Balkanlar, İmparatorluk coğrafyamızın parçasıdır. Evlad-ı Fatihan uzun asırlar bu topraklarda çeşitli kavimlerle iç içe huzurla yaşadı ve onları adalet içinde huzurlu yaşattı.
Gündönümümüz başladıktan yani Nemçe nazlı Budin’imizi aldıktan, biz Tuna üstüne hasret türküleri söylemeye başladıktan sonra, Balkanlar da kanlı kazana döndü. Bereketli topraklar kan kusmaya başladı. İnsanlar durmamasıya birbirini boğazlıyordu. Bu huzurlu topraklarda böylesi vahşet nasıl yeşerdi? Hangi düşman eller Balkanları kundakladı? İmparatorluğumuzu yöneten güçlü ellere ne olmuştu?
Roman, tarihi hüküm olarak bugün bile tam kesinliğe kavuşmamış olan bu konuları işlemektedir. Olaylar Küçük Balkanlarda, bugünkü Yunanistan’ın kuzey sınırlarına komşu bölgelerde geçmektedir.
Balkan Acısı, balkanlardaki Türk varlığının yok edilişinin, bizim acımızın romanıdır; onu, bu acıyı duyan bir kalemden okuyacaksınız.
Birinci Bölüm
“Çirkin şeytanla anlaşır,
onu Yusuf gibi güzelleştirirsin.”
“Mevlana,divan ı kebir”
A
FARANGA DERESİ
KÜÇÜK BALKAN, İncekarasu ve Vardar ırmakları arasından asırlık gür ağaçları ve zümrüt gibi yeşil ovala-rıyla Görice’ye kadar uzanan bereketli yerlerdi. Buralar beş asırdır Türk’ün elinde hamur olmuş; kanla, terle yoğrulmuştu.
Toprak eşilmek, işlenmek, görülmek isterdi. Fakat bu evlâd-ı fatihan topraklarına, Doksanüç Harbinden beri bir erkek eli değmez olmuştu. Tuna’da, Dömeke’de şehit olanlar arkalarında ihtiyarlar, dul kadınlar ve çocuklar bırakmışlardı. Küçük Balkan’da da tarla işleri gözü yaşlı analara, öksüz çocuklara kalmıştı. Toprağın sürülmesi, yumuşatılması lâzımdı. Yoksa taştan katı, kayadan vurdumduymaz olurdu.
Ziba Nine, pürçük pürçük kara çizgilerle yarılmış, nasırlı elleriyle meshettikten sonra namaza durdu.
İncekarasu vadisinin kuzey dirseğindeki tepelerin arkasında kaybolmuş Muratlı köyünün son ışıkları da söndü. Yıldızsız, karanlık bir geceydi. Ziba Nine, kızları ve torunlarıyla birlikte çalıştığı yorucu bir günden sonra, vazifesini yapmış olmanın gönül rahatlığı içinde yattı.
Kollarını, bacaklarını bedeninde tatlı bir yorgunluk duyarak uzattı. İliklerinin sızladığını hissetti. Her gün bu kadar yorulmazdı. Gece duasını okuyamadan uykuya daldı. Bütün evi sarsarcasına dış kapının demir tokmağı vuruluyordu. Ziba Nine kalktı. Sofaya geçti. Tahta merdivenlerden indi. İç kapıyı açtı. Kulağına dış kapının tokmak sesi daha şiddetli gelmeğe başladı. Bahçeden seslendi:
– Kim o? Kim o?
Kalın madenî bir ses cevap verdi:
– Aç Ebe Nine! Aç! Lohusam var! Çabuk gel!
– Gecenin bu vaktinde dışarı çıkamam.
– Aman Ebe Nine! Karım Ölecek, ne olur gel! Şehitlerine rahmet!
Bu madenî ses, davudi bir ahenkle merhamet dileniyordu. Ziba Nine:
– Bekle. Geleceğim! dedi.
Ne yapıyorsa şehit kocasının, oğullarının, damatlarının aziz ruhlarının şadolması için yapıyordu.
Giyindi. Dışarı çıktı. Kapıda bekliyen adamın yüzüne vuran fenerin solgun ışığı, onu Hazreti Yusuf gibi güzel, nuranî bir yüzle göstermişti. Ziba Nine hiç hatırlayamadığı bu yeni yüze daha fazla bakamadı. Adam:
– Hadi Ebe Nine, dedi, sen bu katıra bin, ben de ön-dekine.
Sözü bitmeden uçar gibi kara katıra binmiş, karanlıkta kaybolmuştu. Ziba Nine katırın sırtında silkelene silkelene gidiyor, bir taraftan da bağırıyordu:
– Nereye götürüyorsun beni be adam? Nerde lohusan!?
Katırı kendisi sürmüyor, öndeki kara katır sürüklercesine çekiyordu. Adam katırın üstünde korkunç bir gölge halini almıştı. Hazreti Yusuf a benzettiği adamın güzel yüzündeki sakallar döküldü, derisi kavladı. Korkunç bir ses yükseldi. Rüzgâr ıslık çaldı. Ebe şimdiye kadar hiç korkmamıştı. Şimdi tir tir titriyordu. Rüzgâr öndeki adamın uzun pelerinini, siyah kukuletasını uçurdu; onu bir iskelet halinde bıraktı. Ziba Nine’nin dişleri kenetlendi. Ağzı açılmıyor, konuşamıyordu. Karşı koyamadığı bir kuvvet onu köyden uzağa, karanlık derelerin arasına sürüklüyordu- Büyük bir gayretle:
– Nereye be adam, dedi, beni hangi köye götürüyorsun?
Öndeki iskelet ete büründü, arkaya döndü, kayalıkları inleten alaycı bir kahkaha atarak:
– Faranga Deresi’ne, dedi, Faranga Deresi’ne! Adamın madenî kahkahasına karşıki tepeler cevap verdi.
– Faranga Deresi’ne! Faranga Deresi’ne!
Ziba Nine katırın sırtına çiviyle çakılmış gibi donup kalmıştı. Küçük Balkan’da herkes, Faranga Deresi’nin uğursuz ve şeytan inleri ile dolu olduğunu söylerdi, Ziba Nine inanmazdı. Faranga Deresi’nde şeytan olmadığını söylerdi. Şimdi Faranga Deresi’ne doğru şeytanın peşine takılmış gidiyordu. Geri dönmesi imkânsızdı. Besmelesiz kalkmıştı. Şimdi de “Besmele” çekemiyordu; dimağı, dili donmuştu.
Faranga Deresi’nin içindeki mağaralar ağızlarını karanlığa açmış bir kadın feryadı ile inliyordu Bir ışık huzmesi sızan mağaraya doğru yöneldiler. Katırlardan indiler. Şeytan “Gel’ gel” diye ebeye yol gösteriyordu. Ziba Nine mağaranın içinde girerken eline yüzüne örümcek ağları takılıyordu. Lohusanın iniltileri, inin dört bit yanından yankılar yapıyordu.
Şeytan, gene insan çehresi ile gülümsüyordu Hazreti Yusuf kadar güzeldi Ziba Nine onun gösterdiği mağara bölmesine geçti. Güzel hır insan yüzü ile karşılaşınca hayretler içinde kaldı. Alnından, şakaklarından boncuk boncuk ter akan lohusa kadın Ziba Nine’ye gülümsedi.
– Sabret kızım! deyip, elini lohusanın alnına koyan Ziba Nine, muayeneye başlarken “Euzübesmele”ye niyetlendi. Telaffuz edemedi. Diline, niyetini bilen şeytan tırnaklarını batırıyordu. Arkasındaki korkunç gölge onu ikaz etti:
– Ebe! İns değil, cin doğurtacaksın, zinhar şeytana sövmeyesin!
Bu ses lohusa kadının iniltilerine karışarak mağarada yankı yaptı. Adam kaynamış suyu kaplara boşalttı; havlular, bezler getirdi: hiç konuşmadan karanlıkta kayboldu.
Izdırap çeken lohusanın yüzündeki gerginlik yumuşadı. Yatağı, yastığı parçalayan elleri iki yanında hareketsiz kaldı. Feryadı, iniltisi kesildi. Ziba Nine doğumu kolay yaptırmıştı. Ellerini silecek havlu ararken mor bir ustufaya gözleri takıldı. Bu komşu gelini Nazender’in sıtma işlemeli ustufasıydı. Buraya nasıl gelmişti. Hemen elinin kanını bu ustufanın beyaz astarına sildi.
Doğan çocuk ağlarken inden koro şeklinde kahkahalar yükseliyordu.
Birden doğum yapan kadın da, çocuk da kayboldu. Ziba Nine katır sırtında Faranga Deresi’nden yukarı doğru kaçıyordu. Arkasından ellerinde sivri yabaları, binlerce zebani kovalıyordu. Faranga Deresi’ni geçince ezan sesi duyuldu. Altındaki katır bu sesle mum gibi eridi. Ziba Nine’nin yalın ayakları su içindeydi. Terin suyun içinde kalmıştı. Boğuluyordu. Ellerini uzatıyor, kimse yardım etmiyordu. Faranga Deresi’ne götüren şeytan elini uzattı, ebeyi tuttu; çekti, sonra bir tekme savurdu. Ziba Nine bu defa alevden bir nehir içine yuvarlandı. Kafasına demir döver gibi çekiçler iniyordu.
Ziba Nine irkilerek uyandı. Dış kapının demir tokmağı acele acele vuruluyordu. Kalktı. Üzerinde kâbuslu rüyanın bitkinliği vardı. “Besmele”yle terliğini giydi; ışığı yaktı. Aşağıya indi. Havlayan koyun köpeği ayaklarına sürünüp, sustu. Birlikte dış kapıya kadar gittiler. Ziba Nine.
– Kim o? dedi.
Cılız bir çocuk sesi kapının arkasından seslendi:
– Niko, Niko! Kosta’nın oğlu. Poli Köyünden. Annemin doğumu var.
Ziba Nine kapıyı açtı. Dokuz yaşlarında bir çocuk kapı eşiğinde telaşla aynı sözleri tekrar ediyordu:
– Ben Niko! Kosta’nın oğlu. Annemin doğumu var. Babam, acele gelsin, dedi.
Ziba Nine uykusundaki kâbusun tesirindeydi. Niko’ya Faranga Deresi’ne gidecekmiş gibi korkuyla bakıyordu. Çocuk ebenin şaşkın şaşkın bakmasından endişelendi. İki tarafındaki kürtünlü eşeklerin boyunlarını okşuyarak:
– Bak, dedi, bunları babam Kosta gönderdi. Annem Sofi ağlıyor, çırpınıyor. Ne olur Ebe Nine gel! Bu boz eşek bizim köyün yolunu bilir. Üstüne babam minder de koydu, bak!
Ziba Nine evlerinin bütün marangoz işlerini yapan Kosta Usta’yı hatırladı. Köylerine bir kaç kere gitmişti. Çocuğa:
– Sen git ben geliyorum, dedi.
Niko eşeğin birini kapı tokmağına yularıyla bağladı. Öbürünün üstüne bindi yavaş yavaş sürmeğe başladı.
Ziba Nine yukarı çıktı. Küçük bir kapıyı açtı. Burası üç torununun odasıydı. Parmak uçlarına basarak en büyüklerinin yanına yaklaştı. Mışıl mışıl uyuyordu.
– Zeliha! Zeliha! diye seslendi. Oniki yaşlarındaki kız şaşkın şaşkın gözlerini açtı. Ninesi fısıldayarak konuşmaya devam ediyordu:
– Kalk kızcağızım kalk! Sabah oluyor. Bir doğum varmış, hazırlan.
Her zaman doğumlara ninesiyle giden Zeliha, işin ciddiyetini anlamış bir vaziyette kalktı. Giyindi.
– Eşeklere kürtün vurulacak mı Nine? diye sordu.
– Sadece birisine vur. Bir eşek hazır. Kosta’nın oğlu Niko getirmiş.
Zeliha’nın şevki kırıldı. Rum isimlerini duyunca doğum aletlerini ve ebe ilâçlarını heybelere isteksiz isteksiz yerleştirdi. Küçük heybeyi omuzuna alırken:
– Niko mu? diyerek, isyankâr isyankâr ninesine baktı; başını önüne eğerek homurtuyla mırıldandı: Gene mi gâvurlara yardım Ziba Nine?
Ziba Nine yumuşak, şefkatli bir sesle:
– Hepsi insan ama kızım! dedi, gitmezsem lohusa acı çeker, rezil olur, belki de ölür.
Zeliha hiç konuşmadan aşağı indi. Heybeyi Niko’nun bıraktığı eşeğin kürtününe yerleştirdi. Ahıra gitti. Kendi eşeklerini de hazırladı. Bu sırada yanına gelen koyun köpeğine: “— Sen kal! sen kal! Annemler, kardeşlerim burda! Sen evimizin bekçisi değil misin?” dedi. Köpeğin kara başını okşadı. Köpek gitti kapının yanına oturdu.
Etraf aydınlanmağa başlamıştı. Niko, eşek üzerinde iki kadının kendine doğru geldiğini anlayınca, eşeğini zıplata zıplata Poli yoluna doğru hızla sürdü.
B
MURATLI’DAN POLİ’YE
– DEH de, bre kızım! Deh de!
– Deh! Deeh!
– Niko pedisi de uçtu sanki, nasıl eşek o öyle?
– Kıbrıs eşeği ama nine! Kıbrıs eşeği!
– Tırıs gidermiş. Kosta söylemişti. Kozana’dan satın almış.