Vicdan Divanı
Bu bir karşılaşma öyküsü. Anlatıcısı şimdilik benim. Evet, benim. Cevizden oyulmuş köşeleri keskin, yılların cilasını soldurduğu koyu kahverengi bir masayım ben. Öyle sayfalarca anlatılacak ilginç özelliklerim yok. Neysem oyum işte. Küçük ve samimi bir meyhanede diğer masalar gibi alkol buğusu ve sigara dumanı içinde yaşayıp gidiyorum. Yıllar yıllar önce bir toprağa kök salmış küçük bir tohumken şimdi her şeye kendince bir biçim bir nitelik olma hali kazandırmaya pek hevesli olan insanoğlunun eline düştüm. Kökümden koparıldım, gövdemden ayrıldım, birtakım makinelerden geçtim, boyandım süslendim, kullanıldım ve eskidim sonra. O günden beri tanığı olmadığım hikâye kalmadı. İnsanoğlu sanki her var oluşun kendine has bir sebebi, bir anlamı yokmuş gibi her şeye kafasındaki anlamı yükler. Onu değiştirir, kullanır ve tüketir. Sonra da yarattıklarına ömür biçmeye meraklı tanrı egosuyla o şeyi bir kenara atar. Çünkü yeni oyuncaklar bulmuştur. Benim hikâyem bundan ibaret.
Etrafımda masanın masa olduğundan habersiz üç adam oturuyor ve saat altıdan beri içiyorlar. Önce isimleri Muzaffer ve Güray olan ikisi geldi. Gelirken yanlarında büyük bir suçluluk duygusu getirdiler. Onlar fark etmedi ama gövdemin büyük bir kısmını ona ayırmak zorunda kaldım. Bu görünmeyen misafir öyle ağır ki diğer ikisinin fiziksel ağırlıklarını hissetmiyorum bile. Birazdan gelecek olan üçüncü adam –ki adı Ömer’dir– hakkında uzun uzun konuştular. Öyle ağır ki üzerlerindeki yük hep birlikte meyhanenin yer döşemesini aşıp magmaya kadar inebiliriz.
Güray, “Ayıp ettik be oğlum” diyor. “Eğer o gece Ömer’e kaldığımız evin deşifre olduğunu, baskın yiyeceğimizi bir şekilde haber verebilseydik, adamın güzelim on yılı çalınmayacaktı. İkimiz de hayatlarımıza devam ettik. O ise, o gün sırf bizi bulabilmek için eve geldi. Ömrünün en güzel on yılını hücre duvarları arasında, işkence odalarında geçirdi. Neyiz biz şimdi? Dost muyuz?”
Muzaffer rakısından büyük bir yudum alıyor ve sigarasından derin bir nefes… Gözlerinde pişmanlığın gölgeleri geziniyor. Bu soruya cevabı yok.
İnsanoğlu diğer tüm canlı ve cansız mahlukattan farklı olarak konuşabiliyor. Fakat garip bir şekilde bu yetiye en çok ihtiyacı olduğu anda kilitlenip kalıyor. Susarak kabullenmek, susarak görünmez olmaya çalışmak, susarak hayatta kalmak ve içinde her gün çığ gibi büyüyen acıyı öğütmek gibi bir huyu var. Soruların katlanarak büyüdüğü yerde sessizlikle bağdaşmak çoğunlukla ona vakit kazandırıyor. Oysa içine düştüğü evren anlat diyor insanoğluna. Gördüğünü, görmediğini, duyduğunu, duymazdan geldiğini, dokunduğunu ve kaçtığını anlat. Her insana doğuştan bir peygamberlik payesi biçilmiş aslında. Ama yaşadığı ne varsa sözcükleri kanatmaya başlayınca etinin acısından büyük bir suskunluğa gömülüyor insan. Dünya onu susturdukça o da dünyayı susturuyor. Birinin suskusundan diğeri kifayetsizlik sözcüğünü türetiyor.
Tıpkı Muzaffer gibi… Muzaffer’in sustuğu saniyeler bizi biraz daha dibe çekmekte. Muzaffer sustukça meyhanedeki uğultular yükselmekte. Başını usulca kadehinden kaldırıyor ve “On yılın karşılığı yok ki” diyor. “Ne desek boş! Şimdi sana ne söylesem, Ömer için ne yapsam on yıl kadar anlamı olmayacak. Şimdi tek yapacağımız şey, kardeşimizi bundan sonraki hayatında rahat ettirmek.”
Suçluluğun gölgesi bu kez de Güray’ın gözlerine sıçrıyor. Aslında bunca yıldır ikisinin de bakışlarının derinliğinde yatan tek anlam bu. Anlamların yere batasıca yüzü. Vicdanlarıyla görülmemiş hesapları olan bu iki adamı bu hale getiren aslında ne Ömer, ne suçluluk duygusu ne de aradan geçen on yıl. Aslında onların üzerlerindeki en ağır yükleri vicdanlarıdır. Günlük hayatları akıp giderken boşluk anlarında, geceleri tam uykuya dalacakları sırada, sabahları uyandıklarında üzerlerinde hissettikleri pençenin ağırlığı, aslında sadece vicdanları… Her ademoğlu gibi bir başkası için utandıkları ve acı çektikleri o duyguyu boyunlarında bir sarkaç gibi taşıyorlar.
Güray “Evet“ diyor. “Ömer için ne yapmamız gerekiyorsa yapalım. Birbirimizden başka kimimiz var ki?”
İkisi birden susuyor bu sefer. Aldıkları koca bir yudumdan sonra rakı kadehlerini sert bir şekilde üzerime bırakıyorlar.
Meyhaneler… Bir masa haline dönüştüğümden beri insanların bütün ruh hallerinin bastırıldığı yerden çıkıp hesap kitap yapmadan havada uçuştuğu bir başka mekân daha görmedim. Bir ofis masası, bir dairenin yemek odası ya da mutfak masası, bir mağazada ürün sergilenen herhangi bir masa; hiçbiri benim burada gördüğüm kadar çok ve gerçek insan öyküsünü bir arada görmemiştir. Hepsi o kadar sıradan yaşanmışlıklardır ki aslında… Nihayetinde insan olağan hikâyelerden olağanüstü biçimlere bürünebilen bir varlık. Kendisi bunu hiçbir zaman kabul etmese de sıradanlaştıkça güzelleşir, sıradanlaştıkça hikâye biriktirir. Olağan hayatlar olağanüstüne akıp giderken neyin olağan neyin olağanüstü olduğu insanın zihin kıvrımlarında cevapsız sorulara dönüşürken, dünya hayat denen mesafeyle örülür.
Bir masa bunları nereden mi bilebilir? Çünkü ademoğlu manevi dayanaklarını yitirdiği anlarda fiziksel olarak yorulur ve bu anda yaslandığı ilk şey bazen bir masadır bazen duvarlar, bazen bir sandalye. Dayandığı nesneye fark etmeden bir ruh üfler. Yani benimki fark edilmeyen bir tanıklıktan başka bir şey değildir.
Hikâyenin bundan sonraki kısmını Ömer anlatsın size. Nihayetinde benim de taşıyabileceğim yükün bir sınırı var. Bu gece bu hikâye bir yerde sonlanacak biliyorum ve ben içimden gelen sese hâkim olamayacağım.
———0000———
Ömer Divanı
Karaköy’den Beyoğlu’na yürüyorum. Bıraksalar durmadan dinlenmeden yürüyebilirim. Her şey ne kadar değişmiş. İstanbul… Karakalem çiz İstanbul. Gölgeler, ışık oyunları siyahla beyazın amansız savaşı cenk etsin üzerimizde. Sabahları akşamlara karıştırmaya kalkan bir eski zaman şövalyesi eskizimizi bölsün. Karakalem çiz İstanbul. Hapishane kapılarından eski köprüye gelinceye kadar geçtiğim yolları resmet bana. Yollarında yürümeyeli ne kadar oldu?
Hapishanede özgürlük insana kalbinin orta yerinde çırpınan bir kuş kadar yakın oluyor. Hem çok yakın hem de imkânsız. Dışarıdayken ne kadar da habersizmişim elimde olandan. İnsan kumar masasına düşünmeden sürdüğü şeyin oyunun kendisinden daha değerli olabildiğini ancak bedeller öderken anlayabiliyor. Sol yanımda ağrılı bir melekle uyudum yıllardır. Gecelerde duvar diplerinde üç kuruşa anadan doğma benzetilen, bir gözü bıçakla oyulmuş kanatlarında fraktal dövmeler taşıyan ağrılı bir melek söyledi bana, seçtiklerimizin bizi sürdüğü yollarda başımıza gelenler sadece bizi büyütür. Kimse ama hiç kimse sizin acınızla büyümez. Dahası acınız diğerlerinizi de küçültmez. Yani bizim çocuklar istemezdi tabii böyle olmasını. Ama böyle olmaması için de yapacak bir şeyleri yoktu. Ne benim acımla büyüdüler ne de ben küçüldüm tüm bunları yaşarken. Şimdi tüm kaslarımda beni elimde kalanlara sımsıkı tutunduracak kadar kuvvet var. Gökyüzü sunulan bir armağan gibi üzerimde ve bu denizden de bu şehirden de alacaklıyım.
Bizimkilerle bulaşacağımız meyhanenin kapısındayım. İşte köşedeki masada oturuyorlar. Ah bizim çocuklar… Belki de hâlâ çocuklar. Ben içerde yaşlanırken onlar hâlâ bıraktığım gibi kalmışlar sanki. Hayatlarını ne kadar değiştirmiş olsalar da, hâlâ bir şeylerin hesabını yapmasını bilmiyorlar. Yakalandığım gün ne kadar kızgındım onlara. Polisler kapıyı yumruklamaya başladıkları andan itibaren başıma gelecekleri anladığımda. Sonrası sadece hayatta kalma çabasıydı. Yapayalnızdım. Çocuklar beni kurtaramazdı, kimseler beni kurtaramazdı. Geçen yıllardan sonra bugün yapılan tüm hesapların sıfırı doğruladığını bir kez daha anlıyordum. Ama şimdi, yıllardır bana yasaklanan bu sokaklarda yürürken, bedeller ödeyerek geçip gittiğim hayatın eteklerinde bir kukla gibi asılı kaldığımda çırpınışlarımın beni getirdiği yere bakıp her şeye yeniden şaşıyorum. Bütün bunlar ben yaşadım diye hikâye oldu. Biz seçtik diye yollarımız var. Bizi bazen zindan karanlıklarına bazen denize çıkan sokaklara düşüren her şey, biz yaşadık diye sadece bizim. Tek yaptığımız bir şeye inanmak. Var olan ya da yok olan, aslında hep yok olan, ama bizim var ettiğimiz ya da varlığından usandık diye yoka çevirdiğimiz çetrefilli bir yumak içine sarılmış kalplerimiz. Ama biz inandık, bir gün yitirebileceğimizi bile bile, hatta buna izin vererek yaşadıklarımıza inandık. Bizi biz yapan yanımızdan hiç utanmadık.
Muzo ve Güray beni görür görmez ayağa kalktılar ve sarıldık. Birbirilerinin oyuncağını çaldığı için utanan çocuklar gibiler. Ben içerde yaşadıklarımı omuzlarımdan atmaya uğraşırken hayat o yükleri dışarı çıkarıp onların omuzlarında biriktirmiş gibiydi. Şimdi bu masada saatlerce oturup içeceğiz. Gözlerimiz yüklerimizi birbirine karıştıracak. Yarın ise ilk uçakla İsviçre’ye gideceğim. Orada beni yeni bir hayata başlatacak bağlantılarım hazır. Çıktığımdan beri ne Güray’a ne de Muzaffer’e söyleyememiştim, ama artık öğrenmeleri gerek. Hikâyelerin hikâye, bedellerin seçenekler sunduğunu ve gideceğimi bu gece, hatta şimdi öğrenebilirler. Artık hepimiz bir şeylerin ağırlığını taşıyabilecek kadar büyüdük. Uçak biletimi cebimden çıkarıp masaya atıyorum. İçimden geçenleri onlara da bir bir anlatıyorum. Ben bu adamları seviyorum, zaman kırgınlığımı öğüttü. İkisi de donmuş bakışlarını bilete kilitlemişken, masanın altından bir yerlerden gelen bir sesle irkiliyorlar.
Hayata diyerek kadeh kaldırıyoruz.