Elif Şafak’ın Baba ve Piç adlı kitabını okudunuz mu? Okuyun. Üzerine çok yazıldığı için çok kısadan söyleyeceğim: Farklı katmanları, farklı okumaları, farklı çağrışımları keşfetmek için okuyun. Türkçenin sonsuz zenginliğini, Elif Şafak’ın dil oyunlarını, dille oynamasını, dili uçurmasını, cinsiyetçiliğe meydan okuyan dil “hınzırlıklarını” keşfedip, tadını çıkarmak için okuyun. Unutmak, anımsamak, anılar, suskunluklar, sırlar ve gerçekler, isyanlar ve boyun eğmeler, kaçışlar ve arayışlar üzerine, bizi bize anlatan enfes bir roman olduğu için okuyun.
Zeynep Oral, Cumhuriyet
Canlı ve eğlenceli. Bu muhteşem roman beni alıp uzaklara götürdü. Geri döndüğümde ise beni başka bir gerçeklik bekliyordu.
Alan Cheuse, Chicago Tribune
Cesur ve güzel… Kitapta pek çok karakter olmasına rağmen, bu karakterler arasında en etkileyici olanı Kazancı ailesinin kadın reislerinden biri değil, belki de İstanbul’un kendisi.
John Freeman, Star Tribune
Şafak güçlü kadın karakterler yaratma konusunda çok hünerli, ayrıca İstanbul’a ilişkin canlı tasvirler pek çok kişiyi şehre çekecek türden. Şafak’ın karakterleri kitabı bitirdikten sonra bile insanın zihnini terk etmiyor.
Patricia Corrigan, St. Louis Post-Dispatch
Birinci bölüm
Tarçın
Gökten kafana ne yağarsa yağsın asla küfretmeyeceksin. Buna yağmur da dahil.
Yukarıdan üzerine ne düşerse düşsün, kabulün olmalı. Sağanak ne kadar şiddetli, tipi ne denli dondurucu olursa olsun, bulutların biz aşağıdakilere reva gördüklerine sevemezsin. Böyledir bu düzen. Bunu herkes bilir. Zeliha dahil.
Bilir bilmesine de, temmuz ayının bu ilk cumasında, yanı başındaki tıkanmış trafiğe inat kaldın m d a koşturarak çoktan geciktiği bir randevuya yetişebilmek için telaş ederken, dudakları kıpır kıpır, ağzına geleni söylüyor yine de. Sövüyor da sövüyor Zeliha; kırık kaldırım taşlarına, yüksek topuklu pabuçlarına, peşine takılan adam müsveddesine, kuru gürültünün trafiği açtığı görülmediği halde deli gibi kornaya basan şoförlerin cemi cümlesine; vakti zamanında ne gerek varsa şu başa bela yüreğe cefa Konstantinopolis şehrini fetheden ve asırlarca da hatasından dönmeyen tekmil Osmanlı Hanedanı’na ve bir de yağmura… evet, şu yere batası yaz yağmuruna… sövüyor hepsine teker teker.
Doğrusu, yağmur bu şehirde tam bir çile. Dünyanın başka yerlerinde yağmur muhtemelen herkese ve her şeye nimet gibi gelir mahsule, bitkilere, çevreye, az buçuk romantizm de ilave edince üzerine, bilhassa âşıklara iyi gelir. İstanbul’da öyle değil ama. Burada işler başka türlü. Bizim için yağmur ne bereket demek, ne de ıslaklık. Ne arınırız onunla ne ona… Olsa olsa sebebi ülkedir yağmur.
Sebebi öfkem izdir yağmur.
Çünkü çamur ve karmaşa ve hiddet boca eder üzerimize, damla damla dahi değil, kova kova, sanki elimizde yeterince yokmuş gibi her birinden. Bir de mücadele demektir yağmur. Biteviye didiniş. Suyla dolu bir leğene aniden atılmış yavru kediler gibi, on milyonumuz birden damlalara karşı beyhude bir kavgaya girişiriz. Bu dalaşta tümüyle yalnız olduğumuz söylenemez aslında. Ne de olsa teneke levhalara yazılı kadim isimleriyle İstanbul’un sokakları da mücadeleye koyulur bizimle beraber. Sokaklar, evliyaların dört bir yana saçılmış mezar taşlan, hemen her köşede bekleyen çöp yığınları, yakında göz alıcı, modern binalara dönüşecek çirkin, devasa inşaatlar ve bir de martılar… Onlar da var bu kavgada. Gökyüzü ne vakit tepemize tepemize tükürmeye başlasa, hepimiz birden galeyana geliriz.
Ama sonra, son damlacıklar toprağa erişip de, artık üzerlerinde tozun zerresi kalmamış yapraklara kararsızca tünediğinde, yani yağmurun nihayet durduğunu sezdiğimiz ama bir türlü emin olamadığımız o korunmasız anda, hani hayatın normale döndüğüne dair bir işaret aradığımız o buruk arafta, her şey ve her yer sükûnete kavuşuverir. Sema bize bakar, biz aşağıdakilere. Bakar ve gülümser, bizleri içine soktuğu bu müşkül durumdan ötürü özür dilercesine. Bizler de saçımızda hâlâ damlalar, paçalarımızda çamur, bakışlarımızda bezginlikle, laciverdin tonlarına öykünen ve şimdi her zamankinden daha berrak görünen semaya bakakalırız. Bakar ve tebessümüne karşılık vermeden edemeyiz. Elde değil, her seferinde gökyüzünü affederiz.
Ama henüz böyle bir af için çok erken. Şu anda yağmur hâlâ bütün hızıyla yağıyor ve Zeliha’nın yüreğinde bağışlamadan eser yok. Şemsiye de taşımıyor üstelik. Zira “Her yağmurda gene bir sokak satıcısına bir avuç para bayılıp aldığın her şemsiyeyi güneş çıkar çıkmaz orda burda unutacak kadar enayi olduğuna göre, bu sefer yok sana şemsiye memsiye, iliklerine kadar ıslanmayı hak ettin kızım” diye buyurdu kendi kendine Zaten artık çok geç. Sırılsıklam oldu bile. Bu açıdan bakınca, yağmur da hüzün gibi bir şey galiba: İlk basta, aman bana ilişmesin diye didinir sakınırsın, emniyetli ve kuru kalmak için elinden geleni yaparsın, ama baktın ki olmuyor, baktın ki yağıyor üzerine dört bir koldan, gark olursun ta dibine kadar ve bir kez bu kadar battın mı içine, ha bir damla eksik ha bir damla fazla ne fark eder. Yağmur da hüzün gibi bir şey, yakalandın mı bir koz, azı çoğu yok artık. Olsa olsa “kuru kalabilenler” ve “sağanaktan nasibini alanlar” var.
Yağmur Zeliha’nın kuzguni ve kıvırcık saçlarından aşağı geniş omuzlarına damlıyor. Kazancı ailesinin bütün kadınları gibi, Zeliha da kara ve kıvır kıvır saçlarla doğdu. Ama diğerlerinin aksine, o saclarını değiştirmedi, aynen korudu.
Arada soluklanmak için durup ani bir ışığa maruz kalmışçasına zümrüt yeşili gözlerini kısıyor. Katıksız bir kayıtsızlık var bugün bakışlarında, hani şu dünyada sadece üç türden insana has kayıtsızlık: Ya umutsuzca saf, ya umutsuzca içekapanık, ya da umutsuzca umul dolu insanlara. Zeliha bu üç gruba da dahil olmadığından gözlerine sinen kayıtsızlığa anlam vermek zor. Gelip gidiyor kayıtsızlık. Yalpalıyor. Kâh üzerine çöküp donuklaştırıyor bakışlarını, kâh geri çekilip yerinde incecik bir boşluk, bir arayış bırakıyor.
Temmuzun bu ilk cumasında Zeliha’da bir tuhaflık var. Basen morfin yemiş gibi hissiz görünüyor nedense. Onun kadar cevval biri için hayli sıradışı bir hal. Bu yüzden mi bugün ne bu şehirle ne de yağmurla kavga etmek istemesi? Bu yüzden mi savaşmaması? Kayıtsızlık bir yoyo gibi, inip çıkıyor kendine has bir ritimle. Zeliha da ayak uydurmuş bu yoyoya, ruh hali bir sarkaç olmuş âdeta, iki zıt kutup arasında gidip geliyor: Donukluktan taşkınlığa savruluyor, sonra gene taşkınlıktan donukluğa. Zeliha yağmurun altında ilerleye dursun, cafcaflı şemsiyeler, uyduruk yağmurluklar ve plastik eşarplar satan satıcılar alaycı gözlerle süzüyorlar onu. Satıcıların bakışlarını görmezden gelmeyi başarıyor, tıpkı vücuduna açlıkla bakan tüm erkeklerin bakışlarını görmezden geldiği gibi. Zaman zaman ışıltılı hızmasına takılıyor kınayan gözler. Sanki o minnacık mücevher parçasında iffetsizliğinin ipucunu görmüşçesine yargılayarak bakıyorlar. Oysa bu hızmadan gurur duyuyor Zeliha, ne de olsa kendisi taktı burnuna. Canı yandı yanmasına da, kendini acıtmaya alışkın sayılır. Seviyor hızmasını. Seviyor tarzını. İster erkeklerin sözle ya da gözle tacizi, ister diğer kadınların ayıplamaları, ister kırık kaldırım taşları üzerinde topuklarla yürümenin zorluğu, ister vapurlarda otobüslerde sıkıştırılmak, hatta ve hatta annesinin sürekli dırdırı olsun… bu şehirdeki çoğu kadından uzun boylu olan Zeliha’yı göz alıcı renklerde mini etekler, ırı göğüslerini meydana çıkaran daracık bluzlar, parlak navlon çoraplar ve bir karış topuklu ayakkabılar giymekten men edebilecek hiçbir kuvvet yok bu dünyada.
Üzerine bastığı kaldırım taşının aniden yerinden oynamasıyla, altındaki zifos birikintisinin eflatun eteğine fışkırması bir oldu. Küfrü bastı Zeliha. Bu kadar galiz bir lisanı böyle çekinmeden uluorta kullanabilen tek kadın o Kazancı sülalesinde. Sadece Kazancılar içinde değil, cümle Türk kadınları içinde de nadirattan sayılır bu özelliği sebebiyle. Belki de bu yüzden, ne zaman küfretmeye başlasa, hemcinslerinin küfür açığını da kapatmak istercesine sövdükçe sövüyor. Bu sefer de öyle. Gelmiş geçmiş bütün belediyelere küfretmeye koyuldu, çünkü çocukluğundan beri bir gün olsun göremedi şu lanet kaldırım taşlarının sımsıkı yerlerine oturduklarını. Okkalı, aunturlu küfürler… Yanından geçenler hayretle bakıyorlar yüzüne. Bir kadının ağzına yakışmayacak türden küfürler…
Birden susuverdi Zeliha, birinin ona seslendiğini işitmişçesine. Öyleyse bile etrafta bir tanıdık aramak yerine, is rengi gökyüzüne çevirdi yüzünü, kaşlarını çattı, ikircikli bir iç geçirdi, sonra bastı gene küfrü, ama bu sefer dünyaya değil, tuttu yağmura sövdü.
Ne gaflet! Cicianne olsa nasıl kızardı şimdi. Cici annenin yazıya dökülmemiş ama çiğnenmesi imkânsız kurallarına göre bu yaptığı düpedüz zındıklık. İnsan yağmuru sevmeyebilir, sevmeye mecbur değil elbet, ama her ne olursa olsun gökyüzünden gelene sövmemek gerekir çünkü hiçbir şey öyle kendi kendine düşmez yukarıdan ve yağan her nimetin de musibetin de ardında Allah vardır. Sövdün mu semadan yağana, onu gönderene sövmek kadar büyüktür günahı
Hiç şüphesiz Zeliha, Cicianne’nin yazıya dökülmemiş ama çiğnenmesi imkânsız kurallarını harfiyen biliyor. Ama temmuz ayının bu ilk cuması hatmettiği en kadim kuralları dahi çiğneyebilecek kadar umarsız hissediyor kendini. Hem ağızdan çıkan çıktı bir kere. olan oldu. maziyle uğraşacak değil. Zeliha’nın pişmanlıklara vakti yok. Jinekologla randevusuna geç kaldı. Az buz bir mesele sayılmaz bu ne de nisa insan jinekologla randevusuna geç kaldığını fark ettiği anda. oraya gitmek için duyduğu kıt isteği hepten kaybedip hiç gitmemeye karar verebilir kolaylıkla.
Hızlandı. Aynı anda, tamponuna silme çıkartına yapıştırılmış bir taksi zınk diye durdu önünde, üzerine su, çamur ve Madonna’nın Like a Virgin şarkısını sıçrata sıçrata. Kalem bıyıklı, koca gıdıklı, esmer yağız bir adam kornaya basıp açık duran camdan başını çıkardı. Zeliha boş bulundu bir an. Adam adres soracak ya da bir şey danışacak sandı. Ama fonda müzik avaz avaz gümbürderken, sırıtkan şoförün tek söylediği, “Hepsi senin mi yavrum!” oldu.
“Ne diyosun ulan sen?” Zeliha kendi sesinden ürktü, öylesine çığlık çığlığa. “Bu şehirde bir kadın rahat rahat yürüyemez mi?”
…