyordu. Arada bir dudaklarını kıpırdatıp; “ölmeden, ölmeyi becerin!” diyerek ilahi raksına, ilahi anlam katıyordu. Yıldız Dağı’nın zirvesindeki düzlüğün üzerinde, kendi kabına sığamayan yaşlının bu raksı; diğer Uluları mutlu etmeye yetmişti.
Kırk yaşlarındaki kehribar yüzlü ile yetmişindeki uzun boylu ve oldukça güzel yüzlü olan kâmil insan, bu çocuğu izlerken büyük bir şaşkınlıkla beraber, dudaklarındaki gülümsemeyi de ihmal etmediler. Raks eden yaşlı; bir süre daha raksına devam ettikten sonra; birden durdu ve iki Kâmil’in yüzüne bakarak şöyle dedi;
Ormana düşen yağmur taneleri; diriliş, yaşam, bereket olur. Killi ve çorak araziye düşen yağmur taneleri ise; sel, yıkım ve ölüm olur. Yağmur taneleri, iki zıtlığı aynı bedende yaşarlar ve yaşatırlar. Kanlı ve öfkeli olan bu yağmur tanelerine “Titan” ve “Seth” denir.
Konuşmasını keserek, gülümseyen çocuksu bakışıyla güneşi izlemeye koyuldu. Bu bakışı gözlerini kısmadan, aydınlıktan korkmadan yaptı; sonra devam etli konuşmasına:
Temmuz ayının biri ama yine de Güneş utangaç, kızgın ve bitap. O Güneş’tir ki; O’nun ışığı olarak yaşamdadır, o bile yaşanılacaklardan rahatsız ve mahcuptur. Ey Ulularım; Yunan mitolojisinde Titanlar vardı. On iki kişiden oluşan bu Tanrılar Olympos dağında oturur ve Dünya’yı yönetirlerdi. Biri eksilse; yerine hemen yeni bir Titan gelirdi. Öyle bir zaman geldi ki, insani özelliklerini dışlayarak; kendilerini Tanrı’yla eşdeş yapan bu Titanlar; insanları yönetebilmek için her şeyi mübah saydılar. Güçlerine bakarak kendilerini Tanrı ilan ettiler. Tanrı’yı yok ederek benliklerini ve nefislerini ortaya koydular, hükmettiler, hükmederken en acımasız silahları kullandılar. Mısır Mitolojisinde de bir Tanrı vardır, adı Seth. Kardeş katili ve kötülüklerin yaratıcısıdır. Bu Dünya var oldukça, Titanlar ve onların yardakçısı Sethler hep olacaktır ve sonsuza kadar kötülüklerine devam edeceklerdir. Onlar ki, sessiz ve zayıf insanların güçsüzlüklerini, kendilerine güç olarak kullanacak, Tanrı’ya şirk koşacaklardır.
Hüseyin Bin Hallac-ı Mansur, bunları söyledikten sonra başını bir kez daha yukarıya kaldırdı. Belki binlerce yıl öncesinin utangaç güneşini anımsadı. Kısa bir an; kızgın çöllerde yıllarca yaptığı yolculukları, yorgun düşen bedenini ve Dünya’nın neredeyse çeyreğini dolaşmanın verdiği bitmeyen merakını ve bu merakın ona kazandırdıklarını düşledi. Ayakları yine de oldukça güçlüydü ama vücudunda neredeyse kan kalmamış, adeta bedeni gittikçe küçülmüştü. Güzel ve düzgün olmayan hatlarına rağmen, üzerinde altı yaşındaki bir çocuğun saflığı ve masumiyeti vardı. Sevimli ve zeki bir bakışı; teninin altından yayılan güzel ruhu ile özünü tamamlamıştı.
Hüseyin Bin Hallac-ı Mansur, Nesimi’nin gözlerinin içine bakarak bin seksen sekiz yıl öncesine gitti. Nesimi’nin ateşten gözlerinde, Dicle gibi akıverdi geçmişe.
Üç Ulu farklı tarihlerde yaşamış olmalarına rağmen oldukça şaşkındı. Geçen yüzlerce, binlerce yıllık ilerlemeye rağmen, insanlar hâlâ bıraktıkları yerdeydi. Hatta daha da geri noktadaydılar. İlimden uzaklaşmayı nasıl becerebildiklerini şaşkınlıkla sorguladılar.
Hallac-ı Mansur kendi yaşadığı döneme yolculuk yaparken, bu soruları da beraberinde götürdü.
Mansur anılarına geri dönerken, kendini idam edildiği şehir olan Bağdat’ta buldu. Halife El-Mansur tarafından inşa edilen, surlarla çevrili muhteşem şehirde yüz binlerce insan vardı. Her geçen gün artan nüfus nedeniyle; surların dışında yeni mahalleler kurulmuş olup, bu mahallelerde fakirler ve göçmenler yaşardı. Muhteşem Zübeyde Sarayının bitişiğindeki Horasan Kapı, karşısındaki surların altında yapılmış olan Basra Kapı, Suriye ve Küfe kapıları bu şehrin giriş-çıkış kapılarıydı. Kumaşçılar çarşısına yakın olan, mavi çini işlemesi, ışıl ışıl parlayan muhteşem kubbesi ile Zübeyde camiinin bahçesinde oturan insanlar, hararetle sohbet ediyordu. Madinat Es-Salam (Barış Şehri-Bağdat) şehrinin hükümdarı Halife El-Mutadid idi.
Şehrin dışındaki mahalleler oldukça tehlikeli, tekin olmayan yerlerdi. Bu şehirde yüzlerce tarikat ve bu tarikatlara üye olan on binlerce mürit vardı. Tarikatlar; yeni öğrenciler elde etmek için elinden geleni yaparken, bir taraftan da devlet eliyle besleniyorlardı. Farklı inançtan insanların yönetim kadrosunda oluşu ise, el altından çeşitli entrikaların yaşanmasına neden olurken, gizli örgütlenmeler ve bu devlet içindeki gizli güçlerin: kargaşa ortamı yaratması kaçınılmazdı.
Halife El-Mutadid’in ölümünden sonra oğlu El-Muktedir halife oldu. El-Mutadid’in döneminde, bilim, sanat, edebiyat, felsefe, cebir, astronomi oldukça ilerlemiş, aydınlara büyük bir değer verilmişti. Hanedanın etrafında bu aydın ve sanatçı kişileri görmek mümkündü. Vezir ve ona bağlı on iki nazır, tüm devlet işlerini yönetmekteydi. Valde Sultan ise, el altından çeşitli entrikalar çevirirken aynı zamanda Hallac-ı koruyordu. Hallaç o süre içinde Dicle’nin sağ kıyısındaki Ahvaz’dan gelen insanların bulunduğu köhne mahallede yaşamaktaydı.
Kadınlar tül perdenin arkasında oturup, kendi sessizliklerinde Mansur’un şelale gibi akan bilgi sesini dinlemekteydiler.
Mansur, Bağdatlı kadınlara, büyük bir heyecan ve dalgalanan ruhuyla şöyle diyordu:
Vücudumuz bir vazo gibi maddedir. Bu vücutla; ancak maddelerle bir bağ kurabilirsiniz. Çeşitli duyu organları ile şekillenmiş olan vücut, maddelere dokunabilir, algılayabilir, şekillendirebilir. Madde olan vücudun oluşum sebebi; maddesel sebeplerdir.
Hallac’ın eşi kendi eliyle, perdenin arkasındaki kadınlara, taze meyveler ikram ederken, sessizlik yine de bozulmamıştı. Hallaç, Dicle’nin en sessiz haliyle kendi ruhuna akarken, kadınlar da en taze meyveleri yemekteydi.
Hallaç yeniden konuşmasına başladığında, kadınlar da meyveleri bir kenara bırakmıştı. Hallac-ı Mansur, dingin sesiyle:
İnsan vücudunun maddesel yapısını yok edip, anlam dünyasına ulaşmalı. Şayet maddeni yok edemezsen, bu maddenin içinde tutsak kalırsın, maddenin kölesi olursun. Mana evrenine ulaşmak için; aklı değil, yüreği kullanman gerekir. Akıl ancak; bedenin rehberidir. Ruhun rehberi ise, yürektir. Yürek dediğimiz rehber; insanı maddesel kölelikten kurtararak Tanrı’ya ulaşmasını sağlar. Özgür ve saf maddeye dönüşmek isteyen yüreğinin sesini dinlemeli. Ve insan yüreğini açmalı, işte o zaman açık olan bu yürek; Allah tarafından sevgiyle ödüllendirilir.
Başka bir gün ise Hallac, Bağdat’ın doğu yakasındaki çarşıda gezerken, etrafına toplanan halka ve esnafa şöyle sesleniyordu:
Doğumdan ölüme kadar olan sürede, vücudunuzun rızkını veren Allah’tır. Doğayı dinleyin. Kendi suskunluğunuzda; evrenin “Halikam” çığlıklarını işitin. Tanrı’nın insana bahşettiği tüm yiyecekler eşit dağıtılmalı. İçinizdeki nefs denilen siyah köpeğin isteklerine uyarak bu yiyeceklere tamah etmeyin. Dünya nimetlerinin peşinde koşan, kara köpeğin kölesi olur. Siz hangi yiyeceğin; iyi, güzel, faydalı, doğru olduğunu anlayabilecek becerinizi geliştirin. İyi ve kötünün ayırımını yapacak akıl, size Allah tarafından verildi. Bu aklı kullanarak size iyi ve kötüyü gösterecek olan ilimi keşfedin. İlim; vücudunuzdaki egoist duyguları yok ederek; sizi iyi ve güzele ulaştırır. Dedikodu, cahillik ve vesvese; yürek gözünüzü bulanıklaştırarak sizin görmenizi engeller, kör ederek sizi Tanrı’dan uzaklaştırır. Yürek, akıl ve beden; uyum içinde olmalı, bu uyum; doğaya saygı ile devam etmeli, Tanrı ile tamamlanmalı. İnsana verilen özelliklere bir bakın. Güzellik, akıl, yürek, iyi huy, ihtişam, yaratıcılık, sevgi, ilim, kutsallık, bağışlama, güç, saygı ve bu özellikler aynı zaman da Allah demektir. Yürek gözünüzü açın ve O’nun içinde; Tanrı olmayı başarın.
Mansur sözlerini bitirdikten sonra arkasını dönüp gitmeden önce, yanında bir köpek varmış gibi davrandı. Sonra da olmayan köpeğe; “hadi bakalım kara köpek, seni beslemeye gidelim,” dedi.
Bağdat sokaklarında, sırtındaki eski murakkası ile gezinen Mansur; kadı, emir, vezir gibi yöneticilerle karşılaştığında kısa bir süre sohbet eder, bu sohbetlerde onları alaya almaktan zevk duyardı.
Sık sık kent dışına seyahatler eder, buradaki insanlara düşüncelerini aktarırken, onların düşüncelerini de saygı duyardı. Göçmen Türkler aracılığı ile düşüncelerini Şaman ve Manikheen Türklerine ulaştırabilmiş ve taraftar toplayabilmişti.
Hallaç, pazarlarda, camilerde, meydanlarda; özellikle softalarla ve yobazlarla sohbet etmeyi ve onlarla tartışmayı sever, sözlerini hiç sakınmadan ifade ederdi. Bağdat’taki politik çevreler; Mansur’un söylemlerinden rahatsız olmaya başlamıştı. Hanedanın hazinesinden ve halkın sırtından geçinen bu Titanlar; Mansur’un; “ben, İlahi güçlerle donatıldım” dediğini anlatarak, yöneticileri de ona karşı kışkırtmaktaydı.
Abbasi Ülkesi olan Bağdat’ta; iktidardaki Mutedil’in desteklediği, ılımlı Sünni İslam partisi vardı. Bunun dışında; farklı düşüncelerde birçok siyasi örgütlenme, hatta parti vardı.
Hallac-ı Mansur’u ilk şikâyet eden kişi İbn-i Davud, bir gün Kadı Ömer Hammadi’ye giderek, ona:
Hallaç kendini ilahi güç olarak görmektedir. Her insanın, Allahtan bir parça olduğunu iddia etmektedir. Bu ne demek biliyor musun? Halk üzerindeki etkimizin kaybolması demektir.
Kadı Ömer Hammadi, Hallac-ı Mansur’un söylemlerini yakından tanıyor, zaman zaman o da kızıyordu. İbn-i Davud’un kışkırtmaları ve Kadı Ömer’in destekleri sonucunda, Hallaç tutuklanarak hücreye atıldı. Hallac’ı mahkemede yargılamaya karar verdiler.
Hallac ise bu mahkemede, tüm İslam âlimlerinin bulunmasını ve bu suçlamayı; hepsinin yapmasını istedi.
Halife Muktedir ağır bir şekilde hastalanınca, Hallac’ın yanına giderek onu tedavi etmesini istedi. Kısa bir sürede iyileşen Halife ve Valde Sultan Şeghep, Mansur’a özel bir ilgi duyar ve onu Allah’ın sevdiği kul, yakını olarak görür, o nedenle de gizliden gizliye himaye ederlerdi.
İbn-i Hamid Bağdat’ın su tüccarı (sakacı) olarak oldukça güçlü bir insandı. El Furat ise devleti yönetenlerden biri olmanın yanında aynı zamanda bankacıydı. Oldukça entrikacı, yalancı, alaycı bir yapıya sahipti. İbn-i Hamid kısa bir süre içinde yükselerek Baş vezirliğe kadar yükseldi. Vezir olan Ali İbn-i İsa ise onu hırsızlıkla suçluyor, yalancılık ve tehlikeli örgütlenmeler içinde olmakla itham ediyordu. El Furat, İbn-i Hamid ve İbn-i Davut el birliği ile Devlet yanlısı olan Ali İbn-i İsa’yı pasif hale getirip, makamını tehdit etmeye başladılar. Bu makam nedeniyle Ali İbn-i İsa, Hallac-ı savunmaktan vazgeçerek, olanları uzaktan izlemekle yetindi. Askeriyenin içindeki Türk subayları ise; Hallac’a sempati duyup, onu sevmelerine rağmen; olaya müdahil olmadılar.
Hallac-ı Mansur ilk sorgulamasında; dört gün bir direğe bağlanarak, insanların onunla alay etmesi ile cezalandırıldı.