Roman (Yerli)

Azrail Aynası

Birinci bölüm

İstanbul

2 Aralık 2010 Perşembe günü hava çoktan kararmıştı. Ayşe Meriç saatine baktı. 17.48’i gösteriyordu.

Ayşe Meriç için gün zor geçmişti. Nedense bugün canı hiç çalışmak istememişti. Güler yüzü, insana huzur veren sükûnetiyle herkese kendini sevdiren genç kızın, bugün insanlara zerre kadar tahammülü yoktu. Büyük miktarda parasını bankada tuttuğu için tüm şube personelinin nazını çektiği, özel gayretleri nedeniyle de Ayşe’ye bir başka düşkün olan yaşlı teyze bile bugün ona fazla gelmişti. Mevduatıyla ilgili saçma sapan sorularıyla genç kızın canını sıkmıştı.

Ayşe tam 18.00’de kendini şubeden dışarı atacaktı. Doğru eve gidecek, bir şeyler yiyecek, geceliğini giyecek, televizyonun karşısında biraz vakit geçirecek sonra da yatağına girecekti.

Akşamüzeri, şubede yan masadan komşusu Serap mesaiden sonra Ortaköy’e gidip birlikte bira içmeyi teklif etmişti. Serap, uzatmalı sevgilisi Hasan’la buluşacaktı. Ayşe’yle buluşmak eve sunacağı bahaneydi. Altı aydır arada sırada Ayşe, Serap, Hasan birer bira içiyorlar, sonra Ayşe kalkıyor, uzatmalı sevgilileri baş başa bırakıyordu. Serap’ın anlattığına göre Serap ile Hasan üç yıldır sevgiliydiler, ama Serap’ın ailesi durumu hâlâ bilmiyordu.

Zoraki gülümseyerek “Çok yorgunum” dedi. “Ben gelmeyeyim. Sen yine de eve benimle buluştuğunu söylersin.”

Ayşe Meriç 1987’de Samsun’da doğmuştu. Babası Ünal Meriç Rumeli göçmeniydi. Drama, Sarışaban’dan. Annesi Zeliha Trabzonluydu. Babası liseyi bitirdikten sonra Ziraat Bankası Samsun Şubesi’nde işe girmiş, otuz iki yıl sonra aynı şubeden müdür muavini unvanıyla emekli olmuştu. Annesi ise hiç çalışmamış, ömrünü kocasına ve iki kızına adamıştı.

Babası, emekli olduktan sonra eski bir arkadaşının müşavirlik bürosunda takılmaya başlamış, bir süre sonra da büronun maaşlı elemanı olmuştu. Ailenin yaşayan tek çocuğu Ünal Bey’e babadan kalan köhne evin yerine, 1994’te Laz müteahhit altı katlı on iki daireli bir apartman dikince Ünal Bey, altı dairenin birden sahibi olmuştu. Birinde oturuyorlar, beşinden kira alıyorlardı. Üzerine emekli maaşı ve bürodan gelen üç beş kuruş da eklenince, Samsun şartlarında rahat rahat geçiniyorlardı. Açıkçası, durumları oldukça iyiydi. Ayşe de, ablası Atiye de maddi sıkıntı nedir pek bilmemişlerdi.

Maddi refaha, Ünal Meriç’in kızlarına aşırı düşkünlüğü de eklenince Ayşe ve Atiye el bebek gül bebek yetiştirilmişlerdi.

Atiye sekizinci sınıftan sonra okumamış, genç yaşta kendisinden on beş yaş büyük biriyle evlenmişti. Ayşe’nin eniştesi, Rumeli göçmeni Hakan, oto yedek parça ticareti yapıyordu; tonton ve sevimli bir adamdı. Tüm aile enişteyi çok severdi. Hafta sonları ablasının evinde toplanırlar, yaz-kış bahçede mangal yakarlar, Ünal Bey iki üç kadeh rakıdan sonra Rumeli türküleri çığırırdı. Ayşe, evden uçtuktan sonra en çok bu geceleri özledi.

Ayşe Meriç tıpkı babası gibi 19 Mayıs Lisesi’ni bitirdi. Tıpkı babası gibi bankacı oldu. Ancak, o üniversite de okudu. Liseyi iyi bir dereceyle bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü’nü kazandı. İki yılı yurtta, son iki yılı da iki arkadaşıyla bir apartman dairesinde olmak üzere dört yıl Ankara’da kaldı. Dönem kaybetmedi. Son yıl bankacı olmayı iyice aklına koydu. Babası araya aracılar koyup kızını Ziraat Bankası Samsun Şubesi’ne yerleştirmek istedi. Ama Ayşe bileğinin hakkıyla işe girmeyi aklına koymuştu. Samsun’a da ancak, nasip olursa, şube müdürü olunca yerleşecekti.

Mezuniyetinden sonra 2009 yılının Ekim ayında girdiği banka sınavlarından iyi bir netice aldı. İstanbul’da yapılan mülakatta da iyi intiba bırakmış olmalı ki işe alındı. Bileğinin hakkıyla, stajyer memur olarak Ocak 2010’da işe başladı.

Türkiye’nin en büyük bankalarının birinde çalışmak Ayşe için gurur vericiydi. İstanbul’da Beşiktaş Şubesi’ne atandığını duyunca İstanbul’un parıltısı heyecanını misliyle artırmıştı. Bir tek, cari işler bölümüne verilmesine üzüldü. Olsun varsın, İngilizcesini ilerletecek, yabancı dil sınavını da kazanınca tayinini kambiyo bölümüne isteyecekti.

Altı ay sonra staj dönemini başarıyla bitirdi, aynı şubeye kadrolu memur olarak atandı.

Ayşe Meriç her zaman çalışkan bir öğrenci olmuştu. Çok zeki değildi, ama azimli ve disiplinliydi. Disiplini kılık kıyafetine bile yansırdı. Her daim defterleri düzgün, çantası muntazam, giysileri temiz, saçı başı düzgün bir öğrenci olmuştu.

Ama illaki suratının ifadesi. Kiliseleri süsleyen kanatlı melek figürleri sanki Ayşe’ye bakarak resimlenmişti. Masum, pozitif enerji fışkıran, bakanın içine önce ferah bir duygu, ardından huzur serpen bir surat. Bu yüzden de adı “Melek Ayşe”ye çıktı.

Melek Ayşe üniversitedeyken minyon bir genç kızdı. Kalçaları ve göğüsleri ilk bakışta ilgi çekecek  kadar şekillenmiş olmasa da düzgün bir vücudu vardı.

Özellikle üniversite yıllarında Ankara’da erkeklerin ilgisini ziyadesiyle çekti. Ancak, o sarı saçları, mavi gözleri, düzgün fiziğine rağmen hiçbir zaman doğrudan “şehvet” kelimesini çağrıştırmadı.

O iyi bir eş, iyi bir anne olabilirdi. En önemlisi, sağlam bir hayat arkadaşı olurdu. Eşine her koşulda sahip çıkan, ona her koşulda huzur veren bir erkeğin kadını!

Ancak, genç kız annesinin o kadar etkisi altında kalmıştı ki, çekiciliğini kullanmak, “erkeklerle oynaşmak”, ona buna yüz vermek, evlenmeyeceği erkekle flört etmek onun genlerine kazınmış tabulardı. Laz kadını Zeliha, kızının zihninin her katmanına önce meslek sahibi olması gerektiğini kazımıştı. Evlenme vakti gelince de helal süt emmiş bir gençle hayatını birleştirebilirdi.

Ayşe’nin ne lisede ne de üniversitede bir sevgilisi oldu. Ankara’da çok samimi ama korkularını deşmeyen bir sürü erkek arkadaşı vardı, ama hepsi de onu hem öyle kabullendiklerinden hem de melek yüzü nedeniyle ulaşılmaz bulduklarından onu hep samimi, candan, huzur veren bir dost olarak gördüler.

Ayşe ne zaman ki üniversiteyi bitirdi, ne zaman ki meslek sahibi oldu, ne zaman ki onu ele güne muhtaç bırakmayacak bir “bileziği” koluna taktı, işte o zaman zihni ona erkeklere “erkek gibi” bakması için izin verdi.

İstanbul’un insanı baştan çıkaran aşüfte havası da vücudunun bol miktarda testosteron androjeni üretmesine neden oluyordu. Boğaz’ın kâh sert kâh yumuşak rüzgârı, adrenalin bezlerinde, hatta yumurtalıklarında testosteron üretimini kışkırtıyordu. Romantik bir müziğin melodisi bile ona yetebiliyordu. Üretilen testosteron androjenleri beyninde hipotalamus bölgesine ulaşınca o da sık sık gece yatakta, hatta bazen gündüz vakti şubede cinsel fantezilerin hülyasına dalıyor, erojen bölgelerinde hassasiyet artıyor, yüzü alabildiğine kızarıyordu.

O an çok utanıyordu. Sanki bütün şube aklından geçenleri anlıyor, suratındaki yanmayı onlar da hissediyorlardı. Ayşe Meriç, masum dünyasında artık zihninin, vücudunun fizyolojik ve biyolojik gelişimini kabul etmeye başladığını tam olarak idrak edemiyordu.

 Ayşe genel merkezdeki bir hafta sonu eğitimi sırasında kendisiyle aynı dönemde Etiler Şubesi’nde işe başlayan Erol’un, kendi deyimiyle, aradığı hayat arkadaşı olabileceğine hükmetti.

O cumartesi sabahı, dersin ilk dakikalarında Erol’u görür görmez vücudunda testosteron üretimi artmaya başladı. Bütün ders, elinde olmadan onu seyretti. Erol’da öyle bir şey vardı ki, ona bugüne dek hiçbir erkeğin vermediği duyguyu vermişti. Ama o “şey” neydi, bir türlü kendisine izah edemedi.

Aşkı kimse tarif edemez, sadece bazıları onu görünce tanır.

Testosteron üretimi zihnine olmadık hayaller yüklüyor, ders sırasında kendi kendine utanç dalgalarıyla boğuşuyordu. Utandığı şey aynı anda o kadar da keyif veriyordu ki, Ayşe iki buçuk saatlik derste anlatılanların tek cümlesini bile dinlemedi.

Sanki Erol da genç kızın yaşadığı çalkantıyı hissetti, sanki o da testislerine dolan testosteronla baş edemedi; dersin son bir saati Erol da Ayşe’yi uzaktan uzağa süzmekten derste anlatılanlara kulak veremedi.

Derse ara verildiğinde birbirlerini sözüm ona tesadüfen buldular; sadece adlarını ve çalıştıkları şubeleri öğrendiler.

Ayşe o cumartesi gecesi yatağa girdiğinde heyecandan ölüyordu. Hayatında ilk kez ona ders olarak anlatılanları dinlememişti. Ancak, hayatında ilk kez böyle disiplinsiz davrandığı halde hiç utanmıyordu. Erol’la masum masum hayali sohbet ederek uykuya daldı. Uyumadan önce de Tanrı’ya defalarca yalvardı:

“Allahım ne olur beni telefonla arasın!”

Pazar gününü de Tanrı’ya yalvararak geçirdi.

Tanrı, Melek Ayşe’nin masum talebini işleme koydu ve Erol, pazartesi öğleden önce Ayşe’yi şubeden aradı.

Telefonu açan şube arkadaşı Ayşe’ye “Etiler Şubesi’nden Erol Bey sana bir şey soracakmış” dediğinde Ayşe olduğu yere yığılacağını sandı. Elleri titreyerek, beyaz tenli suratı ala bulanarak ahizeyi aldı.

Karşısında titreyen bir ses zorla “Merhaba!” dedi.

O da genzinden zorla bir “Merhaba” sesi çıkardı.

“Şey…” Erol saçma sapan bir soru sordu. Sözüm ona bir müşteri hakkında bilgi istiyordu. Ama soyadını bile iki kere farklı söyledi.

Ayşe de bu isimde bir müşteri adını hatırlamadığını söyledi. Portföyden bakacaktı. Sanki Erol, online çalışan sistemden kendisi bakamazdı. Rezil olduğunu hissetti. Kıpkırmızı kesildi.

Ancak Erol, Ayşe’nin yaptığı gafın üzerinde durmadı. Hatta, onu saçma oyununa devam etmesi için teşvik etti.

Genç adam arayacağını söyledi, ama kendi numarasını da verdi.

https://www.scribd.com/document/367847146/Azrail-Aynasi-Cuneyt-Ulsever

 

 

Yazar

BENZER İÇERİKLER

Yaşanmamış Maceralar Atlası

Editor

Yaban

Editor

Don Kişot’tan Bugüne Roman

Editor

1 yorum

deri silah kilifi 12/06/2020 at 05:38

bence gayet basarili bir calisma; devamini bekliyoruz.

Yanıtla

Yorum bırak

* Bu formu kullanarak yorumlarınızın bu web sitesi tarafından saklanmasını ve yayınlanmasını kabul etmiş olursunuz.

İnternet sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz ve internet sitemize yapacağınız ziyaretleri kişiselleştirebilmek için çerezlerden faydalanıyoruz. İstediğiniz zaman çerez ayarlarınızı değiştirebilirsiniz. Kabul et Daha fazla oku

Gizlilik ve Çerez Politikası