Hüseyin Aykol sol örgütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları sırasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı. Neredeyse bütün sosyalist örgüt liderleri erkekti. Yazar konuyu biraz daha derinden araştırınca Türkiye’de verilen toplumsal mücadele tarihinin aslında kadınlarla dolu olduğunu fakat erkek tarih’in onları ya görmezden geldiğini ya da öykülerini kısaltıp önemsizleştirdigini fark elti.
Yoksa solun yaşadığı başarısızlıkların temel nedeni kadınların hep geri planda kalmaları mıydı Bu sorudan hareket eden Hüseyin Aykol. bir kez daha ismi tarih kitaplarında gecen kadınların peşine düştü.
Lider olarak öne çıkan kadınların yanı sıra eşini yaratan ama onun gölgesinde kalan kadınların da mücadele ve katkılarıyla anlatıldığı Aykırı Kadınlar bütün bu düşünce ve çabaların ürünü olarak ortaya çıktı.
Niçin Böyle Bir Kitap
Hemen söylemeliyim ki bu kitabın amacı ülkemizdeki kadın mücadelesini anlatmak, onlara yol göstermeye çalışmak değildir. Kadınlar kendi mücadelelerini verirken, bu konuda biz erkeklerden akıl-fikir alma dönemim çoktan geride bıraktılar. Uzunca bir dönemdir, erkeklerin kendilerine yol göstermesine “aman şöyle mücadele edin, aman böyle yapın,” demelerine ne ihtiyaçları kalmıştır, ne de tahammülleri.
Son yıllarda yükselttikleri mücadele o kadar etkili, yaptıkları propaganda öylesine çarpıcı oldu ki aruk hayatımızdaki erkek egemen kavramların çoğunun yerini daha doğru kelimeler almaya başladı. Dikkat edilirse, “bilimadamı” gibi bir terimi artık kimse kullanmıyor; onun yerine daha doğru olanı, yani “bilim insanı” kavramı kullanılıyor. Buna benzer birçok ömek sayılabilir.
Sol örgütlerle ilgili yıllar süren araştırmalarını beni, canımı sıkan bir sonuca ulaştırdı: Sol örgütlerin liderlerinin neredeyse hepsinin erkek olması, birkaç kadın lider dışında, diğer kadınların etkili yerlerde bulunmayı şı, belki de solun başarısızlığının temel nedenlerinden birisiydi.
Şimdiye kadar yazılmış kitapları ve belgeleri, bir de bu gözle taramaya başlayınca, aslında toplumsal mücadelenin sayfalarının kadınlarla dolu olduğunu, ama ‘erkek tarihin’ onları ya görmezden geldiğini, ya da kısa ve önemsiz bir biçimde naklettiğini fark ettim.
Bunun üzerine, tarih kitaplarında ismi geçen kadınların peşine yeniden düştüm. Özellikle de anı ve biyografi kitaplarına yöneldim. Oradan bir cümle, buradan bir paragraf derken, portreler beynimde farklı bir biçimde canlanmaya başladı. Ulaşılabilir durumda olanlara da ulaşıp, bulduğum yaşam öykülerini bir kez daha doğrulattım.
Bunlardan bazıları, kamuoyunun ayrıntılı olarak pek bilmediği yaşam öykülerini, bu kitap için kendileri yazdı. Onlara buradan tekrar teşekkür ediyorum. Ben, yalnızca onların yazmış olduğu metni, kitabın formatına uygun hale getirdim. Ayrıca, yaşam öyküsünü yazdığı halde, sonradan geri çeken biri de oldu. Elbette böylesi bir tercihe benim bir şey demem mümkün değildi. Oysa bence, kamuya mal olmuş bir yaşamın gizli saklı bir yanı olmamalıydı; çünkü bu kitapta yapmaya çalıştığımız, önder durumdaki kimi kadınların mücadele dolu yaşamlarını gelecek nesillere aktarmaktır.
Büyük olasılıkla kitabı okuyup bitiren kimi okur, “Ama şu kişi neden burada yok?” diye sorabilecektir. Portresini buraya alamadığım kişiler, aldığım kişilerden belki de daha çoktur. Alamadıklarım, genellikle hakkında yeterli bilgiye ulaşamadığım kadınlardır; yoksa kitaba alınmasında her hangi bir kişisel neden, siyasi tercih, ya da kendisinden ‘hoşlanmama’ gibi öznel bir sebep yoktur.
Çalışmamda, daha çok, lider kişiliği ile toplumda öne çıkmış kadınlan ele almaya çalıştım; bir de, kimi sol örgütlerin lideri, ya da ünlü bir yazar olan kocasının gölgesinde kalan, ama o kişiyi adeta o yapan kadınlan. Bence, böylesi kadınların yaşamlarını anımsatmak, biz erkeklerin, o kadınlardan -hatta tüm kadınlardan- özür dileyişimizin de bir vesilesi olacaktır.
Örneğin -annemi bir yana koyarsak- beni ben yapan ûç kadın oldu yaşamımda. Üçünün de öğretmen olması, isimlerinin M harfiyle başlaması, hayatın mutlu bir tesadüfü olsa gerek. Bu çalışmamı onlara; Meliha, Melahat ve Müjgan öğretmenlerime ithaf ediyorum…
Batıkem, Kasım 2011
Söke Söke Aldılar.
Bazılarının iddia ettiği gibi, 5 Aralık 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi “Türk kadınlarına dünya kadınlarından çok önce verilmiş bir lütuf” değildir. Evet, kadınlara seçme ve seçilme hakkı, Japonya ve Fransa’da 1945’te, İsviçre’de 1971’de verilmiş olsa da, örneğin, Yeni Zelanda’da 1893’te, Avustralya’da 1902′ de, Finlandiya’da 1906’da, Norveç’te 1913’te, Moğolistan ve ABD’de 1920’de, Britanya’da 1928’de verilmişti.
Gerçekte, 1870’lerden 1923’e kadar lOO’e yakın örgüt kuran, 30’dan fazla dergi yayınlayan bir kadın hareketinin olduğu bu topraklarda, 1934 yılı hiç de erken bir tarih değildi. Üstelik kadınlara seçme ve seçilme hakkı iddia edildiği gibi armağan edilmemiş, aksine Cumhuriyet’in kadınları bu ve benzeri hakları Cumhuriyetin erkeklerinden söke söke almışlardı.
1872-1907 tarihleri arasında örgütlenen 50 grevden 9’u kadınların çalıştığı çeşitli iş kollarında gerçekleşmişti. Örneğin Feshane grevinin örgütleyicisi ve yürütücüsü, Rum ve Ermeni toplumuna mensup 50 kadın işçiy di. Yüzlerce kadın, 22 Ağustos 1876 tarihinde dönemin başbakanlığı olan Babıali’ye yürüyerek sadrazama bir dilekçe sunmuş ve uzun zamandır ödenmeyen ücretlerinin bir an evvel ödenmesini istemişlerdir.
27 Ocak 1873 tarihinde, Tersane işçisi kadınlar, burada çalışan babalarına ve eşlerine destek vermek amacıyla, onlarla birlikte dayanışma grevine çıktılar. Tramvay grevinde eşlerine destek veren kadınlar ise, tramvay seferlerine engel olmak için ölümü göze alıp raylann üzerlerine yattılar. 1900’lü yılların başlarında günde 16 saat çalışıp 40 para veya 2 kuruş alan bir kadın işçi, günlük ücretiyle fiyatı 5 kuruş olan bir ekmek bile alamıyordu.
Bu kötü koşulların üzerine bir de o yıllarda yaşanan kıtlık ve açlık eklenince, 25 Haziran 1908’de 50 kadar kadın harekete geçip Sivas Belediye Başkanı’nın evini taşlayıp, buğday depolarını yağmaladı. 1908, zor ve kötü şartlardaki çalışma koşullarına tepkinin iyice şiddetlendiği, grevlerin dalga dalga yayıldığı bir yıldı. Bu dalga içinde yüzü aşkın grev örgütlendi. Bunlardan kırka yakını ise kadınların çalıştığı gıda, tülün, dokuma gibi iş koltannda yapıldı.
İşçi olarak grev komitelerinde yer alan kadınlar olduğu gibi, grevci eşlerine destek olup, onların yanında yer alarak dayanışmaya giren kadınlar da vardı. Örneğin, 1 Ekim 1908 tarihinde yapılan İzmir-Aydın demiryolu grevinde, işçilerle, güvenlik güçleri arasındaki çatışmaya kadınlar da katılmıştı. 1910 yılında, Bursa’da greve giden 30 bin işçiden çoğu kadındı. Bilecik’te de bin ipek işçisi greve gitmişti.
Kimliklerini gizleyerek yollamış olsalar da, ilk kadın mektupları, yayın hayatına 1869 yılı Haziran ayında başlayan haftalık Terakki gazetesinde yayınlanmıştır. Örneğin bir yazar, vapurlarda kadınlara ayrılan yerlerin kötülüğünden yakınarak, erkeklerle aynı bilet parasını ödeyerek vapura bindikleri halde neden kötü yerlerin kendilerine verildiğini sormuş, okuma yazma bilmeyen bir kadın ise başkasına yazdırdığını söylediği mektubunda erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesini sorgulamıştı.
İlk kadın dergisi ise. Terakki gazetesinin 1869 yılında 48 sayı olarak çıkardığı, Terakki-i Mukadderat dergisidir. Bu dergide, genellikle Batı’daki feminist hareketle ilgili bilgiler aktarılıp, kadınların eğitim görmesinin önemi üstünde duruldu ve yine kadınlardan gelen mektuplara yer verildi. Yazıların genellikle imzasız olarak çıktığı 1875 tarihli Vakit yahut Mürebbi-i Muhadderat dergisi ile Ayine dergisinde ise evlilik, eşlerin görevleri, çocuk bakımı ve terbiyesi gibi konulara değinildi.
Istanbul-Üsküdar’da Matmazel Zabel Hancıyan ve arkadaşları tarafından “Azkaniver Naayuhyaç lngerutyan” adıyla kurulan demek, Anadolu’daki Ermeni kadınların eğitimi için 15 yıldan çok faaliyet gösterip tam 23 okul açmıştı. Benzer yardım örgütlerinin onlarcası da Müslüman kadınlar tarafından kurulacak ve belki de bu gelenek yüzünden, toplumda kadınların sadece yardım örgütlerinde çalışabileceği gibi yanlış bir izlenim oluşacaktı.
İstanbul’da Mayıs 1880’de yayınlanan Aile adlı dergi, kadınları aile, kadın, çocuk ve ev işleri gibi konularda bilgilendirmeye çalışmıştı. Dergide imza kullanılmadığı için, yazıların tümünün Şemseddin Sami tarafından yazıldığı iddia edilmişti. Yine İstanbul’da, Ocak 1882’de yayınlanan insaniyet adlı kadınlara yönelik bir dergide ise kadınlardan gelen mektupların yanı sıra yayıncısı Mahmud Celaleddin’in yazıları da yer almışa.
Kasım 1882’de yayına başlayan ve kadın yazarların çoğaldığı aylık Hanımlar dergisi, ev idaresine ilişkin bilgiler verdiği gibi, edebi yazılara ve tarih konularına da yer ayırdı, yabancı dil öğrenmenin önemi üstünde durdu.
1887 yılına gelindiğinde ise, erkeklerin çıkardığı, ya da erkeklerin de yazdığı kadın dergilerinden sonra, yazarlarının tamamı kadınlardan oluşan Şûkuezar (Çiçek Bahçesi) isimli bir kadın dergisi yayınlandı. Dergi, önsözünde amacını şu sözlerle açıklamıştı: “Biz ki saçı uzun aklı kısa diye erkeklerin alaylı gülüşlerine hedef olmuş bir taifeyiz. Bunun aksini ispat etmeye çalışacağız. Erkekliği kadınlığa, kadınlığı erkekliğe tercih etmeyerek, çalışmanın doğru yolunda mümkün olduğu kadar ayak direten olacağız”. Aralarında Münire ve Fatma Nevber gibi yazarların bulunduğu, kendilerini baba ya da koca adlarıyla değil, yalnızca kendi adlarıyla tanıttıkları bu derginin sahibi de bir kadındı: Arife Hanım.
Mürüvvet gazetesinin kadınlara yönelik çıkardığı Mürüvvet adlı dergi. Şubat 1887’de yayın hayatına başladı. Dergi, eğitime öncelik vererek kız okullarının durumunu irdelediği gibi, aynı zamanda Şair Nigar Bint-i Osman ve Şair Leyla gibi ilk edebiyatçı kadınların yapıtlarına yer verdi. Hatice Semiha ve Rebia Kamile tarafından 1889’da yalnızca bir sayı olarak yayınlanıp kapanan Parça Bohçası adlı iki aylık dergi ise ev işleri, çocuk bakımı, aşçılık ve pastacılık gibi konuları işlemişti.
Başyazarı ve yazı kadrosunun neredeyse tamamı kadın olan ve 1895-1908 arası tam 604 sayı yayınlanarak…